Ömer Seyfettin’in, Balkanlardaki iki yıllık ateş içinde yoğrulmuş deneyimleri, onun, daha 1911’de Osmanlının Rumeli’yi artık kaybettiğini ve burada Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut milliyetçiliğinin başarısının kaçınılmazlığını görmesini, bu sürecin arkasındaki emperyalizmin..
Ömer Seyfettin’in, Balkanlardaki iki yıllık ateş içinde yoğrulmuş deneyimleri, onun, daha 1911’de Osmanlının Rumeli’yi artık kaybettiğini ve burada Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut milliyetçiliğinin başarısının kaçınılmazlığını görmesini, bu sürecin arkasındaki emperyalizmin oynadığı açık ve gizli oyunları derinlemesine kavramasını sağladı. Bu kavrayış, salt siyasi boyutta değildi. O, aynı zamanda emperyalizmin bu saldırısının, Tanzimat’tan bu yana sözde çağdaşlık, uygarlık adına Osmanlı aydınında yarattığı “insaniyetçilik” ya da “beynelmilelcilik” (kozmopolit bir enternasyonalizm), liberal özgürlükçülük, “barışçılık”, masonluk gibi gayrimilli akımların emperyalizmin uzantısı ve onların Osmanlıyı sömürgeleştirme siyasetinin bir parçası olduğunu da bütün boyutlarıyla kavramıştı.
“Milletim nevi beşer, vatanım ruyi zemin” (Milletim insanlık, vatanım bütün dünya) deyişiyle kendini tanımlayan, bir taraftan vatansızlığı, diğer taraftan da “Osmanlı milleti”ni savunan büyük bir gaflet ve aymazlık içindeki bu çevreler, Türklerin millet olma hakkına şiddetle karşı çıkıyor, Türk halkını aşağılıyordu.
Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı, Ziya Gökalp ve Ali Caniple birlikte, Genç Kalemler Tahrir Heyeti olarak, 1911’de yayımladıkları “Vatan Yalnız Vatan” başlıklı kitapçık, işte bu gerçekler ışığında ele alınmış, vatansızlığa karşı vatanseverliği haykıran bir metindir. “Türklerin milletlerarası teşekküllerden, masonluktan, beynelmilel sosyalistlikten uzak kalmaları”nın anlatıldığı (15) kitapçık, Yeni Lisan’dan sonra, genel olarak Batıcı liberalizme ve emperyalizmin yedeğine düşmüş Batı merkezli sosyalist enternasyonalizme (2. Enternasyonal) karşı ulusalcı aydınların karşı çıkışını ifade eden ikinci bir manifesto niteliğindedir. “Yeni bir gazete yayıma başladı. İsmi Güneş… Yazıları Türkçe, Fransızca, Rumca, Musevice… Okuyucularına arzettiği kısa ve müphem bir programda ‘İnsaniyet’ fikrini destekleme, yani ‘beynelmileliyet’ (enternasyonalizm) fikirlerini yayacağını ilan ediyor’ cümlesiyle başlayan kitapçık girişini şöyle tamamlıyor: Beynelmilel gizli cemiyetlerin, beynelmilel gizli gayelerine hizmet ettiği her satırından anlaşılan bu risaleciği biz de görmemiş, biz de önem vermemiş olabilirdik. Lakin, vatanımızın etrafında dönen entrikalar, bu entrikaların hiç beklenilmeyen renksiz ve aldatıcı tezahürleri bizi dikkate mecbur ediyor.”(16)
Ömer Seyfettin ve diğer Türkçüler sosyalizm konusunda genel bir bilgiye sahip olsalar ve Akçura gibi birçoğu kendini ona yakın hissetse de, bilimsel sosyalizm cephesindeki 1910’larda emperyalizme karşı tavır konusunda giderek derinleşen yol ayrımını bilmeleri beklenemezdi. Birinci Dünya Savaşı’na karşı tavırda netleşen bu yol ayrımı sonucu, daha sonra Lenin’in önderliğinde Komünist Enternasyonal adını alan Rusya’da Bolşevikler, Almanya’da Sapartaküsler ve bazı tek tük sosyalistler (Şefik Hüsnü ve Ethem Nejat’lar bunlardan etkilenerek komünist oldular) dışında Avrupa’daki 2. Enternasyonal’e (bugün CHP merkezinin savunduğu Sosyal Demokrasi bu ideolojinin devamıdır) bağlı tüm Sosyalist ve İşçi Partileri kendi emperyalist hükümetlerinin yanında yer aldılar. Yani hepsi de Osmanlı’nın paylaşılması ve sömürgeleştirilmesi siyasetlerini desteklediler ve bunu, sante bir “insaniyetçilik” (hümanizm), “barışçılık”, “enternasyonalizm” adına yaptılar.
19. yüzyıldaki Marks’ın Avrupa’yla sınırlı devrimci enternasyonalizmi emperyalizm çağıyla birlikte artık bu işlevini yitirmişti. Ama şu bir gerçektir ki, Türkçüler, kendi yaşadıkları pratikten, 2. Enternasyonal’in, aynen bugünkü küreselleşmeci AB’ciliği “enternasyonalizm” diye yutturmaya çalışan sözde “sosyalistler” gibi, emperyalizm cephesinde “uygarlık”ın ve “insaniyet”in (bugün “insan hakları”) misyonerliğine soyunduklarını, ulusal devlet yıkıcılığı yaptıklarını çok açık görüyor ve yaşıyorlardı.
Ancak yazarımız genel olarak insaniyet fikrini reddetmiyor, onun nasıl gerçek anlamına kavuşacağını materyalist bir temele oturtuyor: “İnsaniyet fikri… Ahlak karşısında saygı duyulması gereken bu hayale itiraz etmeyiz. Ve arzu ederiz ki, her memlekete, her iklime, her kıtaya göre değişen ahlakın bazı kaideleri faziletler üzerinde birleşsin… Fakat bugünkü medeniyet yalnız iktisadi ihtiyaçların etkisiyle hareket ediyor! Siyasetin altında iktisadi düşünceler var. Siyasette ahlak yok! Ve milletlerarası ilişkilerden hiç biri düşünülemez ki siyasi olmasın.”
O, emperyalizmin saldırısı altındaki ezilen bir dünya ülkesinden insani ideallere daha gerçekçi yaklaşıyordu ve boş hayallere yer yoktu: “’İnsaniyet’ ve ‘insanların genel kardeşliği’ esasına dayanan bir hayal, inkar olunamaz ki, pek latif ve pek caziptir. Lakin o kadar boş, o kadar yalan, o kadar saçmadır ki, bu gerçekleşmesi olanaksız hayale bugünkü vatanı olan Batı’da alimlerin, filozofların, aydın ve fencilerin çoğunluğu düşmandır.”(17)
Ömer Seyfettin’in çağın siyasi gerçekleri konusunda ne kadar sağlam, bilimsel bir bilgi birikimine sahip olduğunu, emperyalizmin niteliğini, kapitalizm öncesi imparatorluklardan farklılığını ve izlediği taktikleri analiz edişinde de görmekteyiz: “Evet, bütün Avrupa kavimleri ‘emperyalizm’, işgal gayesi takip ediyorlar. Lakin işgal ve el koymanın da şekli değişti. Eskiden Romalılar bir usul bilirlerdi: Milletleri silahla mağlup etmek, memleketlerini zaptetmek, kuvvetlerini esir gibi satmak… Bu tarz tamamiyle terk olundu. Şimdi bir nüfus mıntıkası peyda olunuyor. Oradaki ahalinin milliyet fikri uyuşturuluyor. İktisadi ve toplumsal kaynaklar ele geçiriliyor. İşgal sağlanıyor.
“Fransa’nın en sosyalist ve insaniyet muhibi romancısı Emile Zola, “Fecondite”sinde, Afrika’nın geleceğin Fransa’sı olacağını anlatıyor ve ‘şimdiki Fransa, o büyük Fransa’nın müdir [yönetici] beyni olacaktır’ diyor.”(18)
Ve Ömer Seyfettin bugün de aynen söylenmesi gereken çağın en temel gerçeklerini, hemen hemen eksiksiz, büyük bir açıklık ve netlikle dile getiriyor: “Milliyeti, asabiyeti [ruhu], vatanı olmayan kozmopolit bir halk hiçbir vakit onların iktisadi yağmalarına, iktisadi haksızlıklarına, siyasi tahakkümlerine karşı çıkamaz, esir olur. Mahvolur, tarihlerden silinir. İşte ‘insaniyet’ ve ‘beynelmileliyet’ fikrinin bizi sürüklediği uçurum!..”(19)
“Uygar” Avrupa’nın devşirdiği, bu taklitçi, “aşırmacı”, halkına ve vatanına yabancılaşmış aydın tipinin yaklaşık 60-70 yıllık Tanzimatçı derin kökleri vardı. Kendi ulusunu reddeden Tanzimatçı aydının Avrupalı karşısındaki acıklı halini ve onursuzluğunu, yine önemli makalelerinden biri, “Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyase”te şöyle ele alıyordu: “İstibdat zamanında Avrupa’da çalışan Jöntürkler başarı kazanmak için milliyet sevgilerini saklıyorlar, Avrupa’nın ve Türk düşmanlarının pek hoşuna giden Tanzimat düşüncesine sarılıyorlardı. (…) Tanzimat düşüncesi bütün gözleri kör, bütün kulakları sağır etmiş, vicdanları uyutmuştu.
“Türk, Türkler, Türkiye, Türklük, kelimeleri ağza alınmıyor, hatta en güçlü yazarlar “Memaliki Osmani”ye Avrupalıların Türkiye dediğine kızıyor ve Türkiye’de hiç Türk olmadığını iddia ediyorlardı. (…) “Milliyetsiz, Tanzimatçı, mefkuresiz politikacılar Türklükte bir dinsizlik olduğunu fısıldıyorlar, gayrimilli ulemanın kinini ve taassubunu kımıldatıyorlardı. (…) Bu itirazların boşluğunu, hiçliğini gören Tanzimatçı politikacılar, bu sefer Türklüğü irtica farzettiler. Ve “Altaylara doğru…” diye eğlenmeye başladılar. Ve ne gariptir ki Türkiye gibi fiili bir Türk diyarında Türk tarihi gazetelerle inkar olundu.”(20)
1912’de Balkan yenilgisinden ve Edirne’nin İttihatçılar tarafından geri alınmasından sonra kaleme aldığı ve Rumeli’nin kaybedilmesi sonrası durumu, Hıristiyan azınlıkların emperyalizmin desteğinde yürüttükleri faaliyetleri ve “Hürriyet ve İtilaf”çı ihaneti sergilediği yukarıdaki makalesinde bu “hürriyetçi” Batı işbirlikçisi çevrenin ihanetini şöyle sergiliyordu: “Lüleburgaz hezimetinden sonra Türk düşmanlarının çıkardığı Türkçe bir gazete ‘Muharebeyi kaybettik; fakat yine muzafferiz, İttihat ve Terakki’den millet kurtuldu’ diyor ve ordunun mahvolduğuna seviniyordu.”(21)
Seyfettin’in masonluğa karşı tavrı, emperyalizmin, “insaniyet” ya da “beynelmilelcilik” adı altında geri ülkelerin aydınlarını avlayarak hizmetinde kullanmak için masonluğu nasıl bir alet olarak kullandığının doğru ve net bir şekilde kavraması açısından çok önemlidir. Ömer Seyfettin’in masonluğa düşmanlığı, dinsel bir inanç düzleminde değildir, yani masonluğun “dinsizlik”, “din düşmanı” olup olmadığıyla ilgili değildir. “Toplumsal Türkçülüğün gelişmesine hizmet eden milliyetsever gençlerin ruhuna masonluktan uzak bir şey yoktur. Onlar, ‘beynelmileliyet’ fikrinin, entrikalı ‘insaniyet’ hayalinin uzlaşma kabul etmez karşıtları, düşmanlarıdırlar”(22) derken, Batı kaynaklı bütün bu akımların aynı misyonla, Avrupa emperyalistlerinin dünya egemenliği misyonuyla donatıldıklarını vurguluyordu.
Çağdaş emperyalizmin esaslarını doğru kavradığı için, masonluğa, tıpkı Atatürk’ün, Lenin’in karşı çıktığı anlamda, emperyalizmin bir uzantısı olarak, emperyalist kültürün bir taşıyıcısı olarak karşı çıkıyor. Masonluğa karşı tavır, Jöntürkler içindeki liberal-Batıcılarla ulusalcılar arasındaki saflaşmanın önemli eksenlerinden de birini oluşturuyordu. Bilindiği gibi, birçok İttihatçının mason olmasına rağmen, Gökalp, Akçura vb Türkçülerin masonluğu reddetmesi ve ona karşı çıkmaları tesadüfi değildir; onların tutarlı antiemperyalist olmalarının önemli bir ölçütüdür.
Özellikle, 18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa’daki burjuva demokratik devrimlerde oynadığı olumlu işlevini emperyalizm çağıyla birlikte yitiren masonluk, bazı insani değerleri Batı’nın çıkarları doğrultusunda kullanan bir misyoner örgütü haline gelmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti “Meşrutiyet’in ilanından önceki çalışmalarında ve gelişmelerinde Selanik’teki mason kulüplerinden çok yararlanmıştı. Masonluk, Meşrutiyet’ten sonra da şehirde pek yaygın bir haldeydi. Öyle ki arkadaşlar içinde Ziya’dan [Gökalp], Ömer’den [Seyfettin] ve benden başka mason olmadık kimse kalmamıştı. Biz, masonluğun insaniyetperverlik süsü altındaki kozmopolit temayülüne muhaliftik” demektedir Ali Canip.(23)
Ömer Seyfettin Meşrutiyet döneminin ortaya çıkardığı, yine Batı taklitçisi ve Tanzimatçı bir başka tür aydın tipine karşı da mücadele etmektedir. Bu tipi 1919 yılında yayımladığı Efruz Bey romanıyla canlandırmıştır. Dönemin komprador veya “Levanten-Frenk” kültürünü çeşitli yönleriyle eleştirdiği bu toplumsal-siyasi mizahi roman, yazarın, halkçılığını ve kendini davaya adamış, bilime ve gerçeğe önem veren, gösterişten ve palavracılıktan tiksinen namuslu aydın kişiliğini de yansıtan en önemli eserlerinden biridir. Efruz Bey, mevki ve üne düşkün, hiçbir meziyeti olmayan, ama her tarakta bezi olan, aşırma, yüzeysel bilgilerle her koşula uyup bilgi satan bir yarım aydındır; aşırı şarlatan bu kişilik Meşrutiyet yıllarının yaygın bir tipidir.
Efruz Bey, daha Meşrutiyet’in ilan edildiği gün mabeyne mensup geçinir ve çevresindekileri korkuturken, bir gün içinde hürriyet öncüsü oluverir. “Yaşasın hürriyet” diye naralar atarak halkın içine karışır, peşine büyük kalabalıklar toplar. İlan ettiği hürriyetin biricik kahramanı olarak ortaya çıkar. “Hürriyet kahramanı”mızın ayak üstü uydurduğu bir hikayeyle hemen kendine, günün “yükselen değer”i İttihatçı bir kimlik yaratması; Hürriyet’i elde etmek için nasıl gizli Jöntürk dernekleri kurduklarını, Sulukule’den Yıldız’a tünel kazmak için nasıl yirmi yıl uğraştıklarını, bir gece Yıldız Sarayı’na girerek tek başına despotun alnına nasıl tabancasını dayadığını, sakalına yapışıp herife, Hürriyet’i nasıl ilan ettirdiğini anlatırken, aynı zamanda, bugünkü köksüz, gösterişçi, kendini beğenmiş, esen rüzgara göre eğilen, palavracı, her şeyi bildiğini sanan ama yarı cahil aydını anlatmaktadır.
Efruz Bey karakteri, “Şimeler” (1914) ve “Gayet Büyük Bir Adam”da (1914) daha açık bir şekilde tarif ettiği, dönemin bir süre İttihatçı olmuş, sonra Hürriyet ve İtilafçılara geçmiş, resmi yazışmalara bile imzasını “feylesof” diyerek atan Rıze Tevfik’tir. Ömer Seyfettin onu, Meşrutiyet dönemindeki yaygın şarlatan özellikleriyle şöyle anlatır: “… Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık ve spor elbiseyle çıkarttığı fotoğrafı… elinde tuttuğu kalın ve korkunç kırbaç… tüyleri ürpermeden kimse bu nefis ve kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki, nazırlar yanında pek küçük kalıyorlardı. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz bilgiye, okumayıp da ‘okudum’ diye iddia ettiği birkaç katrilyon risalenin sayıları da ilave edilecek olursa zekasının… hayır, hayır, dehasının dehşetinden titrememek kabil değildi. (…) Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir yazardı. Liberal gazetelerin baş sütunlarında pantürkizm, panislamizm aleyhinde bir çok yazılar yazdı. Hatta bir dergi, Yeni Lisan-Yeni Hayat hareketinin aleyhinde bulunuyor, milli akımı, asker bozuntusu iki üç yazara bağlıyordu.” (24)
Her çeşit düşünce akımının bazen yanında bazen karşısında beliriveren, dönemin modası ünlü İngiliz flozofu Bacon ve Spencer’in fikirlerini dilinden düşürmeyen kemiksiz Rıza Tevfik, yıllarca biriktirdiği kitaplarını “Türklük iddia eden Osmanlılara inat Hıristiyan ve ecnebi bir kuruma vermişti.” Bu kurum, herhalde sonradan Mondros Mütarekesini imzaladığı kalemini de hediye ettiği Robert Koleji olmalıdır. Rıza Tevfik sonunda, Mütareke yıllarında Hürriyet ve İtilafçıların kurdukları kabineye girmekle, hem İttihatçılar, hem de Anadolu hareketine karşı bir tavır almakla, Meşrutiyet dönemindeki davranış ve düşüncelerinin amacını açıkça ortaya koymuş oluyordu.(25) “Kitaplarını bağışladıktan sonra her hafta Beyoğlu’ndan bir küfe kitap alır ve hamalla evine getirirdi. Hazırladığını söylediği büyük eseri bir palavradan ibaretti. Sıkı sıkıya kilitlenmiş olan dolaplarının içinde hiç kağıt yoktu. Onun eski spor elbiseleri, kırbaçları, kısbetleri, tek ve çifte gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, tesbihleri, neyi ve tanburası dururdu.”
1912’den sonra İstanbul’a yerleşen Seyfettin, Türk Yurdu, Türk Sözü, Yeni Mecmua, Zeka, İfham, Tercümanı Hakikat, Zaman vb dergilerindeki Türkçü toplumsal, siyasal, edebi yazılarında ve hikayelerinde hedef aldığı kozmopolit levanten-Frenk kültürünü, iki kültür arasında parçalanmış, kişiliksiz, sığ, şarlatan, ne o ne bu, duruma göre renk değiştiren yarım aydın tiplerini, bu çevrelerin yaşam biçimini, Efruz Bey romanı başta olmak üzere “Gayet Büyük Bir adam”, “Şimeler”, “Hürriyet Gecesi”, “1/2, Boykotaj Düşmanı”, “Koleksiyon”, “Harem”, “Fon Sadriştayn’ın Karısı” (1917), “Fon Sadriştayn’ın Oğlu” (1918), “Piç” hikayelerinde çeşitli yönleriyle çoğu kez mizahi bir üslupla işlemiştir.
Yazarın “İstanbul devresi” hikayelerinin ilkini oluşturan “Koleksiyon” (1913), İstanbul’daki levanten-frenk ailelerinin ve çevrelerinin dışarıdan göründükleri kadar imrenilecek bir yaşantıları olmadığını, şatafatlı dış görünüşlerinin arkasında çürük ve pis özellikleri bulunduğunu, ilişki kurdukları kimseleri sömürmekten ve ahlaksızlığa bulaştırmaktan başka amaçlarının bulunmadığını anlatmaktadır.
Ömer Seyfettin, bizdeki Batı hayranı taklitçilerin hangi kanallardan etkilendiklerini, Batı kültürünün Türkiye’de öncüleri kabul edilen “tatlısu frenkleri”nin aydınlarımız arasında ahlaksızlığı, çürümüşlüğü yaymakta nasıl bir rol oynadıklarını bu ve benzeri hikayelerde anlatırken, Osmanlı’yı parçalamaya çalışan emperyalist Batı’ya karşı kalemini bütün keskinliğiyle bilinçli bir mücadele aracı olarak kullanıyordu.
Ömer Seyfettin’in fikri ve siyasi yazılarını incelediğimizde, onun, bir yazar, gazeteci, hikayeci genel kültürünün çok ilerisinde dünyanın gidişatını görebilen, çağını okuyabilen, kavrayıcı, geniş açıdan bakıp kapsamlı analiz yapma kudretine sahip bir aydın olduğunu görebiliriz. Emperyalizmin yedeğindeki 2. Enternasyonal “beynelmilelciliğine” (Batı merkezli Sosyal Demokrasiciliğe) karşı tavrı onu sosyalizm idealine duyduğu sempatiden uzaklaştırmıyor. Aksine 1910-1920 arası yaşanan “bir asrın tecrübelerine bedel” büyük altüst oluşlar ve olaylar, onun halkçı ve ulusalcı ideallerini pekiştirirken, diğer yandan sosyalizme daha gerçekçi bakmasını sağlıyor. Nitekim, 1918’de Tercümanı Hakikat gazetesinde yazdığı “Tabii Mefkureler” başlıklı makalesi, onun dünyaya bu materyalist ve tarihsel bakışını yansıtmaktadır:
“En tabii mefkureler [ülküler, idealler] hayatın hakikatine [gerçeğine] uyanlardır. Fikir akımlarıyla, büyük toplantılarla, ayinlerle bir mefkure bütün bir millete telkin olunabilir. Fakat bir gerçeğe dayanmıyorsa o toplumun felaketine sebep olur. (…) Rönesans, Reform, Büyük İhtilal gibi üç büyük devrimin ürünü olan bugünkü medeniyet yeni bir devrimin arifesinde bulunuyor. Bu devrim hemen hemen sırf iktisadi olacak. Davası: Hak!.. ‘Kardeşlik, eşitlik, adalet” esaslarına ters düşen her kurumun artık yıkılmaya mahkum olduğunu Alman iflasıyla gördük. Tarihin, içinde yaşadığımız bu büyük dersinden ibret alarak kültürümüzde mevcut fikir akımlarının, mefkurelerin insani esaslara, hayatın gerçeklerine ne derece uyduklarını derin derin muhakeme etmeliyiz. Tabii mefkurelerle hastalıklı, yapay mefkureleri birbirlerinden ayırmalıyız.”(27)
Yine, “İyimser olmak için soldan geri hareketi bir fantezi farz edelim”(28) diyen Seyfettin’in, 1919’da aynı gazetede yazdığı “Devrimin Teakubu” [sürekliliği] başlıklı makale, bu yaklaşımı daha da pekiştiriyor; aynı zamanda tarihi diyalektik bir kavrayışı ve gerçek insanseverliği yansıtıyor: “Hakikatler, eski bir gerçeklikten çıkartılmış soyut mevhumlardır. Biz bu mevhumlarla düşünür, ‘doğru, yanlış!’ hükümlerini veririz. Hayatın doğası ‘değişme’ olduğundan gerçeklik de hiç durmadan değişir. Fakat satırlarda sıralanmış, bilimde gömülü duran hakikatler hayatın hareketinden pek etkilenmez. Bir gün gelir ki artık hiçbir gerçekliğe uymaz bir hale gelir. Zeki kişiler sevilen, beğenilen bu mevhumlara isyan ederler. Yeni gerçeklik eski hakikatlerle çatışmaya başlar. Gitgide taban tabana zıt görünür. Genel bir çalkantıya sebep olur.
“İnsaniyetin tarihi hep bu olayların hikayesidir. (…) Ortaçağdan kalma iktisadi teamüller, teşkilatlar, mevhumlar, hakikatler son saatlerini yaşıyor. Büyük İhtilal’le siyasette galebe çalan “adalet, eşitlik, özgürlük” ilkeleri, şimdi mazinin üç büyük devriminden pek etkilenmeyen iktisadiyat alanına da girmek üzere… Belki bir asırda bitmeyecek olan bu iktisadi devrim, ihtimal insanlığın son galeyanı olacak, eski devirlerden kalma harp, menfaat, ihtiras ve ilah… gibi felaket tohumları dünya yüzünden ebediyen süpürülecektir.”(28)
Hemen anlaşılacağı gibi, buradaki anlatılan iktisadi devrim, burjuva devrimlerinin sağlayamadığı ekonomik eşitliği sağlayacak olan sosyalizmden başkası değildir.
Burada Ömer Seyfettin’in çağa materyalist bakışı ve sosyalizme sempatisi bakımından, bir çok fikrinden etkilendiği Ziya Gökalp’ip Durkheimci idealizmine değil, Mustafa Kemal ve Yusuf Akçura’ya daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Onun, özellikle Birinci Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi sonrası yıllarda Gökalp’e göre daha materyalist, daha gerçekçi bakışında, yaşam deneyimiyle açıkladığımız, gelişmeleri hep pratikten bakarak analiz etmesinin yanında, 1912’lerden sonra İstanbul’da tekrar ilişki kurduğu ve fikirlerinden sürekli beslendiği Zeka dergisini çıkaran ilk yol göstericisi Baha Tevfik’in materyalist fikirlerinin önemli bir rolü vardır.
Ömer Seyfettin’in, Türkiye’nin ulusal ve demokratik devriminin bu uzun yürüyüşünde, büyük eserler verdiği 36 yıllık kısa ömründe bize bıraktığı en önemli miras, hiç kuşkusuz, hayatının sonuna kadar sürdürdüğü (ölümü, 6 Mart 1920) devrimciliği, kadro ve parti adamı, partili aydın olma özelliğidir. Fikri yazı ve hikayelerine ruh ve dinamizm katan, yüz yıl sonra da aynı derecede etkili kılan, onun bu özelliğidir.
Hayatının son günlerinde bütün umudunu ve iyimserliğini Anadolu’dan yükselecek ulusal direnişe bağlamıştı. Son yazılarının birinde söyle diyordu: “… Fakat bizim bir ruhumuz var ki, ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki, ‘öldü, öldü’ sanırlar da yine ölmez. En umulmadık zamanda birden bire dirilir.”(30)
Mehmet Ulusoy
Kasım 2023
Dipnotlar
(15) Ali Canip Yöntem, Hizbi Cedit (Yakın Tarihimiz), 16 Ağustos 1962, cilt 2, sayı 25.
(16) Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri, 16, Bilgi Yayınevi, s. 14.
(17) Ömer Seyfettin, age, s.18.
(18) Age, s. 20-21.
(19) Age, s. 31.
(20) Age, s. 38-40.
(21) Age, s. 53
(22) Age, s.17.
(23) Agah Sırrı Levent, Türk Dilinde Değişme ve Sadeleşme Evreleri, ikinci basım, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1960, s.316’dan aktaran Tahir Alangu, age, s.183.
(24) Ömer Seyfettin, “Şimeler”, Bütün eserleri 1, Efruz Bey, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999.
(25) Tahir Alangu, age, s.283.
(26) Age, s.283.
(27) Ö. Seyfettin, Bütün Eserleri, 15, s.94-95.
(28) Nazım H. Polat, “Soldan Geri”, Külliyatına Girmeyen Yazılarıyla…, s.151.
(29) Age, s.197.
(30) Aktaran Tahir Alangu, age, s.529.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.