Türk Devrimine toplu bakış: Türk Devriminin Ruhu-2

III. KEMALİST DEVRİM VE İTTİHAT-TERAKKİ İLİŞKİSİ Aynı Atatürk düşmanı çevrelerden yöneltilen “Mustafa Kemal İttihatçı zihniyete karşıydı” iddiası gerçekle ilgisi olmayan uydurma bir iddiadır. Aksine, İttihatçıların da Kemalistlerin de savunduğu program..

Türk Devrimine toplu bakış: Türk Devriminin Ruhu-2
Yayınlanma: Güncelleme: 160 okuma

III. KEMALİST DEVRİM VE İTTİHAT-TERAKKİ İLİŞKİSİ

Aynı Atatürk düşmanı çevrelerden yöneltilen “Mustafa Kemal İttihatçı zihniyete karşıydı” iddiası gerçekle ilgisi olmayan uydurma bir iddiadır. Aksine, İttihatçıların da Kemalistlerin de savunduğu program birbirinin devamıdır; Türk Devriminin aynı stratejisinin birbirini takip eden programlarıdır. Ortak strateji ve  programın esasını, emperyalizme karşı direnmek, ulusal bir ekonomi kurmak ve ortaçağın toplumsal siyasi ilişkilerini tasfiye etmek oluşturur. Elbette Mustafa Kemal ve bir çok İttihatçı içinden geldikleri İttihat ve Terakki’nin pratik içinde yetersizliklerini, hatalarını görerek eleştirdiler ve onu aştılar.

Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin zaferleriyle Türk milletinin demokratik devrim başarıları, 1908 Devrimi’nin kuşkusuz çok ötesine geçti. Kemalist Devrim’in önderliği, içinden çıktıkları Jön Türk Hareketi’nin eksik devrimciliğini ve yetersizliğini eleştirmek zorundaydılar ve zaten başından beri eleştiriyorlardı. O eleştiri yapılmasaydı, Kurtuluş Savaşı kazanılmazdı; Cumhuriyet de olmazdı, Kemalist Devrim’in o büyük, köklü atılımı da gerçekleşmezdi.

En önemlisi, bu eleştirinin yalnız sözle değil; devrimci pratikle yapılmış olmasıdır. Başta Atatürk, Kemalist Devrim’in önderliği, hem Jön Türk Devrimi geleneğinden geliyorlardı; hem de o geleneğin merkezinde değil, çevresinde yer almışlardı. Ama Mustafa Kemal İttihat Terakki’nin üyesidir. İstiklâl Savaşı’nın başlangıç yıllarında eski İttihatçılar, Mustafa Kemal Paşa ve kurmaylarına “B takımı” diye baktılar.

Kemalist Devrim önderliği, Mustafa Kemal’in kişiliğinde İttihatçı kadronun hem içinde ve kenarındaydı; hem de onun seçeneğiydi. Kemalizm, İttihatçılığın içinde bir çekirdek olarak vardı ve o çekirdek, 1918 sonrasındaki eylemiyle İttihatçılığın sınırlarını aştı ve o dünya ölçeğinde önemli bir devrim gerçekleştirdi.

1908 Devrimi, bir öncü parti önderliğinde başarıldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir devrim sürecinde ortaya çıktı ve gelişti. Tıbbiye’nin bodrumlarında gizli olarak kurulmuş, devrimi başarmış ve önce dışarıdan yönlendirerek sonra doğrudan yönetimleri ele geçirerek iktidarı yürütmüştür.

İttihat Terakki ve Kemalist Devrim, Türk devrimciliğinin birbirinin içine geçmiş halkalarıdır

İttihat Terakki, bir devrim ve bir Türkiye gerçeğidir. Her olgu gibi bir kökü vardır. Aslında İttihat Terakki’nin kökü, Namık Kemal ve beş arkadaşının Belgrat Ormanları’nda oluşturduğu gizli örgütlenmeye kadar uzatılabilir. Padişahın despotluğu vardır ve her halkçı, her demokratik amaçlı örgütlenme zamanın koşullarında gizli olmaya mecburdu. Atatürk de onlar arasındaydı. Gizli örgütlenme, o gün özgürlükçü olmanın, vatansever olmanın gereğiydi. Bu öncü örgütlenme, hep halka güvendi; milleti savundu, öncüleri bir araya getirdi. Onlara “fedailer” de denebilir. Türk Devrimi’nin fedailer geleneği böyle oluştu.

Bugün 21. yüzyılın başında, dönüp arkamıza baktığımız zaman, Türkiye’de bağımsızlık adına, demokrasi adına, hürriyet adına, emekçi hakları adına ne varsa, hepsi işte o öncü parti geleneğinin halkı seferber etmesiyle kazanıldı. Bugün Türkiye’yi içinde bulunduğu karanlıklardan ve çöküşten kurtaracak olan, yine o gelenektir.

İttihat-Terakki, 1918 yenilgisiyle bir çıkmaza dayandı ve kendisini feshetti. Çoğu İttihat ve Terakki’den gelen zamanın öncü devrimcileri Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmek için Müdafai Hukuk Cemiyeti’ni örgütlediler. Mustafa Kemal Paşa, bu partinin başına geçti. Atatürk CHP’nin 1931 yılı Mayıs ayında toplanan 3. Büyük Kongre’de Partinin Eylül 1919’da Müdafai Hukuk Cemiyeti’nin Sivas Kongresi’nde kurulduğunu heyecanlı bir dille anlatır.

Ne denirse densin, kurulan parti, aslında İttihat ve Terakki Partisi’nin devamıdır. Dost da düşman da bunun böyle olduğunu bilir. Program aynıdır; Türk Devrimi’nin pratiği içinde oluşturulmuştur. Kadrolar, Atatürk de içinde olmak üzere o partinin kadrolarıdır.

1926’da Mustafa Kemal’e suikast düzenlemekten yargılanan ve Kara Kemal ve Cavit Bey gibi önde gelen İttihatçıların idam edilmesiyle tasfiye olan İttihatçılık mıydı, yoksa İttihatçılığın gerici, Osmanlıcı-Hilafetçi kanadı mıydı?

Yukarıda belirttiğimiz gibi, 1908’lerden itibaren İttihat ve Terakki’de, Osmanlıcı tutucu bir reformcu çizgi ile cumhuriyetçi, halkçı-milliyetçi devrimci bir çizgi çatıştı. 1912 Balkan yenilgisinden sonra halkçı-milliyetçi çizgi giderek hızla güçlense de, çok güçlü olan Osmanlıcılık hiçbir zaman yaygın eğilim olmaktan çıkmadı.

1920-23 Meclisinde İttihatçılık Birinci ve İkinci Grup olarak bölündü; İkinci Grup, Cumhuriyete karşı Hilafetçi gerici çizgiyi temsil ediyordu. Bu grup, daha sonra Cumhuriyet Devrimine karşı Terakkiperver Fırka’yı örgütleyerek direnişini sürdürdü. En son direnme mevzilerini Hilafetçilik oluşturdu. O da tasfiye edilince, İngilizlerden de destek alarak suikastla Mustafa Kemal’i ortadan kaldırmayı denediler. Sonuçta, İttihatçılığın gerici Osmanlıcı kanadı olarak kendileri tasfiye oldu.

Soroscu liberaller İttihatçılığı eleştirirlerken Atatürk’ün şahsında onun devrimci yanına saldırmaktadır. Kendileri ise, 12 Mart ve 12 Eylül gibi Amerikancı darbeleri tezgahlayan ABD işbirlikçisi komplocu İttihatçılığın sözcülüğünü yapmaktadır.

Cumhuriyet Devrimi’nden sonra, Türk Devriminin ruhunu, ana karakterini oluşturan “İttihatçı zihniyet”in adı Kemalizm oldu. Emperyalizm güdümlü liberal yazarlar, ulusal devletin ve çağdaş, bağımsız, laik, halkçı nitelikleriyle Cumhuriyet Anayasasının genlerine işlenmiş Türk Devrimi’nin bu temel karakterine “derin devlet” suçlamasıyla saldırıyor. Evet bir “derin devlet” var; ama yurtsever Türkiye aydını çok iyi biliyor ki, o derin devlet, NATO’ya girdiğimiz 1950’lerden bu yana ulusal devletin içinde, TSK’da, MİT’te yuvalanan, Ergenekon tertibini tezgahlayıp yöneten daha sonra FETÖ darbe girişimini gerçekleştiren SüperNATO’dan başkası değildir.

IV.TÜRK DEVRİMİNİN AYDINLANMACI, HALKÇI, MİLLİYETÇİ, TOPLUMCU KARAKTERİ

1908 Jön Türk Devrimi’yle birlikte Türk milliyetçiliği, önceki elli yıllık kültürel düzeyde belli ölçüde olgunlaşan birikimi de arkasına alarak Türk kimliğini ilk kez açıkça ifade ederek örgütlendi. Bu girişim, aynı zamanda, Osmanlı coğrafyasındaki Türkçülük ve halkçılık hareketine düşünsel örgütsel alandaki öncülük sürecinin de başlangıcıdır. Özellikle 1914’e kadarki dönem, hem milliyetçi halkçı teori ve programın oluşması hem de milliyetçilerin örgütlenmesi açısından en yoğun en verimli dönemdir.

Devrimden hemen sonra Aralık 1908’de Akçura’nın önderliğinde “Türk Derneği” kuruldu. Ayrıca aynı adla yedi sayı çıkan bir dergi yayımladılar. Derneğin kurucuları ve üyeleri arasında Necip Asım, Veled Çelebi, Mehmet Emin (Yurdakul) gibi Türkçülüğün kültür ve dil alanındaki öncülerinin yanında Ahmet Mithat Efendi, Emrullah Efendi, Korkmazoğlu Celal, Akçuraoğlu Yusuf, Akyiğitoğlu Musa, Emrullah Efendi, Ahmet Ferit Tek, Hüseyinzade Ali, Köprülüzade Fuat, Ispartalı Hakkı ve Hüseyin Cahit gibi Türk milliyetçiliğinin önemli isimleri vardır.(10)

“Derneğin amacı, Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmişini ve eserlerini, işlerini, bugünkü durumu ve çevresini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak, yani Türklerin eski eserlerini, tarihini, insanlarını, avam (halk) ve havas (saray) edebiyatını…”(11)  vb incelemek, araştırmak, böylece Türklük bilincini yükseltmektir.

Uzun ve etkili bir faaliyeti olmasa da derneğin asıl önemi; o güne kadar Osmanlı aydınında egemen düşünce olan ve Osmanlının birliğini böleceği kaygısıyla Türk gerçeğini, Türk kimliğini ifade etmekten kaçınan, hatta Türk’ü küçümseyen, aşağılayan eğilime karşı, “Türk” adını telaffuz eden ve Türklerin birlik ve gelişmesini amaçlayan ilk örgütlenme olmasıdır.

Türk Derneği’ni kuran ve onun etrafında toplanan aydınlar, bir anlamda, Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”teki öngörülerini paylaşan milliyetçi öncülerdi. 1908 Devrimi’ni gerçekleştiren İttihat ve Terakki’nin etrafındaki büyük Jöntürk aydın kitlesi açısından ise, Müslüman ve Hıristiyan milletlerden oluşan bir “Osmanlı milleti” yaratma (Osmanlıcılık) ya da en azından Arapların ve Arnavutların da dahil olduğu İslam Birliğine dayalı birlik (Panislamizm) hayali henüz tükenmemiştir.

Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketinde Türkçülük ve Halkçılık

Türk milliyetçiliğinin gerek ulusal ve gerekse toplumsal içeriği bakımından büyük bir sıçrama ve derinleşme yaşaması 1910’lardan itibarendir. Bilindiği gibi, her ikisi de 1911’de başlayan; İtalya’nın Trablusgarp’a saldırısı ile gündeme gelen Trablusgarp Savaşı ve Balkan milliyetlerinin Osmanlı’dan kopma ve Osmanlı topraklarını paylaşmaya yönelik gerçekleşen Balkan Savaşları, Türk milliyetçiliğinde büyük bir atılımın da ivmesini yarattı.

Ömer Seyfettin’in 1911 yılında Ali Canip ve Ziya Gökalp’le birlikte, Selanik’te Genç Kalemler dergisinde başlattıkları “Yeni Lisan” hareketi, Jöntürk Devrimi’nin ulusal bir dil yaratma ihtiyacına yanıt veren önemli bir devrimci atılımdı.(12) Kazım Nami Duru, Aka Gündüz, Akil Koyuncu, Celal Sahir, bu hareketin diğer önde gelen isimleriydi. Devrimci fikirlerin halka ulaşmasının yolu, ancak halkın kendi diliyle yazması ve konuşmasından geçiyordu. Dilde sadeleşmek, Türk köylüsünün konuştuğu dille buluşmak, büyük bir devrimci bilinç ve irade gerektiriyordu. Bu bilinç ve iradeyi yaratmak da, kuşkusuz en başta, çağın gerçeklerinin, çağın toplumsal eğilimlerinin, önüne geçilmez ana akımlarının, en önemlisi de çökmekte ve parçalanmakta olan Osmanlı’dan çıkış yolunun doğru bir analizi ile mümkündü.

II. Meşrutiyet’e kadar Türk milliyetçiliği, “avam”a (halka) yönelik, ona kendi dilini ve kültürünü hatırlatma ve çağdaşlaşma yönünde aydınlatma amaçlı bir “halkçılık” olarak yürütüldü. Yani Ömer Seyfettin’in deyişiyle, “Halka yüce fikirler, değerler vermek, herhangi bir konuda bilgilendirmek için, ona kendi diliyle hitap edilmelidir” anlayışı rehber alındı. Bu düşünce II. Meşrutiyet’ten sonraki yıllarında yükselerek devam etmekle birlikte, aynı dönemde Türk milleti kimliğine vurguyu öne çıkaran Yusuf Akçura ve Türkçü arkadaşlarınca kurulan Türk Derneği de, programında, Türk dünyasının bütünleştirilmesi için Osmanlı Türkçesinin geliştirilmesi gayret ve çabasını vurguluyordu. Özetle dil üzerinden halkçılığa vurgu yapan Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip’lerin Yeni Lisan hareketi ile Türk milleti kimliğine vurgu yapan Türk Derneği çevresi, halkçı ve milliyetçi tek bir yatakta birleştiler.

Dergide çıkan Ziya Gökalp’in en önemli makalesi olan “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” adlı yazısında, “Yeni Hayat” siyasi devrimi sosyal bir devrimle tamamlayacak ilkeler bütünü ve eski hayata alternatif model olarak görüyordu.

Ali Canip’e “Geliniz Canip Bey, edebiyatta, dilde bir ihtilal vücuda getirelim”(13) diyen Ömer Seyfettin, “edebiyatta, dilde bir ihtilal” derken, aynı zamanda yeni bir aydın tipinin de tanımını yapıyordu: Kendi halkının, Türk milletinin dilini konuşur, onun diliyle yazarken, dil üzerinden taşınan maddi ve manevi kültürün yaratılmasında da her türlü taklitçiliğe, aşırmacılığa karşı çıkan, kendi halkından, ülke gerçeklerinden beslenmeyi esas alan, bunu ülkü edinen bir aydındır bu. Sözkonusu tavrını bütün hikâyelerinde sürdürmüş ve derinleştirmiştir…

Evet dilde, edebiyatta ve sanatta bir devrim gerekiyordu: “Edebiyat, sanat, bir zümre için, birkaç kişinin marazi keyfi için değildir. Sanat, bütün bir milletindir! Onun konuştuğu, kitaplardan öğrenmeden bildiği tabii dille anlatılmalıdır.”(14)

Ziya Gökalp ve “Halka Doğru” Hareketi

Halkçılık, halka gitmek, halkla birleşmek, başka bir ifadesiyle “Köycülük”, “Anadoluculuk” o kadar güçlü bir akımdı ki, dönemin bütün aydınlarını kuşatmış durumdaydı. Türk Yurdunun öncülüğünde yürütülen gerçek anlamda bir “Halka Doğru” hareketinin başlangıcı 1913 yılıdır. Aynı yıl yayınlanmaya başlayan Halka Doğru dergisi ve akımıyla ilgili Ziya Gökalp, Tanzimatçı seçkin Osmanlı aydınını eleştirerek şunları yazıyordu:

“Toplumbilim bize gösteriyor ki, deha esasen halktadır. Bir sanatkâr ancak halktaki estetik zevkin görünümü olduğundan dolayı dahi olabilir. Bizde dahi sanatkârların yetişmemesi, sanatkârlarımızın estetik zevklerini halkın canlı müzesinden almamaları dolayısıyladır. Bizde şimdiye kadar halk estetiğine kim değer verdi? Eski Osmanlı seçkinleri, köylüleri eşek Türk diye tahkir ederdi. Anadolu şehirleri de taşralı tabirleriyle alaya alma konusu olurlardı. Ümmi halka verilen unvan avam kelimesinden ibaretti.

“Havas [okumuşlar, bilgililer], yalnız sarayın bendelerinden oluşan Osmanlı seçkinleriydi. Halka değer vermedikleri içindir ki, bugün bu eski seçkinler sınıfının ne lisanı, ne vezinleri, ne edebiyatı, ne musikisi, ne felsefesi, ne ahlakiyatı, ne siyasiyatı, ne iktisadiyatı, hasılı hiçbir şeysi kalmadı. Türk milleti bütün bu şeylere yeniden her birinin elifbasından başlamak zorunda kaldı.”(15)

Akçura, köycülük ve toprak reformu

Halkçılık, Türkçülerde, dönemin birçok aydınında olduğu gibi romantik, yardımsever bir “demokrat”ın yüzeyselliğinden çok ötededir. Avrupa’daki 19. yüzyıl burjuva demokratik ve ulusal devrimleri ve Sovyet Devrimi’ni çok iyi kavrayan Akçura, toprak devriminin zorunluluğunu da en iyi bilenlerdendir. Şeyh Sait İsyanından birkaç ay sonra, Ekim 1925’te verdiği “Çağdaş Türk Devleti ve Aydınlara Düşen Görev” başlıklı önemli bir konferansta Türkiye’nin ulusal, demokratik, bağımsız çağdaş bir devlet olabilmesi için toplumsal koşulların neler olduğunu belirtiyordu. Akçura bu konuşmasında Türkiye’nin Milli Demokratik Devrimi’nin stratejisini çiziyordu. Ona göre Türkiye’nin çağdaş bir devlet olmasına muhalefet eden sınıflar tasfiye edilmeli ve Batılı emperyalistlere bağımlılığa son verilmeliydi.

Akçura 31 Mart ve Şeyh Sait İsyanlarına değinerek Türkiye’deki bütün gerici hareketlerin kaynağında feodaller ve yobazların ittifakı olduğunu vurguluyordu. İrticai eylemlere destek sağlayan feodal büyük toprak sahipliğini tasfiye etmek amacıyla köklü bir tarım reformu yapılmasını öneriyordu. Bu reformla büyük toprak mülkiyeti ortadan kaldırılacak, kişisel bağımlılık ilişkilerine son verilecekti. Böylece talepleri karşılanmış olan köylülük, çağdaş devletin bir dayanağı haline gelecek; bu da kent burjuvazisine, ulusal burjuvaziye iktidarı başka hiçbir güçle paylaşmak zorunda kalmaksızın devleti yönetme olanağı sağlayacaktı. Yani bir yanda emperyalizm ve toprak ağalığı ve “yobazlık”ın bulunduğu gericilik, diğer yanda milli tüccar ve sanayicilerden oluşan milli burjuvazi ve köylülüğün oluşturduğu devrimci güçler.(16)

Ziya Gökalp, Kurtuluş Savaşı yıllarına geldiğinde, önderlerinden olduğu İttihat ve Terakki’nin hatalarından da ders çıkararak, siyasi bakımdan Turancı hayallerden uzaklaşıp Anadolu’yla sınırlı bir Türk devletinde ikna olmuş durumdadır ve çok daha devrimci bir programı savunmaya başlamıştır. “Halkçılık dönemi, toplumların siyasal gelişmelerinde ulaştıkları en son ve en yüksek aşamadır” demekte ve toplumun üç çeşit nimetinden herkesin aynı ölçüde yararlandırılmasını istemektedir.

– Bunların ilki, eşit siyasal haklardır.

– İkincisi, eşit eğitim ve kültür olanaklarıdır.

– Üçüncüsü ise, üretim araçları mülkiyetindeki eşitliktir.

Ziya Gökalp bu üçüncü ilkeyi şöyle açıklamaktadır: “Üçüncüsü ekonomik araçlar ve tekniklerdir. Bu araçlarla tekniklere sahip olanlar, büyük servetleri kazanabilirler. İşte dünyaya gelen bütün insan yavruları, toplum tarafından bu üç bölüm toplumsal kuvvetlerle eşit ölçüde donatılmalıdırlar. Bir sınıfa bunlardan bazısını verip de, ötekilere vermemek toplumsal uyumu bozar.”

Toprak reformundan yana olan Ziya Gökalp, bu alanda eşitliğe büyük önem vermekte ve ekonomik eşitlik sağlanmadıkça, siyasal eşitliğin lafta kalacağını belirtmektedir:

“Örneğin bütün köylüler gibi bir karış tarlası bile olmayan yarıcı ve rençperlere, köylülere de Milli Meclis’e seçmek ve seçilmek gibi siyasal egemenlik haklarını vermişiz. Oysa tarlaları olmayan bu zavallılar bir köy ağasının tutsağıdır. Bazı yerlerde bunlar, evlerini bulundukları köyden başka köye taşımak hakkından bile yoksundurlar. Çünkü köy ağası onları bitmez tükenmez bir borç ile sonu gelmez biçimde kendi köyüne bağlamıştır. Ekonomik bakımdan herhangi bir bireyin tutsağı olan bu yüz binlerce köylünün siyasal planda egemenlik haklarına sahip olmasından ne çıkar.”(17)

Türkçülük ve Devletçilik

Prens Sebahattin’in İngilizci-darbeci liberalizmiyle 1902’de yolların ayrıldığı bin dokuz yüzlerin başından itibaren Türkçüler için emperyalizm aynı zamanda liberalizm demekti. İttihatçıların değişmez maliye bakanı olarak görülen Cavit Bey’in liberal ekonomik siyasetinin de iflas etmesiyle İttihat Terakki ve Türkçülerde, “Milli İktisat” deneyiminden başlayarak, Sovyet Devrimi’nin de etkisiyle devletçilik fikri adım adım netleşmiştir.

Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar “Milli İktisat”ı savunan, milli bir burjuva sınıfı yaratmayı hedefleyen Türkçüler ve İttihatçılar, bağımsız bir ekonomi konusunda kafaları net olmakla birlikte, devletçiliğin zorunluluğunu biraz gecikmeli olarak, özellikle savaş yılları içinde adım adım kavramışlar ve uygulamaya çalışmışlardır. Nitekim Akçura, I. Dünya Savaşı’ndan sonra “Milli İktisat” siyasetinde vurgulanan milli bir burjuvazi yaratma hedefinin de yeterli olmadığını görmüş ve devletçilik fikrine varmıştır. 1919’larda aynı zamanda kurucusu olduğu ve daha önceki Milli Meşrutiyet Fırkası’nın devamı olan Milli Türk Fırkası’nın yayın organı İfham gazetesindeki bir seçim propagandası yazısında şöyle deniyordu:

“Ekonomide ve sosyolojide, o [Akçura], halkçılık ve devletçilik ilkelerinin Türklerin hissiyatına, geleneklerine, bugünkü ve gelecekteki çıkarlarına en uygun ilkeler olduğuna inanıyor.”(18)

Türkçülük ve antiemperyalizm

Bütün Türkleri tek bir antiemperyalist cephede birleştirme perspektifi Akçura’nın tahlillerinde ve çeşitli yazılarında çok açıktır. Akçura’nın, özellikle “Üç Tarzı Siyaset”te de görüldüğü gibi bütün çabası, Türklerin bağımsız bir devlet olarak varlığını ortadan kaldırmayı hedefleyen Batı emperyalizmine karşı geniş Türklük alemini tek bir cephede birleştirmektir. Avrupa’nın hâkimiyetini, Türklerin Anadolu’dan sürülerek ve dağıtılarak devletsiz kalmasını başka türlü önlemek zor görünüyordu. Akçura, emperyalizmin ve ezen ve ezilen dünya ayrımının son derece bilimsel, gerçekçi bir analizini yapıyor, her koşulda emperyalizmi birincil hedef alan doğru bir strateji çiziyordu.

Bolşevizm’in, köylülüğü ve ezilen ulusları kucaklayan devrimci siyasetleri, başta Akçura olmak üzere bütün Tatar, Azeri vb kökenli devrimci Türkçülerin fikirlerini ve eylemlerini temelden etkilemiştir. Emperyalizmin ve sömürgeciliğin gerici siyasetleri ve taktikleri her yerde aynıydı. Çarlık iktidarı devrimcilere, yani Bolşeviklere ve Türkçülere (Ceditçilere) karşı Müslüman dinci muhafazakârlarla (gelenekçiler) işbirliği yapıyor, bunun için dinci faaliyetlere izin veriyor, ama ulusalcı halkçı faaliyetleri yasaklıyordu. Türkçüler de doğal olarak Bolşeviklerle işbirliği yapıyorlar, devrimci faaliyetlerinde onlardan destek alıyorlar, onların fikirlerinden besleniyorlardı.

Son derece öğretici bu saflaşma geçici bir saflaşma değildi, çağın temel bir saflaşmasıydı ve doğaldı. Ekim Devrimi’nde, içsavaş döneminde ve büyük ölçüde daha sonra da devam etmiştir. Bolşeviklerle Türkçülerin ittifakı Anadolu Devrimi’nde ve 1940’lara kadar Cumhuriyet Devrimi’nde Mustafa Kemal önderliğinde sürdürülen hayati önemde tarihi bir ittifaktı.

Türkçüler, dinsel çatışmadan kaynaklanan kaba, Hıristiyan düşmanı, Batı karşıtlığı biçiminde bir antiemperyalizmi savunmuyorlardı. Batı’nın Aydınlanmacı ilerici yanını gerici yanından ayıran bir antiemperyalist bilinç düzeyine sahiptiler. Gökalp, 1922 yılında yazdığı “Garp Meselesi” başlıklı makalesinde bu ayrımı, “Siyasi Garp meselesi, medeni Garp meselesi” biçiminde yapıyor ve şöyle devam ediyordu:

“Avrupalılara karşı aldanmamızın başlıca sebebi, medeni Avrupa ile siyasi Avrupa’yı birbirine karıştırmamızdır. Avrupa’nın birçok yüksek zekâlı alimleri, yüksek ruhlu şairleri, yüksek idealli filozofları var. (…) Bunlar bize ‘doğru, güzel, iyi’ ideallerinin en mükemmel örneklerini gösterirler. (…) Bu yükselmiş insanlar bize medeni Avrupa’yı gösterirler. Bizim başlıca hatamız Avrupa’nın siyasilerini, diplomatlarını, tüccarlarını da bu fikir kahramanlarına benzetmemizdir. (…) O halde, medeni Avrupa’ya karşı duyduğumuz saygı ve güven hislerini, asla siyasi Avrupa’ya karşı duymamalıyız.”(19) Türkçülerin devrimci (halkçı ve antiemperyalist) niteliğini Akçura’nın 1919’da İstanbul Türk Ocağı’ndaki konuşması çok güzel ve etraflı açıklamaktadır:

  • “(…) Bizde Türkçülük akımının git gide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Bu iki akımı şimdi moda olan tabirlerle tarif etmek istersek, birisine ‘demokratik Türkçülük’, diğerine ‘emperyalist Türkçülük’ Demokratik Türkçülük, milliyet esasını, her millet için bir hak olarak kabul ediyor ve Türkler için talep ettiği bu hakkı, diğer milletlere de aynı derecede hak olarak tanıyordu. Demokratik Türkçülük, ihtimal ki Türklerin çoğunluğu diğer milletlere mahkûm durumda bulunduklarına ve hatta hâkim sayılanlarının bile iktisadi ve kültürel olarak yalnız mağlup değil adeta bağımlı olduklarına ve bu nedenle haklılığa dayanarak kurtuluşun mümkün olacağına inanmaktan kaynaklanmaktaydı… Bundan başka, demokrat Türkçüler, Türkün mevcut birikmiş milli kuvveti, şimdilik kendi kendini yaşatmaya ancak yeter diye düşünüyorlardı; diğer milletleri temsil etmek şöyle dursun, yönetmeye çalışmayı bile, o kuvveti zayıflatmaya neden olacağından zararlı sayıyorlardı. Emperyalist Türkçüler ise, daha çok Avrupa nasyonalistlerine benziyorlardı; herkes için geçerli hakka değil, sırf kendi kuvvetlerini artıran milliyetçiliğe taraftardılar.
  • “Demokratik milliyetçilik hakka dayanan ve sadece savunma amaçlıdır. Gasp edilen hakkı almaya, gasp edilmek istenen hakkı savunmaya çalışır; emperyalist milliyetçilik ise, saldırgandır, diğerlerinin hukukuna tecavüzü bile onaylayarak kendi milliyetini güçlendirmeye çalışır. Saldırgan milliyetçilik dünyada henüz bitmiş değildir. Fakat zannediyorum ki bu tür milliyetçilik er geç son bulmaya mahkûmdur. Rusların, Avusturyalıların, Almanların başına gelen, bir gün olup diğer emperyalistlerin de başına gelecektir.” (20)
  1. yüzyılın en önemli ayrımlarından birini oluşturan bu emperyalist ve demokratik (yani antiemperyalist, devrimci) milliyetçilik ayrımı aynı zamanda sınıfsal bir temele de oturuyor. Emperyalist milliyetçilik, yukarıda Gökalp’in Osmanlı emperyalist soyluları ile Türk halkı arasındaki ayrımda vurguladığı gibi, feodal sınıfların ve kapitalistlerin, yani sömürücü sınıfların siyasetidir. Demokratik milliyetçilik ise, başkalarının toprağında hiçbir zaman gözü olmamış ve olmayan mazlum, ezilen halk sınıflarının, yani emekçilerin siyasetidir. Devrimci milliyetçilerin (Türkçülerin) ve Kemalistlerin siyaseti hiç kuşkusuz emekçi halkın siyaseti olan demokratik milliyetçiliktir.

Jöntürkler-Türkçüler-Sosyalistler: Türk Devrimi’nin denklemi

Batı merkezli liberalizmin, yani emperyalist sistemin bir uzantısı olan İştirakçi Hilmi ve benzerlerini dışta tutarsak, Türk sosyalizminin ulusal kökü, kaynağı Türkçülüktür. TKP’nin kurucu ve öncülerinin büyük çoğunluğu Türkçü hareketin içinden gelmişlerdir. Mustafa Suphi’nin yakın çalışma arkadaşı Ethem Nejat eski ve aktif bir Türkçüydü. Bursa Öğretmen Okulu Müdürü iken yazdığı “Türklük Nedir ve Terbiye Yolları”, “Yiğit Türkler” adlı incelemeleri onun Türkçülüğünü gösteren örneklerdir. Dünya Savaşı sırasında Eskişehir Eğitim Müdürlüğü’nde bulunurken gönüllü olarak askerlik yapan Ethem Nejat, 1918’de Almanya’ya gidince, Bilimsel Sosyalizmi benimsedi.(21)

Ethem Nejat gibi Mustafa Suphi de ilk Türkçülerdendir. Daha da önemlisi, Yusuf Akçura ve Mustafa Suphi, 1912 yılında, iktisatçı Mustafa Zühtü’yle birlikte ve Mustafa Suphi’nin yakın arkadaşı Ahmet Ferit’in başkanı olduğu “Milli Meşrutiyet Fırkası” adlı devrimci bir parti kurarlar. Bu parti ekonomide milli sanayinin geliştirilmesini savunmakta, yerli malı kullanılmasını önermektedir.(22) Bunun dışında parti sosyalist akımlardan oldukça güçlü bir şekilde etkilenmiştir ve yayın organı İfham, dikkate değer bir biçimde toplumsal içerikli yazılara ağırlık vermektedir.

Niyazi Berkes “Unutulan Adam: Yusuf Akçura” başlıklı bir incelemesinde milliyetçilikle sosyalistliğin/toplumculuğun ortak kökünü şöyle açıklıyor: “(…) Gerçekte hepsi milliyetçidir, fakat bunların daha çok antiemperyalist oldukları, emperyalist güçlerin Osmanlı Devleti üzerine etkisinin başladığı, radikal toplumsal ‘devrimler’ yanlısı oldukları, İfham gazetesinin yayınları arasında çıkan kitaplardan, Akçura’nın Türk Yurdu’nda ekonomik sorunlara daha çok yer veren yazılara düşkünlüğünden bellidir. Almanlarla yaptığı gizli bir antlaşmayla İsviçre’deki Lenin’i savaş halindeki Almanya’nın ortasından geçirterek Helsinki’ye ulaştırma projesinin mimarı olan Parvus’u Türk Yurdu okuyucularına yazılarıyla tanıtan Akçura’dır. Adı geçen Milli Meşrutiyet Partisi’nin, Mütareke dönemindeki yeni programında antiemperyalizm görüşü açıkça belirtilir. Akçura adı burada da vardır.”(23)

Milliyetçilik ve Sosyalizm

Türkçü ve halkçı hareketin; hepsi de Rus Narodnik (Halkçı) sosyalizmi kökeninden beslenen (24) hepsi de aynı zamanda sosyalist (25) olan Bulgar, Sırp, Hınçak ve Taşnak milliyetçilikleriyle karşılaştırıldığında, onlarla aşağı yukarı aynı programı savunduğu görülmektedir. 20. yüzyılın başında kapitalizmin çok az geliştiği ve işçi sınıfının son derece cılız olduğu, anlamlı ve etkili bir işçi sınıfı hareketinin olmadığı Osmanlı toplumunda, gerçekleşebilir ve toplumu özgürleştirebilir en ileri hareket halkçı bir sosyalizm olabilirdi. Kapitalizmin emperyalistleşerek sömürgeleştirmek istediği bütün geri ülkelerde, sanayinin gelişmesi de ancak, ulusal, kamucu ve halkçı bir programla mümkündü. İşte bu programın adı ulusal halkçı bir sosyalizm ya da Doğan Avcıoğlunun deyişiyle “milliyetçi bir sosyalizm”di.

Dahası, büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk bunu, 20. yüzyılın başından ölümüne kadarki pratiğinde bütün özgüllüğüyle kanıtladı. Onun daha 1904 yılında not defterine “Evvela sosyalist olmalı maddeyi anlamalı” şeklinde düştüğü not, hem sosyalizmin bilimle, tarihsel maddecilikle eş anlamda kullanılması hem de sosyalizmle halkçılığın, pratik içinde halkçılıkla milliyetçiliğin birçok bakımdan özdeş algılanması açısından çok önemli ve anlamlıdır.

Bu çerçeveden baktığımızda Türkçüler / Türk milliyetçileri sosyalistti demek gerçekçi bir ifadedir. 20. yüzyılın başında Osmanlı’da Aydınlanmacı ve sosyalist fikirlerin en önemli merkezi Selanik’tir. Buradaki sosyalist düşünce ve örgütlenmenin merkezi de Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’dur. Bu dönem sosyalizmiyle ilgili araştırmalar yapan Türkiye sosyalizminin önemli isimlerinden Abidin Nesimi’ye göre, Osmanlı Türk sosyalistleri ile Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun yakın ilişkileri olmuş, Osmanlı Türk sosyalistlerinden Rasim Haşmet, Enis Avni (Aka Gündüz), Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin Federasyon’a girmiş, örgütün önde gelen isimlerinden Benarova ve Vlahov’la birlikte çalışmışlardır.(26)

Diğer bir önemli sosyalist araştırmacı Kerim Sadi’ye (A. Cerrahoğlu) göre, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’te çıkan resmi yayın organı İttihat ve Terakki gazetesinde devlet sosyalizminin kabul edilmesi savunulur. “Sosyalizm” ve “komünizm” gibi kavramlar tartışılır.(27) Sosyalist İşçi Federasyonu’nun 1909’dan itibaren Türkçe yayın organı Amele Gazetesi İttihat ve Terakki tarafından desteklenmektedir ve yöneticisi Genç Kalemler çevresinden Rasim Haşmet Bey’dir; aynı çevreden Mustafa Nermi Bey gazetenin yazarları arasındadır.

1908-1910’da sosyalist veya sosyalizme eğilimli Selanik gençlerinin hemen tümü, Ali Canip, Mustafa Nermi, Akil koyuncu, Enis Avni (Aka Gündüz), Kazım Nami Duru, Ömer Seyfettin, Rasim Haşmet, 1911-1913’lerde halkçı ve milliyetçi Yeni Hayat / Yeni Lisan hareketi içinde yer alacaklardır. Daha sonra TKP’nin önderlerinden biri olarak öne çıkan Ethem Nejat da bu çevrenin içindedir. Bu isimler aynı zamanda İttihat ve Terakki’ye üyedirler veya ona bağlıdırlar.

Ömer Seyfettin’in siyasi yazıları bu dönemin devrimci aydınlarının çağın gerçeklerini nasıl yorumladıklarını, sosyalizme/sola nasıl baktıklarını anlamak açısından öğretici. 1918’de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazdığı “Tabii Mefkûreler” başlıklı makalesi, onun, dünyaya bu materyalist ve tarihsel bakışını, “yeni bir devrim”le kastettiği sosyalizme bakışını yansıtmaktadır:

“En tabii mefkûreler [ülküler, idealler] hayatın hakikatine uyanlardır. Fikir akımlarıyla, büyük toplantılarla, ayinlerle bir mefkûre bütün bir millete telkin olunabilir. Fakat bir gerçeğe dayanmıyorsa o toplumun felaketine sebep olur. (…) Rönesans, Reform, Büyük İhtilal gibi üç büyük devrimin ürünü olan bugünkü medeniyet yeni bir devrimin arifesinde bulunuyor. Bu devrim hemen hemen sırf iktisadi olacak. Davası: Hak! ‘Kardeşlik, eşitlik, adalet’ esaslarına ters düşen her kurumun artık yıkılmaya mahkûm olduğunu Alman iflasıyla gördük. Tarihin, içinde yaşadığımız bu büyük dersinden ibret alarak kültürümüzde mevcut fikir akımlarının, mefkûrelerin insani esaslara, hayatın gerçeklerine ne derece uyduklarını derin derin muhakeme etmeliyiz. Tabii mefkûrelerle hastalıklı, yapay mefkûreleri birbirlerinden ayırmalıyız.”(28)

Yine, “İyimser olmak için soldan geri hareketi bir fantezi farz edelim”(29) diyen Seyfettin’in, 1919’da aynı gazetede yazdığı “Devrimin Teakubu” (Sürekliliği) başlıklı makale, bu yaklaşımı daha da pekiştiriyor; aynı zamanda tarihsek diyalektik bir kavrayışı ve gerçek insanseverliği yansıtıyor: “Ortaçağdan kalma iktisadi teamüller, teşkilatlar, mevhumlar, hakikatler son saatlerini yaşıyor. Büyük İhtilâl’le siyasette galebe çalan “adalet, eşitlik, özgürlük” ilkeleri, şimdi mazinin üç büyük devriminden pek etkilenmeyen iktisadiyat alanına da girmek üzere… Belki bir asırda bitmeyecek olan bu iktisadi devrim, ihtimal insanlığın son galeyanı olacak, eski devirlerden kalma harp, menfaat, ihtiras ve ilah… gibi felaket tohumları dünya yüzünden ebediyen süpürülecektir.”(30)

Hemen anlaşılacağı gibi, buradaki anlatılan iktisadi devrim, yani burjuva devrimlerinin siyasi özgürlükleri sağlarken, yasalara bunları temel haklar olarak koyarken sınıfsal çıkarı gereği gerçekleştirmediği ve engellediği ekonomik eşitliği sağlayacak olan sosyalizmden başkası değildir.

Nasıl oldu da 1904’lerde, 1910’larda, Selanik’te, bütün milliyetlerden insanlarla aynı çatı altında sosyalizmi savunan Jöntürkler 1912’den sonra hızla “sosyalizm”den uzaklaşıp Türk milliyetçiliğine yöneldiler? Daha doğrusu bu bir zayıflık, yalpalama veya zikzak mıdır ya da sosyalizm ile Türkçülük birbirine karşıt da birinden öbürüne dönmek midir, yoksa Türk Devrimi’ne özgü doğal, kaçınılmaz bir gelişme midir?

Kuşkusuz doğru yanıt, yukarıdaki açıklamalarda da görüldüğü gibi, Türk Devrimi’nin özgünlüğünde yatıyor. Yani, 1937’de Altı Ok programında son biçimini alan ilkelerde görüldüğü gibi, Türk Devrimi’ne hem ulusal ve demokratik devrimin hem de sosyalizmin ilkeleri birlikte yön veriyordu. Hele Batı’da burjuvazinin emperyalistleşip gericileştiği 20. yüzyılın başında, emperyalizmin sömürgeleştirme tehdidi altındaki Osmanlı coğrafyasında, aydınların kapitalizmi savunarak 1789’daki gibi devrim yapmaları olanaksızdı artık. O nedenle vatanı savunmak, milliyetçilik liberalizmin değil sosyalizmin bir bileşeniydi.

Bugünün bilinci ve bilgi birikimiyle baktığımızda evrensel durum böyleydi, ancak Jöntürklerin felsefi, teorik birikimi, olguları bu bütünlükte ve derinlikte kavramalarına yetmiyordu. O nedenle gelişen olaylar ve vatansever devrimci sezgileri onlara yol gösterdi. Başlarda belirttiğimiz gibi, iki önemli olay devrimciliğin bu biçim değiştirmesinde (halkçı sosyalist biçimden, halkçı milliyetçi biçime) belirleyici rol oynadı: Balkan milliyetçi sosyalistlerinin, Batılı emperyalistlerin desteği ve kışkırtmasıyla yürüttükleri katliamlar ve ayrılık yönünde Osmanlı’ya açılan savaşla İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali. Her iki olay da Batılı II. Enternasyonal’e bağlı sosyalistler ve ilerici aydınlar tarafından desteklenmiştir.

Hem Osmanlı’ya açılan savaş hem de toprak paylaşımı noktasında Bulgar, Sırp ve Yunan milliyetçilerinin birbiriyle savaşı sonucu Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’ndaki sosyalist birliği ve “Enternasyonal” hayallerini yok etti. Türk sosyalistlerinin önünde tek bir seçenek vardı; o da, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu ve yaklaşmakta olan emperyalist savaş karşısında vatanı savunmak ve Türk ulusuna dayanan yeni bir devlet kurmaktı.

Mehmet Ulusoy

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.