Kibir ve itibar / saygınlık, hem birbirlerine çok yakın hem de birbirlerine tam karşıt, dağlar kadar uzak iki değer, iki kavramdır. Öylesine dost görünen ama düşmanca bir ilişki ki bu,..
Kibir ve itibar / saygınlık, hem birbirlerine çok yakın hem de birbirlerine tam karşıt, dağlar kadar uzak iki değer, iki kavramdır. Öylesine dost görünen ama düşmanca bir ilişki ki bu, günümüzün alabildiğine karmaşıklaşmış insan gerçeğini çözme açısından ne kadar üzerinde durulsa azdır.
Özellikle neredeyse baskın bir eğilim oluşturan kirlenmiş, riyakar, çift kişilikli; hem cahil ve liyakatsiz hem de her şeye doğru-yanlış demeden laf yetiştiren, hem Osmanlıcı hem de sahte Cumhuriyetçi kişilikleri çok güzel anlatması bakımından… Kuşkusuz görünüş ve öze ilişkin derin karşıtlığa dayanan, kibirden asla bir saygınlığın üretilemeyeceği bu ilişki, görünüşün hakikati yansıtmada ne kadar sahte, yanıltıcı ve aldatıcı olduğunun da göstergesidir.
Toplumların tarihinde her değer ve kavramın çoğunlukla başına geldiği gibi, itibar da, belli bir yozlaşma ve kirlenmeye uğrayarak sahteleşti ve doğuşundaki özgün, saf anlam ve değerinden uzaklaştı. Belli bir vurguncu, rantçı, mafyatik kesim, yaptıklarının ahlaki olmadığının da bilincinde olarak, elde ettikleri haksız kazanca dayanan siyasal-ekonomik ayrıcalıklarını doğal, ahlaki ve İslami bir hakmış gibi topluma yutturmaya kalkmakta. Bunu da “devletin itibarı”, patronun, yöneticinin, bilimsel kariyerin, müdürün, başkanın “saygınlığı” yalanlarıyla yüksek kalitede (!) yaldızlı söylemlerle süslemeyi ihmal etmiyorlar. Özetle, kamunun değil bireyin çıkarını kutsayan, zenginliğe tapan sömürücü ve vurguncu azınlık zümre ve onların siyasal uzantılarının halkı hor gören, tepeden bakan kibirli tavrı, itibar, saygınlık kalkanı ile gizlenmeye çalışılmaktadır. İtibarlı olmak için kendini başkalarından üstün görmek, emekçileri, yoksulları, işsizleri küçümsemek, aşağılamak, yeri geldiğinde azarlamak gerektiği algısını yaratmak için her türlü fırıldak çevrilmektedir.
Üstelik kibir, sadece saygınlığı çarpıtıp sahteleştirerek kendine kılıf yapmadı. Bağımsız birey olmayı, kendini dünyanın merkezi yapan bencil bireyciliğe dönüştüren her türlü liberal ideolojik yanılsama ve çarpıtma da buna güçlü bir zemin oluşturdu. Bilgi sahibi ve aydın olmayı, her şeyi bildiğini sanan, bu bilgiyi bencil ve bayağı çıkarları için pazarlayan ve satan; bunu yaparken ihanet, döneklik gibi ahlaki olmayan davranışları meşrulaştıran; cehaletin, hödüklüğün medyalaşarak bilime ve çağdaş etiğe meydan okuyan küstahlığını da kendine perde yaptı.
Özellikle İhvancı iktidar yöneticileri, Türkiye gerçeğinden uzak, Cumhuriyet ilkelerine ve yasalara aykırı, eşe dosta ve yandaşlara haksız itibar ve rant sağlamaya dayanan müsrifliklerine kılıf olarak “devletin itibarı”nı ileri sürdüler. Yani toplumsal gerçeklere, ülkenin temel ihtiyaçlarına ve bilime karşıt yapılan herşey, “büyüme” masalları ve “itibar” palavrasıyla gizlenirken, üstelik kibirli bir söylemle olağanlaştırılmaya çalışıldı. Vatandaşın, yaşadığı haksızlıkları, adaletsizlikleri, yoksunlukları dile getirmesi, devletin itibarı adına, kendini beğenmiş, liyakatsizliğin cahil cesaretine dayanan kibirli bir tavırla susturuldu, bastırıldı.
***
Kuşkusuz mafya ve tarikat iktidarının siyaset, söylem ve davranışlarının arkasında bir ideolojik bütünlük vardır. Sözcülerinin de zaman zaman açıkça dile getirdikleri gibi, Türkiye Cumhuriyetini Abdülhamitçi bir saltanata dönüştürme hayali ve çabası içindedirler. İdeolojik ve stratejik bir hedef olarak, bazı safları ve aymazların sandığı ve umduğu gibi, bu amaçlarından vazgeçmiş değiller. “Saray”da oturan Cumhurbaşkanı “Halife Sultan” olarak görülmekte veya görülmek istenmektedir.
Kurulan hayaller ve beraberinde üretilen kurgu ve kuruntuların ideolojik-kültürel içeriği ise, açılımını 21 yıldır izlediğimiz siyasal gerçeklik sahnesine yansıyan tam bir komedi ve maskaralıktır. Komedinin özünü, efendi ve kul ilişkisine dayanan ortaçağ toplumsal sistemini “ihya” etmek ve Taliban Afganistan’ından bir tık daha çağdaşı görünen çağ dışı bir Türkiye yaratmak çabası oluşturuyor. Böylece, Emevici bir anlayışla ve tek adam rejimine dayanarak, Kuran ve Sünnet çarpıtılmak suretiyle “İslami” aristokratik ayrıcalıkların tartışılamaz ve sorgulanamazlığı gibi bir dayatma meşrulaştırılmak isteniyor.
Evet, halkın dinsel duygularını sahtekarca kullanarak gerçekleştirilen, ekonomik yağma ve talanla ele geçirilmiş ayrıcalıklara dayanan, Osmanlı aristokrasisinden günümüze taşınmış ve komikleşmiş, karikatürleşmiş bir kibirlilik biçimiyle karşı karşıyayız. Osmanlı Sultanları ve aristokrasisinin, ortaçağın biricik meşru, siyasi ve ahlaki hakları kabul edilen kılıç zoruyla elde ettikleri tartışılmaz ayrıcalıkları vardı. Bu ayrıcalıklar, onlara, asalakça da, olsa Osmanlı tebaasına karşı belli bir üstünlük taslama hakkı sağlıyordu. Türk halkı da bunu, Türk Devrimine kadar, bağımsız ve egemen bir devleti olma adına, özellikle son üç yüz yıl boyunca istemeyerek de olsa sineye çekmek zorunda kaldı.
Bu nedenle sorun Osmanlı aristokrasisinin kibirliliğinde değildir. Sorun, bu yeni Osmanlıcı zihniyetin, çağın ve ülkenin gerçekliğine gözlerini kapatarak “büyük bir huşu içinde” Abdülhamitçi bir “altın çağ” hayali ve kuruntusu içinde olmasındadır. Üç yaşındaki çocuğun büyük görünme özentisi ile babasının ayakkabısını giymesi gibi, onlar da, Osmanlı aristokrat ayrıcalığın üstüne, aradaki çok derin tarihsel ve toplumsal, ahlaki farkları atlayarak, asalak, beleşçi ve işportacı uyanıklığıyla konma gülünçlüğü içindeler. Ama çok önemli bir fark var: Marks’ın dediği gibi, tarihte bir olay iki kez yaşanır; birincisi gerçektir ve trajiktir, onu aynen tekrar etmek isteyen ikincisi ise komedidir, maskaralıktır. Bugün bu komedinin son perdeleri sahnelenmekte.
Kibirliliğin feodal aristokratik kökleri kapitalizmde de, burjuva kültürünün bir parçası olarak daha incelmiş, daha sinsileşmiş biçimleriyle ve çarpıtılmış haksız bir gururla karışmış olarak devam eder. Üstelik daha da ilginç ve öğretici olan, sahte bir alçakgönüllülükle gizlenir. Şu özdeyiş, kibrin kendini gizlediği, incelmiş, sinsi biçimlerinin çarpıcı bir açıklamasıdır: “Olmadık yerde alçakgönüllü davranmak kibirlerin en büyüğüdür.” Yani, halka talkın verirken salkımı götürmenin cinliği ve riyakarlığıyla din kardeşliği, kulluk, kader, tevekkül, sabır söylemleriyle sık sık başvurulan aşırıya varmış, abartılı alçakgönüllülük söylemleri, kibirliliğin kendini ustaca gizlemesinden başka bir şey değildir.
Aynı kibirliliğin; ulusal gerçeklere karşı körlüğün, aymazlığın ve o gerçekleri dile getirenleri duymazdan gelip tepeden bakan hödükçe tavırların toplumsal ve kültürel bir başka kaynağı da, ruhunu emperyalizme satmış neoliberal mandacı anlayış ve kültürdür. Bu anlayış, Atatürk’ün Altı Ok ilkelerini gasp ederek, devrimci içeriğini boşaltıp çarpıtarak ve sahteleştirerek çağdaş ve laik siyasette egemenlik kurmuştur. Burada da, Atatürk’ün mirasını temsil etmekten kaynaklanan saygınlığın “Guguk kuşu” misali üstüne çökülmüştür. Böylece emekçileri ve ezilen ulusları hor gören, her şeyin en iyisinin ve üstününün Batı’da olduğu mutlak inancını pazarlayan Batı merkezli ırkçılığın yansıması bir kibirlilik, çağdaş aydın ve siyasetçi saygınlığı olarak şarlatanca ve ikiyüzlüce bir pişkinlikle yutturulmaya çalışılmaktadır.
Kimi başka siyasal parti liderleri de, yaşanan sürecin yepyeni ve derin gerçeklerini kavrayamamanın, kendini partinin yerine koyan yüksek egonun, öznellik ve bencilliğin çıkmazına saplanmıştır. Ya da gerçeklik kavranmış olsa da, aydınların düştüğü en büyük tuzak olarak, sistemin onlarca kanaldan ürettiği bencillik ve kibir nedeniyle, eleştiri ve uyarılara rağmen yanlışlarda ısrar etmenin ve bildiğini okumanın gelip geçici güncel, popüler keyfini yaşadılar.
Kendi öznel, keyfi kurgu ve hayallerini gerçeğin yerine koyanların kibri, tıpkı öttüğü için sabahın olduğunu zanneden horozun şişinmesini andırır. Onlara göre, önemli olan gerçek değil, öznel, bencil arzu ve amaçlardır. Başka deyişle kibir, kendini dev aynasında gören bencilliğin, megalomanlığın, mevki/koltuk düşkünlüğünün dışavurumudur. Bu nedenle kibir, hakikat aşkının, halka bağlılığın, devrimciliğin ve sosyalist kültürün en büyük düşmanıdır.
Bir devrimci ne yaparsa yapsın, doğru yanlış her şeyi alçak gönüllüce, dervişçe taşımak, halka sabırla aktarmak ve paylaşmak erdemine sahip olmalıdır. Dahası, halkın aynasında kendi hatalarını cesaretle görüp eleştirebilmesidir. “Kibirdir yorulup yollarda kalan” özdeyişi, halktan ve gerçeklikten kopuşun, dolayısıyla yalnızlaşarak en gerici siyasal yapılara kapılanma düşkünlüğünün çarpıcı bir anlatımıdır. Halkı tanımaktan, gerçek anlamda halkla birleşmekten, halkın gerilik ve yanlışlarını sabırla değiştirme irade ve çabasından yoksun liderliklerin devrimcilik kredisi artık çoktan bitmiştir. Kibirle kendini tarihin yalancı, sahte aynalarında şişiren tavır ve söylemlerle gidilen yollar fazla uzun değildir.
Gerçek aydın ve bilim insanı kendini kibirden, kendini beğenmişlikten özenle uzak tutar ve alçakgönüllüdür. Ama liberal medyanın şişirip köpükleştirdiği öyle bilim insanları vardır ki, sözde cehalet eleştirisinin arakasına gizlenen kibir paçalarından akmaktadır. Örneğin, kendi bilim dalı dışında her konuda yüksek perdeden hükümler veren ve değerli fikrlerine başvurularak (!) markalaştırılan Celal Şengör bunlardan biridir. Şengör, Batı merkezli neoliberal bir anlayışın, bilim, ilerleme ve çağdaşlık adına öylesine pervasız övgüsünü yapıyor ki, şaşırmamak elde değil. Öyle ki, bilim ve çağdaşlık adına Batı’nın, ırkçı, faşist dayatmalarını bile çekinmeden övebiliyor. Kuşkusuz bu tavır ve yaklaşımdan, Batı’nın bilimsel birikiminin ezberine dayanan bir entelektüellik gösterisinin ötesinde ve medya ve şöhret malzemesi dışında bilim ve hakikat adına sağlıklı bir şey çıkmaz.
***
Kibir ve -gerçek- itibarın karşıt nitelikte değerler olduğunun vurguladıktan sonra, kibrin toplumsa ve kültürel temellerini biraz daha derinleştirelim. Günlük toplumsal yaşamda kibirli davranışın, sınıfsal köküne bakılmaksızın, yoksul-zengin, ezen-ezilen, eğitimli-eğitimsiz her tür insanda bir çok örneğine rastlarız. Adam açtır, yoksuldur, ama “aç gezip kuyruğu dik tutma”ya çalışır. Burada, içini dolduracağı bir bilinç olmadığı için gururla kibir bir birinin içine girer, ama baskın olan gururdur, onurunu, kişiliğini koruma çabası vardır. Yani özünde hâlâ ezilen toplumsal-sınıfsal konumuyla uyum içindedir.
Öte yandan aynı sınıfsal konumda olmakla birlikte, zengin sofralarından kemik yalamış ve yalakalık, dalkavukluk yaparak, uşaklaşarak onlar gibi olmayı ruhen içselleştirmiş kişilikler vardır. Bunlar, egemen üst sınıfın tavır ve davranışlarını ödünç alırlar, onlara özenerek kibirli davranırlar gösterirler, hatta bütün gülünçlüklerine karşın kraldan çok kralcı olurlar ve bunu abartılı bir biçimde yaparlar. Kültürel planda sözkonusu davranışın günümüzde yoğunlaşarak yansıdığı en çarpıcı biçim hödüklüktür. Bir şey bilmediği halde, üst sınıf ve katmanlara sıçramak arzusu ve hesabıyla onlara şirin görünmek adına bilgili, zeki, yetenekli izlenimi verme çabasıdır bu.
Ezilen alt sınıflarda istikrarlı olmayan ve egemen sınıfın medya üzerinden yarattığı yabancılaştırıcı bir kültürün ürünü olan bu davranış, kuşkusuz zamanla gerçeklerin, sınıfsal farklılıkların duvarına çarptıkça terk edilebilir. Ya da yozlaşarak, marjinalleşerek etkisini yitirir. Çünkü, geçtiğimiz otuz yılda yaşanan “büyüme”, Batı standartlarında bir “lüks yaşam”, ya da Osmanlı paşa ve beylerine özentili bir “saray yaşamı”, 20 bin dolarlara varan kişi başına gelir ve herkesin zengin olabilme fırsatı olduğu gibi masallar, ne yazık ki böylesi büyük hayallere ve yanılgılara yol açtı. Bu büyük yanılgılar, bir çok gencimizde, verilen sözler, vaatler gerçekleşmediği için karamsarlık ve hayal kırıklıkları yarattı, ülkeyi terketme eğilim ve düşüncelerine yol açtı.
Kuşkusuz burada da, bilgisizlik ve tarih bilincinden yoksunluğun, gerçekliği daha bütünsel ve derinlikli kavrayamama ve olgunlaşmamışlığın tetiklediği, ama safça, cahilce ve çocuksu bir gururla karışmış kibirliliğin unsurlarını görmekteyiz. Bunun toplumsal-kültürel temeli ise, elbette alınan eğitim ve ona iş olarak karşılık gelen olanakların devlet tarafından sağlanmamış ve üstelik bu olanakların yine devlet tarafından liyakatsızlara verilmiş olmasına yönelik ciddi tepkidir.
Burada ciddi yanılgılara yol açabilecek çok hassas, çok duyarlı bir nokta sözkonusu: Gururun ikili karakteri. Yani gurur, hem haklı hem de haksız bir niteliğe dönüşebilecek bıçak sırtı bir yerde durmaktadır. Bir yanında, yaptıkları ve sahip olduklarıyla -onlar çok ahlaki ve doğru olduğu için- övünen, başka deyişle onur duyulan bir davranış ve düşünce söz konusudur. Diğer yanında ise, her ne kadar övünülecek yönleri olsa da bunu bir üstünlük, bir ayrıcalık unsuru olarak kullanan ve kibirlenme malzemesi yapan bir davranış…
***
Saygınlığın ve gururun alçakgönüllülükle temellenen ve bütünleşen, kibirliliğe karşıt, gerçek ve insani niteliklerine gelince… Biraz eğitimli, kitap karıştırmış, az buçuk felsefe ve toplumbilimden haberdar birisi, en azından teoride, alçakgönüllülüğün büyük bir erdem, yani itibar, saygınlık kaynağı olduğunu bilir. Kibrin de yine teoride, söylemde ne kadar kötü, aşağılık bir davranış olduğu açıktır.
Bunlara karşın, teoride bilgi sahibi olunsa bile pratikte, çoğunlukla davranışlarda tam tersi yaşanmakta. Çünkü hiçbir davranış “biliyorum” deyince kendiliğinden düzelmiyor. Toplumsal pratik içinde yüzlerce kez yaşanarak, pişerek ve derin bilimsel bilgiden sağılan bilinçle pekiştirilerek bir karakter, kişilik unsuru haline geliyor. Yetmiyor, hayatın akışı içinde, özellikle kritik dönemeçlerde büyük değişiklikleri doğru yorumlamayı, kendini yenileyerek aşmayı ve yetkinleşmeyi gerektiriyor.
O nedenle, kibirden kurtulmanın biricik koşulunun, bilgi ve bilince ek ve onların tamamlayıcısı olarak, alçakgönüllülüğün toplumsal-sınıfsal temeli ile buluşmak ve o temelden sürekli beslenmek olduğunu bilmeliyiz. Bu da, maddi hayatın üreticisi ve yaratıcısı olan emekçi halkla, ezilen, sömürülen kitlelerle gerçek anlamda bütünleşmek, onların kaderini paylaşmak anlamına gelir.
Maddi hayatın üretimi ve onu gerçekleştiren emekçi halk, manevi değerlerin üretiminin de asli kaynağıdır. Manevi kirlenmeye, yozlaşma ve çürümeye karşı arınmanın yolu, maddi ve manevi üretici ve yaratıcı süreçlerden geçer. Asli kaynağına bağlı olma alçak gönüllülüğünü göstermeyen hiçbir siyasal, etik, estetik düşünce, değer, hareket amacına ulaşamaz. Çünkü insan kendini ancak bu süreçlerde yenileyip aşabilir. Bir halk özdeyişiyle, “Bir insan ne kadar alçakgönüllü ise o kadar erdemli ve yücedir, ne kadar kibirli ise o kadar değersiz ve alçaktır.”
Gerçek itibarın, saygınlığın ve haklı gururun kaynağında üreticilik, üretim kültürü, emek ve alınterinin çilesi olduğunu vurgularken, dolayısıyla kibrin ve onunla bağlantılı haksız / yersiz gururun kaynağında da, tam tersi davranış ve etkinliklerin olduğunu belirtmiş oluyoruz. Başlarda değindiğimiz gibi, günümüzde yaygın eğilimi oluşturan rantçı, sömürücü egemen sınıfların yanında, onların uzantısı ve beslemesi olan, üretime katılmaksızın kolay kazanç peşinde koşan mafyatik, asalak, beleşçi, vurguncu kişiliklerde kibir, en şişirilmiş, yozlaşmış ve en gösterişçi biçimleriyle kendini ele verir.
Sonuç olarak şunu vurgulamak istiyorum: Her şeyin toz duman içinde olduğu, doğru ile yanlışın, gerçek ile sahtenin, bilim ile bilim dışının, gerçek Atatürkçülük ile sahte Atatürkçülüğün, gerçek İslam ile sahte İslamın, gerçek vatanseverlik ile sahte vatanseverliğin birbirine karıştığı ve bilerek karıştırıldığı, büyük bir kirlenmenin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Yaşadığımız, yalanlarla ve sahteliklerle kuşatılmış bu ülke gerçekliğinde, hakikate ulaşmak ve doğru kararlar verebilmek için bazı ilke ve yöntemlere özenle uymak, kimi tuzak ve oyunlara düşmemek açısından yaşamsal önemdedir. Ve kibir, en büyük tuzaklardan biridir.
Mehmet Ulusoy
Nisan 2023
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.