“O mahiler ki derya icredirler, ama deryadan bihaberdirler.” Denizde ne olup bittiğini balıklar anlayamaz, ancak ona dışarıdan bakan insan anlayabilir. İnsanın anatomisi maymuna bakarak çözümlenemez, tersine maymunun anatomisi ancak daha..
“O mahiler ki derya icredirler, ama deryadan bihaberdirler.” Denizde ne olup bittiğini balıklar anlayamaz, ancak ona dışarıdan bakan insan anlayabilir. İnsanın anatomisi maymuna bakarak çözümlenemez, tersine maymunun anatomisi ancak daha yüksek bir organizma olan insan anatomisine bakarak çözümlenebilir. Hiç bir toplum kendini kendinin bilinciyle tam olarak anlayamaz, o ancak kendinden daha ileri ve gelişmiş bir toplumun bilinci ve ufkuyla anlaşılıp kavranabilir. Kapitalist toplum ve liberal bireyci kültür de, ancak daha ileri ve daha yüksek bir toplum, eşitlikçi, paylaşmacı sosyalist bir toplum bilinci ve ufkuyla tam olarak kavranıp çözümlenebilir.
***
Fransız toplumbilimci Alain Touraine, 1960’lar sonrası Batı fikir hayatında oldukça etkili olan bir aydın. Toplumsal ve kültürel konularda çok sayıda kitabı yayımlanmış. 2013’te yayımlanan olgunluk eseri son kitabının adı “Toplumların Sonu”. Yazarın, hepsi de YKY‘de yayımlanmış, “Modernliğin Eleştirisi”, “Eşitsizliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?”, “Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma” adlı kitapları, başlıklarından da anlaşılacağı üzere, “Toplumların Sonu” kitabının ön hazırlıkları niteliğinde diyebiliriz.
Touraine, bu son kitabında yarım ağızla aydınlanma değerlerine, modernliğe ve bilime inandığını, postmodernizme pek ısınamadığını belirtse de, gerçekte bu, onun postmodernizm treninin yolcusu olmadığını göstermez. Onun yer yer pstmodernizme yönelik eleştirel söylemi ile konumu ya da eylemi arasındaki çelişki gibi görünen şey de, trenin vagonunda zaman zaman ters yönde yürüyerek yarattığı budalaca bir yanılsamadan başka bir şey değildir.
Batı uygarlığını bir trene benzetirsek, Batılı aydının yüzde 95’inin içinde yer aldığı neoliberal-postmodern mantık, değer ve kavramlar bu trenin düşünce sistemini, kültürünü, kısacası gidiş yönünü oluşturuyor. Touraine de, Batı kapitalist-emperyalist sisteminin iflah olmaz bir çürüme, mafyalaşma illetiyle çöküşe doğru hızla ilerleyen bu trenin önde gelen, saygın bir yolcusudur. Zaman zaman papazın (emperyalist efendinin) sakalını çekiştirip rahatsız etse de onun kucağında oturmaktadır.
Ancak, bir çok aydın, entelektüel gibi Touraine de az çok mesleki bir dürüstlüğe sahiptir; onun gereklerini yerine getirmezse kendini inkar etmiş olur. O, bir toplumsal araştırmacı olarak Batı toplumlarındaki onulmaz dağılma ve çözülmeyi doğru saptıyor; ama öte yandan bastırılması olanaksız derin karamsarlık ve korkudan kurtulmak için mezarda türkü söylüyor adeta. Bir Avrupalı kibriyle ve tamamen öznelliğe batmış bir mantıkla içi boş, akıl dışı, bilim ve gerçek dışı tezlerle Batı’nın kangrene dönüşen çıkmazını, çürümüşlüğünü ve çaresizliğini her tezinde, her paragrafında adeta itiraf ediyor.
***
Yolunu şaşırmış, tarihsel bilincini ve değerlerini kaybetmiş Batılı postmodern aydın zırvalığı ya da disütopya (ters-ütopya, çöküş ütopyası) fantezisi “tarihin sonu”, “sanatın sonu” teorileriyle tam bir koşutluk taşıyan “toplumların sonu”ndan söz edebiliyor. Bunu yaparken, sosyalist bir seçeneğe, eşitlikçi, paylaşmacı ve gerçek özgürlükçü bir geleceğe inanmadığı gibi, başka bir toplumsal seçeneğin de olanaksızlığı nedeniyle bin bir dereden su getirerek soruna açıkça bir toplumsal sistem sorunu olarak bakmaktan yan çizmenin teorisini yapıyor. Bu nedenle sorun kapitalist Batı toplumlarının bir çöküş, çürüme krizi olduğu halde bu gerçeği kabullenmekten özenle kaçınıyor ve bilimsel dürüstlüğü terkederek sorunu, bütün insanlığın evrensel bir sorunu gibi göstermeye kalkıyor.
Önerdiği çıkış yolu ise, tam bir akıl dışılık, sefalet ve perişanlık. Bütün bu çöküntünün, dağılma ve umutsuzluğun nedeni kapitalizm olduğu halde, çıkış yine onun bireyci kültürü içinde, birey “özne”sinde aranıyor. Bütün kurtuluş umutları, toplumsal bağlarından kopmuş ve yalnızlaşmış bencil bireye dayanan garip bir soyut “özne” tanımına ve onun “aktör”lüğüne bağlanıyor. Bu nedenle, çöküş ve çürüme olgularına karşı geliştirdiği seçenekler, son derece saçma, gerçekleşme olasılığı sıfır, zavallıca ve tutarsızlıklarla dolu. Özetle, 480 sayfalık “Toplumların Sonu” kitabı, dağılan Batı gerçeğinin farkında ama bunu açıkça itiraf edemeyen bir Batılı aydının, bu nedenle lafı dolandırdıkça dolandıran ve sonuçta gerçeği parça parça, ıkına sıkına, kıvıra kıvrana itiraf edişinden ibrettir.
Gerçekleşme olanağı, ekonomik ve toplumsal karşılığı olmayan, ideolojik ve programatik bir bütünlükten tamamen yoksun, soyut “adalet”, “etik”, “özne”, “aktör” kavram ve değerleriyle süslenmiş, şekilsiz, yönsüz fantastık bir denemeler yığını ile karşı karşıyayız. Ayrıca bu sözünü ettiğimiz kavramların içeriği, aydınlanma ve modernleşme değer ve idealleriyle değil, postmodern düşünce ve değerlerle organik bütünlük içindedir. Üstelik bütün bu düşünce ve tezler, kapitalizmi sistem olarak asla hedef almayan, piyasacı ve bireyci kültürün çürüme ve çözülme malzemelerine dayanmakta.
***
Yazar, küreselleşmenin önde gelen kuramcılarından, “İdeolojilerin Sonu” kitabının yazarı Daniel Bell’le birlikte “Postendüstriyel Toplum” (Sanayi Sonrası Toplum) teorisinin de kurucularındandır. Touraine bu kez, “tarihin sonu”, “tüketim toplumu”, “iletişim toplumu” vb teorileriyle bağlantılı, bilim ve tarih dışı bir “toplum” tanımı yaparak karşımıza çıkıyor. Öyle içler acısı bir saçmalıklar yumağı ki, tam bir dağılma, başkalaşma-bozulma ve çöküş kültürünün ruh halini, düşünce biçimini, aydınlanma değerlerinden köklü kopuşun çelişki ve tutarsızlıklarını yansıtıyor.
Ayrıca postmodernizm nedir diye soranlar için diyebiliriz ki, “Toplumların Sonu” kitabı, tam da bu kültürün çok yönlü kapsamlı bir öyküsüdür. Aslında toplumların değil kapitalist Batı uygarlığının hem ekonomik ve siyasal, hem de felsefi, ideolojik ve kültürel olarak sona gelip dayandığının öyküsüdür bu. Her öyküde olduğu gibi bu öyküde de geleceğe ilişkin sözde bir umut üretilmeye çalışılırken, gerçekte bir uygarlık olarak Batı’nın büyük tarihsel yazgısı bütün açıklığı ve karabasanlığıyla itiraf edilmiş oluyor.
Çok öğretici ve çarpıcı olan da şudur: Touraine, krizin ve çaresizliğin ekonomik nedenini ve “toplumların sonu”nu, tuhaf ve saçma bir mantıkla, “mali sermayenin üretimden kopuşu ve dünya çapında mafyatik spekülasyonlara başvurması” sonucu ekonomi ile toplumsal ve ahlaki değerler arasındaki bağların kopuşuna bağlamaktadır. Böylece, tıpkı bütün gerici sınıf ve ideologlar gibi, ekonomik temelden kopuk, yani ekonomik ve toplumsal temelde köklü, devrimci bir dönüşüm zorunluluğuna ikiyüzlüce -çünkü yukarıdaki kendi ifadesi bunu gerektiriyor- gözler kapatılıyor ve gerçek dışı, öznel güçlere bel bağlanıyor. “Toplumların üstünde”, “insan haklarına dayanan”, “özne”nin iradesine bağlanmış gerçek dışı soyut bir ahlak, bir hak ve adalet mücadelesi…
Geçerken şunu da vurgulayalım: Kitap o kadar berbat ve anlaşılmazlıklarla dolu bir çeviri ki, çevirmeninin Fransızcayı kendi dili Türkçeden daha iyi bildiği kesin, ama en azından bir çeviri yapacak düzeyde bile kendi dilini ve onun yapısal mantığını bilmediği de açık. Yazarın gerçek düşüncesini Türkçeye anlaşılır bir biçimde aktarma konusundaki bu ciddi beceriksizlik ve özensizliğe karşın, kitabın ana temasını şöyle netleştirmek mümkün:
a) Kapitalizm ve modern çağın sınıflara dayanan kurum, örgüt, siyaset ve mücadele biçimlerinin “sanayi sonrası toplum”da artık sona ermesiyle birlikte “toplumlar” da sona ermektedir. b) Toplumsal mücadeleler, yani sınıfsal, ideolojik ve kültürel mücadeleler artık mümkün değildir. c) Toplumsal sınıf, kurum, kimlik ve mücadelelerin yerini, bilinç ve irade kaynağının neredeyse toplum dışı, doğa ötesi bir yerlerde olduğu anlaşılan idealist bir bireysel “özne” ve -etnik ve cemaatsal kimlikler, feministler, çevreciler, eşcinseller gibi- kültürel kimlikler alıyor. Kısacası, nesnelliğin yerini postmodernizmin yücelttiği öznellik, yani öznel idealizm almıştır. d) Özetle, -yukarıdaki kültürel kimliklerin de bireysel “özne”lere eklendiği, bireyin vazgeçilmez haklarını savunma -ya da insan hakları- temelinde, özellikle 2008 krizinden sonra Batı toplumlarının içine düştüğü çaresizlik, umutsuzluk ve dağılma eğilimine çare aranıyor.
Touraine’in şu cümlesi, gerçekte bu vahim tabloyu değiştirme umudunu yitirmişlerin tam bir çaresizlik ve çırpınma hezeyanıdır. “Hükümetlerin güçsüzlüğü ve toplumsal aktörlerin olmayışı karşısında, umudun cesareti, eylem istenci, yaratma, yenileşme, modernleşme çabası için -ki yalnızca bunlar kurtarabilir bizi cehenneme doğru sürükleyecek bir kayıptan- güç bulmamızı sağlayacak şey, kendi kendimize dönmek değil midir?” (s.16).
Dikkati çeken çok önemli bir başka nokta, yazarın “toplumların sonu” başlığında topladığı bütün tezlerini “bilimsellik” adına evrensel gerçekler olarak gösterme tutumu ve gerisindeki Batılı kibir ve ikiyüzlülüktür. Çünkü, insanlığın ancak yüzde yirmisini oluşturan Avrupa ve ABD’deki ve onların dayandığı kapitalist sistemin nihai olgunlaşma -doğal olarak çürüme- noktasındaki neoliberal, bireyci sistemin çürüme ve çöküş etkenlerini, bütün dünya için genellemek basit bir kurnazlıktır, ne bilimsel ne de gerçekçidir. Bu olsa olsa, dünyanın merkezi benim, her türlü gelişmeyi ben belirlerim, ben batıyorsam dünya da batıyor diyen, gerçeklere tamamen karşıt Batılı bir kibir, bencillik, hatta ırkçılıktır; hatta “benden sonra tufan” mantığıdır.
Bütün bunlara ek olarak, yazarın toplumbilimsel teorisinin merkezi tezini ise, işçi sınıfının, modern çağa damgasını vuran toplumsal ideolojik işlevini yitirdiği ve yerini bütün dünyada yaşanan büyük göç dalgasıyla ifade edilen, küresel kapitalizmin esnek çalışma sistemiyle ortaya çıkmış ve adına “prekarya” ya da “yersiz-yurtsuzlar” denilen, düzenli iş güvencesi olmayan bir çalışan kesimin aldığı düşüncesi oluşturuyor. Bu, bütün sosyalizm döneklerinin, neoliberallerin ve postmodern teorisyenlerin tekrarladığı, kapitalizmin güdümündeki teknolojiyi, yapay zekayı ve piyasayı kadiri mutlaklaştıran ve kutsallaştıran bir ezberdir.
***
Yazarın şu düşünceleri sanırım toplumsal olanla olmayan ayrımını biraz kapalı bir biçimde de olsa veriyor: “(…) kurumsallaşmış toplumsal normların yerini alanın kültürel değerler olduğu (…) Bu değerler ya da ilkeler toplumsal değildir; kurumların hatta yasaların üstündedir. (…) kökenlerinin toplumsal örgütlenmenin dışında olduğunu, içeriklerinin evrensel olduğunu, bu yüzden de kendilerini kurumlara dayattıklarını vurgulamak için bunlara etik demeyi yeğliyorum” (s.12).
Batı’da bile mesleğine ve bilime biraz saygılı hiç bir akademisyen ve aydının asla kabul etmeyeceği bu bilim dışı yaklaşıma göre, hepsi toplumsal bir nitelik taşıyan modern çağın bütün kurum ve kuralları, bütün toplumsal, sınıfsal, siyasal yapıları yerini “toplumsal olmayan”, toplumlar/uluslar üstü “kültürel değerler”e terketmiştir!.. Yani, toplumların başka bir ifadesi olan uluslar, ulusal bütünlükler de küreselciliğin ve postmodernizmin temel bir tezi olarak hedefe konmuş, “sonu” ilan edilmiştir. Bilindiği gibi “Küreselleşme”nin baş düşman olarak ilan ettiği yapılar ulusal devletlerdi.
Evet, bu “toplumlar çağının sonu” teorisinin altını biraz daha kazalım, bakalım ne çıkacak. Gerçekliğin varlığını-yokluğunu kibirli öznel kişiliğin dilinin ucundaki yargısına, “var” ya da “yok” demesine bırakan bu çarpık bakış, toplumların varlığını-yokluğu konusunda yolunu-yönünü de şaşırmış, umudunu yitirmiş bir aydının saçmalamalarıdır. Saçmalıklar o boyutta ki tarih ve toplumlarla ilgili bütün gerçekler ve bilgiler çöpe atılıyor:
“Bir dönüşüm yaşıyoruz. Ben bunu toplumsal olanın sonu, hatta toplum fikrinin bırakılışı olarak adlandırıyorum. (…) Toplum kavramının bize dayatılışı ve 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren önce İtalya’da toplumsal yaşamın dinsel gösterimlerin yerini almaya başlayan devlet kavramının yerine geçişi, şunun şurasında bundan yalnızca iki ya da üç yüzyıl öncesine dayanır. (…) Yani bugün toplum adını verdiğimiz şey öncelikle dinsel erkin ve kral erkinin ya da oligarşik erkin dünyanın bir bölümünde ortadan kaldırılışının meyvesidir” (s.29).
Peki, “toplum kavramı bize dayatıldı” diyen, tarih bilincinde yoksun ya da postmodern kibirlilikle tarihsel süreçleri reddeden bu dangalakça mantıkla, annemi bana zorla dayattılar diyen çocukça hödüklük arasında bir fark var mıdır? İş gelip dayanıyor, toplum dışında bir birey -ve onun düşüncesi- ve tarih dışında bir toplum var mı sorusuna. Bu sorunun yanıtını bundan 2500 yıl önce Aristo vermiş, “insan toplumsal bir varlıktır” diyerek. Bunun farkında olan ama beyni çöplüğe dönmüş, çürümüş bu Batılı sosyolog onu da kabul etmiyor ve aklı sıra inceden eleştirmeye kalkıyor. Çünkü o, bütün potmodernistler gibi tarihi ve her şeyin tarihsel olma zorunluluğunu da, bireye ait her şeyin toplumsal olduğunu da aklı sıra reddetmeye kalkıyor.
***
Toplum ya da toplumlar nedir? Aslında, yazarın tam aksine toplum, insanın alet ve üretim yaprak toplu halde yaşamayı daha bilinçli ve örgütlü, kuralları, yasa(k)ları, asgari bir işbölümü, büyüsel, dini, sanatsal, ahlaki ritüelleri ile belli töre, tabu ve gelenekler oluşumuyla birlikte başlamıştır. Sınıflı toplumlar öncesi bu toplumlara, klanlar, kabileler, aşiretler biçiminde örgütlenmiş, her şeyi eşit paylaşan ilkel komünal toplumlar deniyor. Sınıflara ve işbölümüne dayanan, daha ileri ve karmaşık toplumlar, devletin ortaya çıkışıyla başlamış, yaklaşık 5-7 bin yıllık bir tarihe sahip. Sınıfların oluşumu, devletleşme, yazının icadı, yasaların doğuşu (Mezopotamya’da Hammurabi yasaları), felsefenin, bilimin, sanat ve edebiyatın kurumlaşarak gelişimi… İşte geçtiğimiz 7 bin yıllık insanlığın işbölümü ve sınıflaşmaya bağlı toplumlardan oluşan, en son ulusal bütünlüklerde örgütlenerek bugüne gelen uygarlaşma süreci budur.
“Toplum fikrinin çöküşü her şeyden önce tarihsel eylemin ve tarih felsefesinin kutsallaştırılmasının çöküşüdür”(57) diyen yazarın postmodernizmin çöküntü ruhunu yansıtan hastalıklı bakışıyla, toplumları modern çağla, 14. ve 15. yüzyıllardan, yani Rönesans, Reform, Aydınlanma akılcılığı ve kapitalist toplumla başlatan mantığının tarihi reddeden bir zırvalama olduğu çok açıktır. Ona göre, ortaçağda toplumlar yoktu, Yunan, Roma, Mısır, Sümer, Hint, Çin uygarlıklarını yaratanlar toplum değildi!… Ona göre, MÖ 4. yüzyıldan, Hunlarla başlayan, Osmanlının çöküş sürecine girdiği MS 18. yüzyıla kadar yaklaşık 2 bin yıl insanlık tarihine damgasını vuran Türkler, bir toplum hiç değildi. Nietzscheci mantıkla her şey an’dadır, bugündedir diyen Touraine ve benzerlerine göre, geçmiş ve gelecek diye bir şey yoktur. Bu perişanlığı ve sefaleti ülkemizde de belli bir kesimin hâlâ savunuyor olması ne acıdır.
Demek ki, insanlığın sürü olmaktan çıkıp düşünen ve alet yapan bir varlık olması, toplumsal olarak üretim yaparak, böylece doğayı ve kendini değiştirerek mümkün olmuştur. Bugün de bundan sonra da tarih içinde kendini yeniden yeniden üreterek bugüne gelmiş insan, toplumsal bir varlık olarak insandır. Tersi bir olgudan söz edilemez, yani toplum(sal)dan -ve aynı zamanda tarihselden- kopuk bir insan gerçekliği de yoktur. Demek ki, neoliberal Touraine ve benzerlerinin “tüketici bireycilik toplumsal ilişkilerin karmaşıklığının yerini alıyor…” (35) diye tanımladığı ve tarihi değiştirecek “özne” olarak kutsadığı bencilleşmiş “evrensel” birey dışında umut bağlanacak bir güç kalmamıştır!…
Burada, toplumsal bir varlık olarak tarihte bireyin rolünü asla yadsımadığımızı vurgulamalıyım. Özne ya da öncü, seçkin aydınlar, önderler, liderler, kahramanlar, tarihte, toplumların üretici ve değişim dinamiklerinin seçkin bir parçası olarak, toplumların harekete geçirilmesi ve devrimci dönüşümlerin gerçekleşmesinde tayin edici roller üstlenmiştir.
***
Sonuç olarak, özneyi toplumdan, toplumu tarihten, ahlakı, adaleti, sanatı ekonomik, toplumsal ve tarihsel gerçeklerden kopartan bu anlayış, Batı’nın postmodern çöküntü kültürünün bugünkü egemen biçimidir. En başta vurguladığımız gibi, bu çöküş ve çürümenin Batı’nın kendi içinden kendi biliciyle yeterince kavranıp devrimci bir pratikle değiştirilmesi çağımızda olanaksızdır. Çünkü bu devrimci değişimi gerçekleştirecek öznel dinamikler (sosyalist-devrimci güçler) dağıldığı ve yozlaştığı gibi nesnel dinamikler de geri çekilmiş, ideolojik ve siyasal mevzilerini yitirmiştir. Çıkış, Batı’nın dışındadır, Doğu’dadır. Eşitlikçi, paylaşmacı, kamucu ve gerçek anlamda özgürlükçü toplum idealine sarılmaktadır.
Mehmet Ulusoy
Haziran 2024
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.