İBNİ SİNA’DA TÜRK BİLGELİĞİNİN İSLAMLA SENTEZİ İbni Sina ve İmam Gazali arasındaki, daha sonra İbni Rüşt’ün de katılacağı şu önemli tartışmaya geliyoruz. Osmanlıda bilim ve hurafe eksenli önemli çatışmalarda ve..
İbni Sina ve İmam Gazali arasındaki, daha sonra İbni Rüşt’ün de katılacağı şu önemli tartışmaya geliyoruz. Osmanlıda bilim ve hurafe eksenli önemli çatışmalarda ve kamplaşmalarda gölgesi hiç eksik olmayan ve günümüzde de hâlâ canlılığını koruyan derin felsefi ve inançsal tartışmadır bu. Temel tezleri neydi? İbni Sina, İslam inancının esasını oluşturan vahy’in akıl ve felsefe ile açıklanabilir ve uzlaştırılabilir olduğunu savunuyordu. Bunu yaparken, Farabi’den devraldığı, aklı en üst yol gösterici olarak gören yaklaşımı bir ileri aşamaya, bir üst düzleme taşıyordu. Böylece vahyin alanının, bazı insanlarda, özellikle peygamberlerde en üst düzeyde olan insani sezgisel bir yetinin özelliği olarak, esinlenme biçiminde tanımlanabileceğini vurguluyordu. Böylece, Yeni Eflatuncuların ve tasavvufçuların savunduğu, içsel bir yolculukla, içsel bir aydınlanmayla, Tanrısal alanın da bilinebileceği (gnostizm), tanrısal bilgiye ulaşılabileceği düşüncesine yakın bir tavır içindeydi.
İmam Gazali ise, Tanrı kelamı olarak vahyin tartışılmaz, mutlak, aklın ve felsefenin üstünde olduğunu; akıl ve felsefe ile açıklama yoluna başvurmanın, İslami bütün bilgilerin akıl yoluyla açıklanabileceğini savunmanın, zındıklık, yani dinden çıkma, Tanrıya ve ahirete inanmama olduğunu iddia ediyordu. Özetle, İslamda bilim ve akıldışılığın en üst simgesel adı olarak Gazali, dine ve Allaha akıldışı bir yoldan inancın, bilim, akıl ve felsefenin her zaman üstünde ve belirleyici olduğunu ileri sürüyordu. Gazali ile birlikte felsefe ve bilime saldırı ve düşmanlık, daha bir sistemli ve daha üst düzeyde yobazca bir nitelik taşımaya devam etti.
Anlaşılacağı üzere konumuzun odağını, Sina’nın, akılcı ve bilimsel perspektifine, Türk bilgeliğinin içinde yer aldığı Doğu mistisizminin ve Tasavvufun sezgisel, esinlenme ve içsel aydınlanma boyutunu eklemesinin bugünkü anlamı oluşturuyor. Ülken’nin de benimsediği ve düşünsel katkı yaptığı bu konu üzerinden yorum ve tartışmamızı sürdüreceğiz. Değilse, çok bilinen Sina ve Gazali tartışması ile ilgili bilgileri tekrarlamak değil amacımız.
Günümüzde çoğu çağdaş aydın tarafından bilim ile dini uzlaştırma, bağdaştırma olarak değerlendirilen Ülken’in bu yorumu ya da felsefi açılımı, gerçekte akla ve bilime karşı vahiy üzerinden inancı, akıldışılığı merkeze alan, böylece İslami bağnazlığa taviz veren bir yorum muydu? Yoksa Türk kozmogonik düşüncesine özgü, karşıtları daha üst bir bütünlükte birleştiren monist (tekçi-bütünlükçü) bir Tanrı-doğa-insan anlayışının derinleştirilmesi çabası mıydı? Daha önceki, özellikle Çin felsefesi üzerine yazılarda belirttiğimiz gibi, Türk ve Çin bilgeliklerinin ortak kökeni olan Taocu felsefede aklın ve bilimin açıklamada yetersiz kaldığı, “bilinmezlik”, “boşluk” vb olarak tanımlanan sezgisel alan, evrensel ve insani hakikatin açıklanmasında vazgeçilmez önemde bir yere sahiptir.
Bu bağlamda, Ülken’in gündeme getirdiği, İbni Sina’nın özgün yorumunun gerisinde, Doğu bilgeliğinin ya da felsefesinin, daha doğrusu Türk bilgeliğinin olduğu düşüncesi ve onun İslamla Türk bilgeliğini sentezlediği tezi, Türk Tefekkürü Tarihi kitabının belki de en önemli felsefi eksenini oluşturmaktadır.
Bilindiği gibi bu tartışmayla bağlantılı ve onun devamı ikinci bir tartışma düzlemini, Endülüslü İbni Rüşt’ün, Gazali’yi eleştiren ve İbni Sina’yı da “uzlaştırmacı” olarak kınayan ve bilimin dinden bağımsızlığını daha belirgin olarak öne çıkaran yaklaşımı oluşturuyor. Bu tavrın temelleri ise, Batı biliminin ve laikliğin gelişmesinde bir ilke bir şiar olarak tekrarlanan, “Sezarın hakkı Sezara, İsa’nın hakkı İsa’ya” meşhur özdeyişine benzer şekilde, Rüşt’ün, dinin ilkeleri ayrı, bilimin ilkeleri ayrı, birbirine karıştırılamaz diyen mantığında yatmaktaydı. Kuşkusuz İbni Rüşt’ün bu ayrımı ve bunu güçlü bir felsefi-teorik temele oturtması, Kurtubalı, Batılı bir filozof olarak, Aristo felsefesini ona daha sadık kalarak köleci kültürün düalist -metafizik mantığına çok daha yatkın, uyumlu bir mantıkla yorumlaması, Avrupa’nın onu benimsemesinde önemli bir etkendir.
Ülken, bir sentez olarak da ifade ettiği bağdaştırmacılığın, yani birbirleri ile bağdaştırılan düşüncelerin kaynaklarını belirtirken, sentezin esasının Batı ve Doğu bilgelikleri arasında olduğunu vurguluyor, ancak nedense bir etkeni, İhvanı Safa’nın rolünü atlıyor: “İbni Sina felsefesi, Aristo, Neo-Platonizm ve sufiyun mesleklerini birleştiren bir terkipçiliktir (senkretizm, bağdaştırma). Bu terkibin içerisinde Aristo, Eflatun, Plotin felsefeleri birer unsur halini almaya mütemayildir” (s. 127).
Bağdaştırma önce Aristoculukla (Meşşailik) “içe doğuş”çuluğun ya da “ışık doğudan gelir” diyen Doğuculuğun (İşrakilik-iç aydınlanma) birleştirilmesi biçiminde başlar. Sonra adım adım Yunan felsefesi ile İslamiyetin, nihayet kelamcılıkla tasavvufun uzlaştırılmasına doğru yükselmiştir. Bu terkipçilik ya da bağdaştırmacılık Ülken’e göre üç aşamada gerçekleşiyor: “1) Meşşailikle İşrakiliğin birleştirilmesi, 2) Dinin mistik esaslarıyla felsefenin akli esaslarının uzlaştırılması, 3) Bu aşama, İslam skolastiği içerisinde en zorlu uzlaştırma aşamasıdır. (…)”
Tam da bu aşamada şu soru gündeme geliyor: İbni Sina, farklı anlayış ve yaklaşımlara göre “uzlaştırma”, “bağdaştırma” ya da “sentez” olarak değerlendirilen düşünsel-felsefi deneyimi başarmış mıdır? O gün açısından demiyorum, bugünün olguları ve gereksinimi açısında bakalım. Çünkü, İbni Sinalardan sonra, feodal sınıfın ihtiyacı olan akla-bilime değil, merkezi otoriteye bağlılığın ve sınıfsal eşitsizleri açık veya kapalı onaylamanın sistem içinde yaşayabilmek için tayin edici olduğu, siyasal zorla bağlantılı körü körüne inanca dayalı bir toplumsal ve kültürel sistem kurumlaşmaktaydı. Feodal eşitsizlikleri, adaletsizlikleri meşrulaştıran ve ahlakileştiren böyle bir toplumsal sisteme karşı çıkışın ve sorgulamanın en güçlü silahı ise, felsefe, bilim ve akıldı. İşte, felsefe ve bilimin bastırıldığı böyle bir süreçte Gazali, İslam feodalizminin ve tutuculuğun filozofu, ideoloğu olarak yüceltilip parlatılıyordu. İslam Aydınlanması çağı böylece kapanma sürecine giriyordu. Kuşkusuz bu toplumsal, siyasal gelişmenin ideolojik bir açıklaması ve meşrulaştırması olarak gelişen Gazaliciliğin, İbni Sina düşüncesini sözde “çürüterek”(!) yükselmesi doğaldı.
Büyük düşünceler hiç bir zaman yenilmez; güçlü kaynaklardan beslenen çoşkun su akıntıları gibidir; tam yenildiği sanıldığında akışını yer altından sürdürür, ama mutlaka yeni bir kaynaktan yeryüzüne daha gür olarak çıkar. Bilim dünyası, bugün geldiği noktada, Sina’nın Doğu bilgeliği eksenli sentezinin derin anlamını ve önemini yer yer kavramaya başlamıştır. Asya merkezli bir uygarlık ve kültürün yükselen gerçekliği bunu tetikleyen, zorlayan koşulları yaratmıştır.
***
Ülken’in Sina’nın deneyimine ve netameli, tartışmalı sentezine ilişkin zihni açık, tavrı nettir. Gazali’nin akıl ve bilim karşıtı tavrını mahkum ederken, özellikle de çoğu çağdaş aydının katıldığı İbni Rüşt’ün eleştirilerini de yerinde bulmamaktadır. Çünkü “İbni Sina’nın felsefesi bir toplama, devşirme değil, bir terkip, bir bileşimdir”, yani eklektik değil, sentez niteliği taşımaktadır. Onları “Kendine özgü bir kavrayış ve üslupla geniş bir sistemin parçalarına dönüştürüyor” Sina (s.128). Sorun bu “yeni sistem”in esasını ve ruhunu kavramaktır.
İbni Sina, bilimi ne yalnız duyum algılarına ne de yalnız akıl üzerine oturtur. Ona göre, aklın kesin ve dolaysız kabul ettiği deneyim sonuçları bilimin esasını oluşturur. Bunlar her türlü zihni muhakemeden önce gelen ve akıl yürütmenin dayandığı öncüllerdir. Ancak o, Aristo’ya olduğu gibi atomcu teoriye de karşıdır. Bu konuda Yunan felsefecileri eleştirdiği gibi Mutezile’yi de eleştirir. Ülken’e göre, bütün bu düşünceler bir noktada toplanmaktadır. O da İbni Sina’nın sonsuzluk teorisidir. Kanımca Sina’nın sonsuzluk teorisinin gerisinde, Taocu düşüncenin özünü oluşturan, evrensel gerçekliğin, o gün henüz akıl ve bilimle açıklanamayan, sezgisel akılla tahayyül edilip kavranabilen, ruh ve madde, özne ve nesne ayrımını reddeden, “bilinmezlik”, “boşluk” alanını da kucaklayan evreni ve insanı organik bir bütünlük içinde gören anlayışı vardır. Yani, Mısır, Yunan, Roma kaynaklı ruh ve maddenin organik bütünlüğünü ortadan kaldıran felsefi anlayışına karşıdır.
Büyük bir hekim, dolayısıyla insan organizmasını ve ruhsal dünyasını çok iyi tanıyan biri olarak İbni Sina’nın felsefi düşüncesinin en mükemmel kısmını ruhiyat, yani psikoloji oluşturmaktadır. Ülken’ göre, bu konuda o, bütün İslam filozoflarından üstün olduğu gibi Aristo’dan da üstündür. Hiç kuşkusuz bu üstünlüğü, hekimliğinden gelen ve insanı ruhsal boyutu da içeren karmaşık bir bütünlük içinde kavrayan yaklaşımından kaynaklanıyor.
Sözkonusu yetinin ya da üstünlüğün, aynı zamanda, insanı, onun ruh dünyasını insan-doğa bütünlüğü içinde ele alan Doğu ve Türk bilgeliğiyle bağlantılı olduğunu da tekrar vurgulamak gerekiyor. Aynı zamanda bu yaklaşım, daha sonra Anadolu bilgelerinde çok daha canlı ve derin olarak, doğatanrıcı (panteist) bir yorumla ortaya çıkacak, insana yüksek değer veren, insan merkezli (hümanist) bir düşüncenin dışa vurumudur.
Ayrıca, kendinden önceki gerek Mutezile’de, gerek Kindi, Razi ve Farabi’de vurgulanan “cüzi irade” olarak insani öznenin / iradenin önemi, İbni Sina düşüncesinin temel ögesini oluşturur. İnsan iradesine yapılan vurgu, dolayısıyla insanın yaptıklarından sorumlu olması düşüncesi, Stoacılıkta ve onun uzantısı İslami kadercilikte olduğu gibi Tanrının ve doğanın bir kölesi, pasif bir izleyicisi olmaya dayanan körü körüne bir inancı reddeder. Dolayısıyla onun insan tanımı, Tanrıya inanan ama bunu Tanrısal kaynaklı evrensel yasalara, onlardan türeyen insani, ahlaki ilkeleri kavrayarak yaşayan ve iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, sevabı günahı bilerek hareket eden; bunların hesabını da bu dünyada ve öbür dünyada verecek olan insan tanımına dayanır.
İbni Sina’nın metafiziği, Aristo’nun “ilk harekete geçirici” kavramı ile İslamıyetin yaratılış fikrini uzlaştırabilmek için “mistik bir mecraya girmeye mecbur olmuştur” diyor Ülken. Ancak “ulaştığı sonuç başarılıdır.” Çünkü, Sina’ya göre, evrenin mertebelerinde derece derece yükselerek ilk varlığa ulaşıldığında artık akıl aleminden, akıl ve akıldışılık ayrımının oradan kalktığı işrak (iç aydınlanma) alemine giriliyor. Böylece sözle ve açık ifade edilen bilginin üstünde sezgisel bilgi alanına geçilmiş oluyor ki, burada İbni Sina’yı, Aristocular ile Doğucu iç aydınlanmacıları, felsefeciler ile kelamcıları, hatta onlarla Sufileri birleştirmeye yönelten noktaya geliyoruz.
***
Türk bir Ailenin çocuğu olan İbni Sina’nın ruhsal ve düşünsel şekillenmesindeki toplumsal ve kültürel ortam da çok önemlidir. Onun yaşadığı, merkezinde Buhara’nın olduğu Orta Asya-Horasan bölgesi, hem dünyanın en ileri kültürüne ve bilgi birikimine sahipti, hem de özellikle yoğun Türk nüfusun yaşamakta olduğu İslam öncesi Şamanizm, Gök Tanrı gibi inançlarla İslamın bir sentezini yaratmaya çalışan yüksek düşünürlerin, bilgelerin, şeyhlerin, erenlerin çıktığı bir bölgeydi. Örneğin Hace Ahmet Yasevi aynı çağın ve kültürün içinden çıkıyordu.
“Arap istilasından önceki dönemde Manihaizm, Zerdüştlük ve Gök Tanrı inancı birlikte, yan yana yaşamaktaydı” Orta Asya ve Horasan’da. Dünyada bir başka bölge dinler ve inançlar konusunda bu düzeyde bir hoşgörü kültürüne belki de sahip olmamıştı. Üstelik bu çeşitlilik din merkezli gettolar oluşmadan var olabiliyordu. Tek bir kavim ya da böge içerisinde dahi çeşitli dinlere bağlı olanlar vardı. Çeşitli dinlerin verdikleri cevapların karşılaştırılması ve değerlendirilmesi süreci, Orta Asya’da İslamiyet öncesindeki entelektüel hayata bir derinlik, ciddiyet ve farklı görüşlere karşı açıklık kazandırmıştı. Bu durum İslami aydınlanma çağında çok önemli bir rol oynamıştır. (1)
Sina’nın beslendiği felsefi, bilimsel kaynaklar silsilesini düşünürsek onun düşünsel özgünlüğünü daha iyi kavrarız. Öklid’in Elementler kitabını Yunancadan Arapçaya ilk tercüme eden ve Arapçada ilk defa kapsamlı bir tıp ansikopedisini yazan Mervli Taberi’dir. Tıp aleminde Taberi’nin silsilesi, öğrencisi Razi üzerinden İbni Sina’ya ve onun Kanun’una ulaşır. Taberi aynı zamanda insan psikolojisi ve psikolojinin sağlık üzerindeki etkisi üzerine çalışmalar yapan ilk isimlerdendir.
Sina’nın sezgisel bilgiye verdiği önemin temel kaynağı Doğu mistisizmi olmakla birlikte, bunun felsefi-teorik sistemleştirilmiş biçimi, İslama, İskenderiye merkezli neo-Platoncu gnostizm (bilinebilirlik), yani Tanrısal alanın da sezgisel ya da mistik yolla bilinebilirliği olarak girmiştir. Tasavvufta merkezi bir kavram olan, Tanrısal mükemmelliğe yaklaşma anlamında “Kamil insan” tanımı bu düşüncenin bir ögesidir. Sözkonusu düşüncenin İslam Aydınlanması süreci ve kültürü içindeki en yetkin temsilcisi ise İhvanı Safa ekolüdür.
İhvanı Sefa’nın üstatları, “Hiç bir ilimden korkmayacağıma, hiç bir kitabı hafife almayacağıma ve tek bir inanca körü körüne bağlanmayacağıma…” şeklide yemin ediyorlardı. Belli bir dine mensup olmadıkları iddiasında olan İhvanı Safa, kendilerini tamamıyla bağımsız ve aklın götürdüğü her yere gitmekte özür olarak görüyorlardı. Bu anlayış onları matematiğe, bilime, mantığa, felsefeye götürmüştür. Daha yüksek bilgi arayışlarında tamamıyle seçkinci olan bu hareket, yıldız ilmi, mistisizm, nümeroloji ve Kuran’ın simgesel yorumunu da kapsayan mistik/gizemci bilginin de peşine düşmüştür. Akıl ile mistisizmin etkili biçimde bu birleştirilmesi çabası, İbni Sina’nın düşüncesinde güçlü bir etki yapacaktır.
Gerçek anlamda bir Buharalı ve Orta Asya ve Türk kültürünü özümlemiş birisi olarak İbni Sina, İsmaili olan babası ve çevresinin uzun geceler boyu süren sohbetlerinden İhvanı Safa’ya ait Risaleler’den sır dolu bilgiler devşiriyordu. Kardeşi Ali İsmaili olmuştu ama kendisi olmamıştı. Bununla birlikte yaşamı boyunca İslamın diğer mezheplerine göre İsmaililere daha yakın durmuştu. Hayatı boyunca düşünmesine ve yazmasına yardımcı olması için içtiği şarap, öğrencileri için düzenlediği ziyafet gecelerinde de bulunurdu. İslam Ortodoksluğuyla ilgili pek çekincesi olmayan Kanun adlı eserinde şarabın olumlu ve olumsuz taraflarını sıraladıktan sonra ölçülü olunmasını belirtip yasaklanmasını asla onaylamıyordu. (2)
Şafi mezhebinden olan Gazali ile aynı dönemde yaşayan Ömer Hayyam, yine Şafi olan Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye medreselerinde sonu gelmez saldırılara maruz kalan İbni Sina’nin Tanrının birliğini savunan bir makalesini açıklayıp yorumlamıştı. Hayyam, ayrıca İnsanla Tanrı arasında bir köprü olarak gördüğü “esin” kavrayışı ile doğrudan İbni Sina’nın inanç sorununa getirdiği çözümü destekliyordu.
***
İbni Sina’nın, akla dayanan ile akıldışı, akıl ötesi olan, deneysel olarak kanıtlanabilen ile ancak sezgisel olarak kavranıp açıklanabilen arasında kurduğu, Türk bilgeliğine ve Taocu Doğu felsefesine özgü bütünselci, sentezci köprü, etkileri bin yıl sonrasına uzanan ve bugün çok daha iyi anlaşılan derin bir kavrayıştır. Geçtiğimiz bin yılda en çok tartışılan konulardan biri olduğu gibi, bugün de, bilime Quantum ve Göreliliğin yön verdiği Asya Çağında çok daha merkezi ve evrensel bir önem taşımaktadır. Sözkonusu sentezci yaklaşım, dün, akıldışılık ve mistiklik lehine bir taviz olarak değerlendirilmiş olabilir; ancak, yukarıda çeşitli örneklerle vurguladığımız gibi, her şeyden önce Türk bilgeliğinin ve düşünce tarzının tipik bir ifadesi olduğu kesindir.
Üstelik, İslamın içeriğini, ruhunu değil, biçimsel kurallarını yücelten, zahiri yorumuna dayanan, dogmacı/nascı, giderek bağnazlaşan ve yobazlaşan kelamcı sözde “akılcılığı”na karşı, sezgiselliğe, “akıldışılığa”, içsel aydınlanmaya ya da gönül yolculuğuna yönelen Batıni düşünce ve deneyimin Türklerin manevi kültürel değerlerini yaşatma açısından yadsınamaz bir işlevi vardır. Türklerin İslamlaşma sürecinde kültürel kimliklerini korumada gösterdikleri direnç ile Batıniliğin ve Tasavvufun bu süreçte en yoğun ve yaygın biçimde Türk düşünürleri, bilimcileri ve Türk halk kitleleri tarafından benimsenmesi bir rastlantı değildir.
Bunun tek bir nedeni vardır: Ulusal kimliğin temel kültürel, inançsal biçimleri olan Şamanist ve Gök Tanrıcı geleneğini İslami kabuk içinde yaşatmak. Alevi Bektaşi kültürü ve Sünni Türklerin mezhebi olan Hanefilikte bu sentezin özünü görebiliriz. Farabi, İbni Sina, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Yunus, Mevlana, işte bu Türk bilgeliği ve Türk İslamı sentezinin büyük düşünürleridir. İbni Sina’nın açıldığı ya da yükseldiği sezgisel, mistik alan, Türk düşünce ve bilgelik ırmağının İslam içinde, yüksek Türk ve Fars kültürü ile İslamı da kucaklayarak yükselten, ona derinlik ve zenginlik katan üretken ve coşkun akışını simgeliyor.
Peki, o gün, akılcı ve sezgisel alanları tek bir bütünsellikte sentezleme ve açıklama çabası, İslam dünyasındaki yükselen bilim ve akıl karşıtlığı, bağnazlık ve yobazlık dikkate alındığında, Türklerin akla, bilime ve gerçeğe bağlılıklarını sürdürmelerine, din ve inançlar karşısında hoşgörülü bir kültürde ısrar etmelerine eşsiz bir temel oluşturmuyor mu?
Buradan, karşıtların birbirine dönüştüğü tarihin uzun dalgalı ya da uzun menzilli diyalektik işleyişine varıyoruz. Özellikle Türklerin 1000 yıllık tarihsel gelişim ve değişimini incelediğimizde, dün, akla ve bilime uzak gibi görünen Batınilik ve Tasavvuf, bugün bilimsel düşünce ve akılcılığa çok daha yakın ve barışıktır. Bin yıl önce bilime ve akla daha yakın ve barışık gibi görünen Kelamcılık ve Ortodoks İslam, bugün bilime ve akılcılığa çok daha uzaktır. Karşıtlar zıddına dönüşmüş, birbirinin yerini almıştır.
Ve yine dün Aydınlanma değerlerinin, bilim ve teknolojinin olağanüstü bir gelişme gösterdiği Avrupa merkezli modern çağda, mistik, sezgisel düşünce, insanlığın özgürleşmesini engelleyen tutucu bir ortaçağ inancı biçiminde algılanıyordu. Bugün ise, aydınlanma değerlerinden ve bilimden uzaklaşan kapitalist akılcılığın Yeni bir Ortaçağa dönüştüğü, akıldışılığı, hurafeyi yücelten ve çürüyen bir emperyalist Batı akılcılığı ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda, Batı merkezli pozitivist bilim anlayışı ve kültürünün doğayı mekanik ve dışlayıcı, insanı kendine ve doğaya yabancılaştırıcı kavrayışı karşısında, bilimin, yeni büyük keşifleriyle, daha önce akıldışı ve mistik alanda kalan evrenin sırlarını Quantum ve Görelilik yasalarıyla keşfetmeye başlaması durumu tersine çevirmeye başlamıştır. Yani dünkü akıldışı, bilinemez, mistik, sezgisel alan, bilim ve akıl alanına, bilimin kapsama alanına girmeye başlamıştır. Bilinebilir alan ise, teknoloji merkezli, reklam ve sanal dünya kurgularıyla yeni bir akıldışılık yaratmıştır.
Aynı tarihsel diyalektik dönüşümün bir diğer önemli boyutu ise, bilimsel ve akılcı düşüncenin temel koşulu olan bağımsız, özgür/özerk birey olmanın, Asya, İslam ve ulusumuz gerçekliğinde gelişme yatağının ne ve nasıl olduğu konusudur. Bu yatak da bizi İbni Sina ve Farabi’ye kadar götürür. Onların benimsediği, her türlü aracıyı dışlayarak akıl ve gönül yoluyla Tanrıya ulaşma düşüncesi, Tasavvufun temel felsefesidir. Başka deyişle Batınılik ve Tasavvufun, dıştan dayatılan biçimlere, kurallara, dogma ve ezberlenmiş kalıplara aldırmadan zihnin içsel özgürleşmesini, Tanrıya aşkla, gönülden ulaşma çabasını öne çıkarmaları, bütün bunların bireyin kendi bireysel dünyasında gerçekleşmesi, bağımsız bireyin ve kişiliğin oluşmasında belirleyici olmuştur.
Çünkü ortaçağ gerçekliğinde bağımsız düşünebilen, kendini bilen ve kendine özgü fikri olan kişilikli bireye giden yol, onun kendini bilmesinden, kendi iç dünyasını keşfetmekten geçmekteydi. Bu keşifte, mistik düşünce deneyiminin, tanrısal hakikate, yani evrensel akla ve yaslara ulaşma ve kamil insan olma deneyiminin rolü büyüktür. Bu özgün kültürel miras, çağımızda sorumlu, kişilikli ve yetkin birey olma çabasında belirleyicidir.
Einstein’in de vurguladığı gibi, bilimde, felsefede yaratıcılık ve büyük keşifler, bir yığın bilgiyi tekrarlamaktan çıkmaz; hayal gücüdür asıl yaratıcılık ve icatçılığın kaynağı. Bu ise, her toplumun bireyinin, biliminsanı ve sanatçısının ruhsal şekillenmesine bağlı bir özgünlük taşır. Yani ısmarlama, kopya çekme ürünü hayal gücü olmaz. Onun kökleri, enerji kaynakları ulusal kültürün derinliklerindedir. İşte, bizim kültürümüzde bu ruhsal şekillenmenin esasını, en başta, bağımsız bireyin gelişmesinin zeminini oluşturan, bireyin kendi içsel özgürlüğünün asıl kaynağı olan Yunus, Hacı Bektaş, Şeyh Bedrettin, Mevlana, Ahi Evrenlerin temsil ettiği, bunu Jön Türk ve Kemalist Devrimlerle günümüze taşıyan Türk bilgeliği ve tasavvuf kültürüdür.
Son olarak, can alıcı sorun şudur: Her doğal ve toplumsal olgu, belli bir olgunluk ve çürümeye geçiş aşamasında zaten bağrında taşımakta olduğu kendi karşıtını geliştirir. İşte, 20 yüzyılın en büyük bilimsel keşfi Kuantum ve Görelilik kuramları, belki yaratılmasına yol açtıkları teknolojik araçlarla şimdilik hâlâ ağırlıklı olarak emperyalist Batı’ya hizmet etse de, bu geçici ve yanıltıcıdır. Özünü, evren/doğa, toplum ve insan arasındaki çok boyutlu ve karmaşık bütünselliğin oluşturduğu bu bilimsel kuramların felsefi içeriği, insanlığa asıl büyük katkısını, önümüzdeki Asya merkezli kamusal bir uygarlık çağında yapacaktır.
Mehmet Ulusoy
Haziran 2022
(1) Bkz. S. Friederick Starr, Kayıp Aydınlanma, Kronik Yayınları, İstanbul 2015, s.126-127.
(2) F. Star, s.332 vd. Ayrıca İbni Sina’nın hayatı ve özellikle ruh ve beden bütünlüğüne verdiği önemle bkz. Gülümser Heper, Ben İbni Sina, Boyalıkuş Yayınları, İstanbul, 2017.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.