Estetik ( Duyumbilim ) ve Sanatın Kökeni

ESTETİK VE SANAT Estetik sözcüğünün kökeni, Grekce aisthetikos kelimesinden gelmektedir. Duyum, duygu, duyulur algı anlamına gelir. Aisthanesthai  sözcüğü ise duyu ile algılamak anlamına gelir. Aisthesis kelimesi tıpta, anaisthesis (anestezi) sözcüğüne..

Estetik ( Duyumbilim ) ve Sanatın Kökeni
Yayınlanma: Güncelleme: 129 okuma

ESTETİK VE SANAT

Estetik sözcüğünün kökeni, Grekce aisthetikos kelimesinden gelmektedir. Duyum, duygu, duyulur algı anlamına gelir. Aisthanesthai  sözcüğü ise duyu ile algılamak anlamına gelir. Aisthesis kelimesi tıpta, anaisthesis (anestezi) sözcüğüne de kaynaklık eder ki, bu da duyarlılığı yok edilmiş, duyumsuzluk anlamlarına gelir. Dışımızdaki dünyanın (kişi, durum, olay, nesne) iç dünyamızda bıraktığı izlenimlere duygu (sentiment, feeling, his) denir. Duyum (sense, sensation, ihsas) ise, duyu organlarımız aracılığıyla beden alanından veya dış dünyadan toplanan, genellikle anlık uyarılardır. İnsan vücudu ve beyin bu anlık uyarıları çözümleyerek duygu haline dönüştürür. Duyarlılık (sebility, hassasiyet) ise duyum ve duyguları algılama ve onların analizini yapabilme kapasitesidir. İşte, Estetik, bu anlamda, duyum dediğimiz duyulur algının, duyarlılık ile sentezlediği bilgiyle ilgili bir bilim olarak düşünülmektedir.

Estetik bilimine (aesthetica) adını veren Alexander G. Baumgarten ( 1714-1762) e göre, estetiğin diğer adı, duyu ile algılanan, aşağı bilgi teorisidir. O zaman bir de yukarı bilgi var demektir. Yukarı bilgi teorisi ise deney ve duyu ile değil de akıl ile algılanan  bilgi teorisi olan mantıktır. Estetik ile mantığı ikiz kardeşler gibi tanımlar. Mantık, yukarı (akılsal, düşünsel ) bilginin yetkinliğini, doğruluğunu yani gerçek ile örtüşüp örtüşmediğini araştırır. Düşünsel bilgiye gerçek ile örtüşüyorsa nesnel , örtüşmüyorsa öznel adını verir. Estetik ise, mantığa paralel olarak, aşağı (duyusal) bilginin doğruluğunu araştırır. Duyusal bilgi doğru ile örtüşüyorsa güzellik adını verir. Ve böylelikle estetik güzelliği arayan bir bilim dalı haline dönüştüğü için aynı zamanda güzellik bilimi adını da alır. Güzellik; estetiğin doğrulanmış halidir. Haz (pleasure) kavramı; algılanan objeden daha çok algılayan özneye, yani kişiye bağlı, sürdürülmesi istenen ve doygunluk veren coşkudur. Eğitim ve ekonomik düzeyin yüksekliği ile toplumun din de dahil olmak üzere bütün kültür bileşenlerinin niteliği estetik hazzı etkileyen en önemli faktörlerdir.

Sanat felsefesi ise, insanın meydana getirdiği eserleri (sanat yapıtlarını) ele alan, sanatın ne olduğunu sorgulayan, sanatçının etkinliğini inceleyen felsefe dalıdır. Estetik, hem doğadaki, hem de sanattaki güzeli ve yüceyi sorgularken, sanat felsefesi ise sadece sanattaki güzelliği ve yüceliği sorgular. Bu bakımdan estetik, sanat felsefesini kapsar. Sanat bilgisi öznel bir bilgidir. Sanat nesnesi ile sanatçının öznesi arasında bir hayal gücü, tasarım ve yorum ilişkisi vardır. Sanat doğanın ve toplumun gerçeklerinin öznel olarak yansıtılmasıdır, kaba materyalist olmayan yorumlanmış kopyasıdır. Sanat pek çok nesnel verinin yorumlanmasından meydana gelen ‘’bütüncül’’ bir ‘’sistem’’dir. Sanatçı bu sistemi rastgele değil, sanatın alıcısı olduğu toplumun ‘’birleşik aklı’’ ile çelişmeyen ‘’tutarlı’’ bir ‘’yöntem’’ uygulayarak gerçekleştirir.

Öznel sanat bilgisi, nesnel gerçekliğin  bilgisinin zihinde yansımasıyla oluşur. İnsan bilinci, insanın tarihsel ve toplumsal pratiğinin yani emeğinin neden olduğu evrimsel gelişim ile gerçekleşmiştir. Bilinç gökten zembille inmemiştir, bireysel ve toplumsal bilinci yaratan her zaman, insanın kendisini ve yaşamını yeniden üretim faaliyetleri olmuştur. Bilinç, toplumsal faaliyetler olmadan oluşup gelişemez, bebekken doğaya bırakılmış ve hayvanlar tarafından yetiştirilmiş insan örneklerinde, bilinçlilik kavramına yer yoktur. İnsan, bilincinin yansımaları olan duygu, hayal gücü, sezgi, tasarım, görü ve  yorum toplumsal faaliyetlerden bağımsız olarak oluşup gelişemez. Dolayısıyla kaynağını hayal gücünden alan estetik ve sanat da nesnel ve toplumsal gerçeklerin dışına çıkılarak, sadece bireyin kendi iç dünyasının biçim bozucu, metafizik çok anlamlılıklar, psiko patolojik bilinç akışları ile içeriklendirilirse, ortaya tanımsızlık içeren bir anlam yitimi çıkar. Doğaya dayanarak, ondan yola çıkarak insanın emek, iş etkinliği ile meydana getirdiği gerçeklik, insanın akıl ve irade farkını ortaya koyan, insansal-toplumsal bir gerçekliktir.

Sınıfsal sömürüye dayalı toplumsal yapıya sahip olan, köleci, feodal ve neo liberal kapitalist sistemlerde, estetik hazza ve estetik yargıya sahip eğitimli aydınlar ile eğitimsiz bırakılmış halk kitleleri arasında, estetik algı kapsamında niteliksel ve niceliksel olarak çok büyük uçurumlar mevcuttur. Halk kitleleri, daha kolay ve sürekli biat edebilmelerinin garantisi için, egemen sınıf iktidarları tarafından, sanatsal nesneyi anlayıp değerlendirebilecek, ondan haz alabilecek bir estetik olgu olmalarını sağlayacak olan eğitimlerden mahsun bırakılırlar. Sömürgen iktidarların kalkınma planlarında ‘’kültür devrimi’’ diye bir kavram asla yer almaz. Bu durum, zaten bilim insanlarıyla ayrışmış olan halkın, sanatçı ve aydınlarla da ayrışmasına, sanatın, halktan kopuk, elit bir zümre kibirlenmesi olarak algılanmasına neden olur. Halka, kendisine hiçbir fayda getirmediği halde sürekli övgüler yağdıran, kaba gücü ön plana çıkaran, mezhepsel ve etnik kültüralist değerleri köpürten, slogancı ve basit, tüketim odaklı, bayağılaşmış hazcılıkta, cinsiyetçi, yozlaşmış gericiliği muhafazakar modernlikmiş gibi pazarlayan, ruhçu veya gerçek ötesi ve fizik ötesi, çok anlamlı kavramlarla yüklenmiş film, tiyatro, şarkı, marş, roman, şiir, resim, mimari, moda vb. sözde sanat nesnelerini, estetik olgu olarak algılatılır ve halk için sanat olarak kabullendirilir. Koşullanmış kitleler, gerek kendi çabalarıyla gerekse lisans ve lisans üstü düzeyde bir eğitim alarak, sanatçılık vasfı kazanmış sanatçılara ve o sanatçılar tarafından, toplumcu, doğacı, insancı ve gerçekçi bir bakış açısıyla üretilmiş sanat eserlerine, zındıklık algısıyla yaklaşır. Klasik müziği ‘’gıy gıy’’, klasik eserleri ise ‘’entel dantel monşer işi’’ yaklaşımlarıyla dışlarlar.

SANAT VE TOPLUM

Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği adlı kitabında, sanatın fonksiyonunu; ‘’İçinde yaşadığımız yabancılaşmış dünyada, toplumsal gerçekler dikkati çekecek bir ışıkta, konunun ve kişilerin ‘yabancılaşmışlığı’ içinde ortaya konmalı. Sanat yapıtı seyirciyi devimsiz benzeşme yoluyla değil de, onun eyleme katılmasını, karar vermesini sağlıyacak yargı gücüne seslenerek kendine bağlamasını bilmelidir. İnsanların toplu yaşayışını düzenleyen kurallar oyunlarda ‘geçici ve yetersiz’ olarak gösterilmeli, böylece seyirciyi seyretmenin ötesinde daha verimli bir davranışa itmeli, giderek oyun boyunca düşünmesini, sonunda da, ‘Bu iş böyle olmaz. Katlanılır iş değil bu. Buna bir son vermeli’ diyebilecek bilince kavuşturulmalıdır.’’ şeklinde tanımlar. Bertolt Brecht de eğer sanat eseri, izleyicide, ‘’evet evet, işte bu tam benim de aklımdaydı ama bir türlü ifade edemiyordum.’’ etkisi yaratıyorsa, bu durumu sanat izleyicisine verilebilmiş en büyük haz olarak kabul eder.

Estetik02

Sanatın amacı, hem doğadaki hem de toplumsal olan gerçekliği değiştirmek için bağımsız özgür ve devrimci bir stratejiye sahip olmak olmalıdır. Gerçek ile gerçek ötesini, bireysel olanla toplumsal olanı diyalektik bir çelişkiyle değerlendirerek senteze ulaşmak olmalıdır. Sanat, toplumun ortak duygu ve düşüncede birleşmesini sağlayan en önemli kültür bileşenlerinden biridir. Sanatçı, duyusal bir objeyi duyuladığı anda, objenin duyusal biçimini kendi öznel hayal gücü ile bozup değiştirerek onu yeni bir arka planda, farklı biçimli bir sanat nesnesi haline dönüştürür. Böylelikle, hayal gücü duyusal ve nesnel olguya biçim vererek, kendine özgün bir varlık elde etmiş olur. Ama aynı hayal gücü, aynı zamanda, bu objeyi bireysellikten kurtararak ona evrensel gerçekliği yansıtan tümel bir biçim de verir. Hayal gücü, eğer ki yaşamın tarihsel gerçeklik temellerinden koparak, gerçek üstü, dışa vurumcu, ruhçu, cinci, perici, aşkın evrenci, form, fonksiyon, biçim ve içerik yıkıcı yansıtmalara yöneldiği anda sadece kendi bireysel bilinç akışını yansıtmış olur. Estetik beğeni, ortak insan aklınca kabullenilmiş, yöresel ya da evrensel toplumsallık, tarihsel dönemsellik ve tarihsel dönüşüm içerir. Tek bir iki birey için ya da tek birkaç gün için sanat diye bir şey yoktur.

Sanat, eski taşlarla yeni bir yapı inşa etmek, estetik ise bu yapının biçim–içerik ve form-fonksiyon ilişkilerindeki uyum ahenk, oran ve bütünselliği onaylamaktır. Bütünsellik demek; sanata estetik dışında etki eden, kültür, coğrafya, tarihsellik, teknoloji ve ekonomi gibi nesnel ve yaşamsal faktörlerin de, estetik tarafından, estetiğin kendi güzellik kriterleri ile birlikte bir bütün olarak değerlendirilmesidir. Estetik obje, tıpkı üretim objesi gibi, insan etkinliğinin bir toplumsal ve tarihsel ürünüdür. Doğadaki imgenin simgeye dönüştürülmüş halidir. Sanatın tarihe ilk çıktığı paleolitik çağda, ilk sanatçılar, ilk sağlıkçılarla, ilk ruhbanlarla ve ilk avcılarla aynı insanlardır. Doğadaki imgelerden dönüştürdükleri simgeler, (taştan bilyeye) daha sonra daha da gelişmiş simgelerin imgeleri (bilyeden tılsımlı kolyeye) olmuştur.

ESTETİK ANLAYIŞININ VE SANATIN TARİHSEL KÖKENİ

Avcı toplayıcı yaşam tarzının egemen olduğu devirde, ki bunu aynı zamanda paleolitik çağ yani taş devri olarak adlandırıyoruz, insanların doğada, hayvanlarda, çiçek, böcek, yaprak ve ağaçlarda, iskeletlerde görmeye alıştıkları yegane şey simetriydi. Simetrik, uyumlu ve orantılı olmayan şeyler, örneğin bir gözü olmayan insan, hantal gövde ve bacaklar, aşırı büyük veya küçük organlar, bir ayağı olmayan hayvan, insanın gözünde sağlıksızlığın ve ölümün göstergesiydi. Dolayısıyla taş devri insanının en önemli estetik amacı güç ise, en önemli estetik kriteri de, uyum, oran ve simetriydi. Kap kacak süslemelerinde, alet saplarına yaptıkları oymalarda, venüs ya da hayvan heykelciklerinde ve vücut boyamalarında, sürekli olarak simetrik formlar kullanmışlardı.

Eski çağlarda insanlarda, korktukları ve açıklayamadıkları, şimşek,  gökgürültüsü, fırtına, ışık gibi güç ve hükmetme kaynağı olan kuvvet etkenleri önem kazanmaktaydı. Bu kuvvetler bağımsız ve kendi başlarına bir güç olmalarına rağmen, herhangi bir eşyaya, ağaca, heykele, binaya veya hayvana atfedilerek, o şeyde o gücün kaynağı simgeleştiriliyor, o şey aracılığı ile gücün kaynağı ile iletişime geçiliyor ve böylelikle o şey kutsal mitolojik bir kavram haline dönüşüyordu. Estetik algıları tamamen günlük yaşam ve üretim faaliyetlerinden kaynaklanıyordu. Avladıkları ayının, aslanın, geyiğin dişlerinden, kemik veya pençesinden yaptıkları kolyeler veya süs eşyaları en az onlar kadar güçlü ve hızlı olduklarını, uyumlu ve sağlıklı olduklarını diğer insanlara ifade eden simgelerdi. Gerçek kuvvetlerin bu simgelerle soyutlaştırılmaları, aynı zamanda, insanlık tarihinde sanatta soyut anlatımın ilk örneklerini meydana getiriyordu. Bu dünya görüşü pagan inançların da kaynağı olup, animizm dediğimiz ve ilkel kavimlerde doğaya ve doğa kuvvetlerine can verme inancı ile astral mitoloji (yıldızlar mitolojisi) de ortaya çıkmıştır.

Milattan önce 6. binyıldan itibaren insanlar avcı toplayıcılıktan yerleşik tarım ve hayvancılık yaşam düzenine iyice geçmeye başlamışlardı. Neolitik Çağ dan Kalkolitik Çağa geçilmişti. M.Ö. 6.400’de Anadolu ve İran’da bakır bulunmuştu. Sümerler, M.Ö. 3300’de tekerleği, M.Ö. 3.200’de yazıyı, 3.000’de de tuncu ve sabanı buldular. Hititler M.Ö. 1.700’de demiri buldular. Artık sadece kendilerine yetecek kadar hayvan avlayıp bitkisel ürün toplamıyorlar, yerleşik tarım ve otlak arazileri sisteminde, kişisel

ihtiyaçlarından çok daha fazla tarım ve hayvancılık ürünleri üretebiliyorlardı. Tarım, hayvancılık ürünlerinde, kap kacak teknolojisi ve pişirme saklama yöntemlerinde meydana gelen buluş ve gelişmelerle ekmek, peynir, şarap, zeytinyağı vb. yeni gıda maddeleri ile keten dokuma, deri giyim, madeni el ve savaş aletleri, balık olta ve ağları, kereste, deniz tekneleri, süs takıları vb. yeni ihtiyaç malzemeleri de insan yaşamında

yerini almaya başlamıştı. Bakır ve tunçtan sonra demir de keşfedilmiş, tekerlek ve sabanın keşfiyle de tarımsal üretimde devrim boyutunda bir patlama meydana gelmiştir. Dolayısıyla insanların ellerinde ihtiyaçlarından fazla üretim maddesi birikmeye başlamıştı ve insanlar, fazladan sahip oldukları mallarla başka toplulukların veya kişilerin sahip oldukları fazlalık malları, ihtiyaçları doğrultusunda değiş tokuş edebileceklerini farketmeye başladılar.

Özellikle Mezopotamya bölgesi ve Nil havzası gibi sulak bölgelerde üretilen ürünlerin toplanıp dağıtılması yepyeni bir iş gücü gerektiriyordu. Bu iş, rahipler tarafından, artık ürünün tapınaklarda toplanıp buralardan dağıtılması şeklinde gerçekleştirildi. Bu durum da, insanı yepyeni bir kavram olan özel mülkiyet ile tanıştırdı. Özel mülkiyetin dış toplumlardan gelecek saldırılardan korunması, hatta dışarıya yapılacak saldırılarla arttırılabilmesi için savaşçı askerleri olan yönetici bir sınıfa ihtiyaç vardı. Bu yönetici sınıf, göçebe savaşçı çoban toplulukların, koruma ve haraç toplama amacı ile yerleşik tarım ve hayvancılık toplumlarının yakınlarına yerleşmeleri ile oluşmuştur. Ve yönetici sınıfın, ordularını ve kendisini ayakta tutacak soylu ve rahipler sınıfını besleyebilmesi için çok büyük arazilere yayılmış olan köylerdeki üretici insanların ürettikleri artı değerleri, düzenli bir şekilde toplaması ve bunun sürekliliğini sağlaması gerekiyordu. Telefon, telgraf ve kitle iletişim araçlarının olmadığı bir devirde, çok geniş coğrafyalarda bu sistemi en az kayıpla sağlayabilecek tek bir yöntem mevcuttu. O yöntemin adı da korkuya dayalı itaati sağlayacak olan, aşkın öznelere inanç ve koşulsuz şartsız biat idi. Yılın üç yüz atmış beş günlük ve dört mevsimlik döngülerle tekrar ettiğini bulan, Nil Nehri’nin yıllık taşma döngülerini tesbit eden, yönetici krallar ve onların yönetici sınıfları, bütün toplumlarda, kendilerine bağlı rahip ve kahin sınıflarıyla, kendilerinin bizzat tanrı olduklarını veya yıldırımları düşüren, fırtınalar çıkaran, depremler yaratan, kar, tipi, ayaz, kuraklık sel vb. felaketler gönderen, güneş, yağmur vb. bolluk bereket gönderen tanrıların oğlu vb. yeryüzündeki temsilcisi olduğunu, yayarak, kendisine ve komutanlarına biat edenlerin hem bu dünyada bolluk bereket göreceği, hem de öldükten sonra sonsuz cennet ile ödüllendirileceği, karşı gelenlerin ise, hem bu dünyada yıldırımlarla, seller, kuraklık ve hastalıklarla acımasızca cezalandırılacağı, hem de öldüklerinden sonra, karanlık ruhlarla ve korkunç ateşlerle dolu bir cehennemde sonsuza kadar yakılacağını insanlara empoze etmişlerdir.

Estetik03

Kalkolitik çağda, ertesi gün güneşin doğup doğmayacağını dahi bilmeyen, mevsimlerin ritmik döngüsünden bi haber, Akdenizi veya Atlas Okyanusunu dünyanın bittiği yer olarak bilen kitlelerin, sırf hayatta kalabilmek için, yönetici sınıfları tanrısal olarak kabullenip benimsemekten başka çareleri yoktu. Sonuç olarak, duvar ve tablet resimlerinden sonra, yepyeni bir sanat şekli olan totem heykel ve heykelcikler ortaya çıkmıştır. Artık yapılan, gerek resimler, gerek duvar rölyefleri olsun, gerekse heykelcikler olsun, her biri yer tanrısı, gök tanrısı, su tanrısı, yeraltı tanrısı vb. aşkın özneleştirilmiş yüzlerce tanrıdan birini simgeliyor, o tanrının ruhunu taşıyor, o heykelcik ve resim sembolü aracılığıyla hem o topluluğu veya bireyleri kötü ruhlardan koruyor, bolluk, bereket ve hayati idameyi sağlıyor, tanrıların yeryüzündeki ifadesi ve iradesi olan kralın yolundan ayrılanları da fizik ötesi algı gözü ile, ölüm sonrasında hesap verecekleri aşkın dünyadaki ceza meleklerine jurnalliyordu.

Çok tanrılı dinler, henüz hiç bir bilimsel yargının insanlara ulaşmadığı bir dönemde, insanların her türlü felakete, saldırıya karşı birlik olarak karşı koyabilmesinin, kralın da çok büyük coğrafyalarda, sayıları artmaya başlayan insanları kontrol altında tutabilmesini sağlayan, yegane otokontrol yöntemi olmuştu. Sekiz bin yıl önce başlayan ve günümüzden bin altı yüz yıl öncesine kadar devam eden İlkel, köleci tarım toplumunda çok tanrılı dini algılar, artık sanatın tek amacı ve konusu olmuştu. Tanrıların bizzat kendisi veya yeryüzündeki temsilcisi olarak halka tanıtılan krallar, firavunlar ve şahlar için, bu imajı pekiştirmek üzere, insanlara gücünü kabullendirmek adına, devasa boyutlarda, saraylar, tapınaklar, dolmenler, heykeller, dikili taşlar ve anıtsal mezarlar yaptırılmıştır. Ayrıca şehirleri savunma amacıyla yapılan devasa surlarla ve portal kapılar ile birlikte, bu devirde en önemli estetik kriter, anıtsallık ve büyüklük olmuştu.

Estetik04

Mısırlılar ve daha sonra Yunanlılar olarak adlandıracağımız  Grek ve İyonyalılar estetik alanında devrim olan altın oranı bulmuşlardı. Yunanlı filozof Euklid’ e göre; bir AB doğru parçasını C noktası ile böldüğünüzde, AB doğru parçasının uzunluğuna x denirse, uzun bölümün uzunluğu y, kısa bölümün uzunluğu z olursa, tüm doğru parçasının uzunluğu olan x’in uzun bölüm y’ye oranı, uzun bölüm y’nin kısa bölüm z’ye oranına eşit ve rakamsal değerinin 1,618033… olmasına altın oran denir ve doğru parçasını tam bu noktada bölen C noktasına da altın böler denir. Buna benzer olarak yüz, omuz, eller, kollar, ayak ve bacaklar arasında da altın oranlar mevcuttur. Tarih boyunca, Türk İslam sanatında mimaride ağırlıklı olmak üzere, tüm dünyada resim, heykel ve mimaride altın oran kullanılmıştır.

Ümit Şenel

Kaynaklar:

İsmail Tunalı – Marksist Estetik – Altın Kitaplar Yayınevi

Alaeddin Şenel – İnsanlık Tarihi – İmge Yayınları

Server Tanilli – Yüzyılların Gerçeği ve Mirası -Say Yayınları

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.