Fırıldaklığın Estetize Edilmesi

Fırıldaklığın Estetize Edilmesi       İçinden geçtiğimiz büyük kırılmalar, dönüşümler, alçalışlar sürecinin en çarpıcı olgularından biri kişiliklerdeki kirlenme ve çürümedir. Fırıldaklık, yalakalık neredeyse günlük siyasetin amentüsü, temel kuralı haline..

Fırıldaklığın Estetize Edilmesi
Yayınlanma: Güncelleme: 39 okuma

Fırıldaklığın Estetize Edilmesi

 

 

 

İçinden geçtiğimiz büyük kırılmalar, dönüşümler, alçalışlar sürecinin en çarpıcı olgularından biri kişiliklerdeki kirlenme ve çürümedir. Fırıldaklık, yalakalık neredeyse günlük siyasetin amentüsü, temel kuralı haline geldi. Siyasette başarının da temel ölçütü oldu. 1980’lerden bu yana toplumumuzda, para, mevki, itibar, siyasi güç sahibi olmanın yolu, fırıldaklık, yalakalık, dalkavukluk ve omurgasızlıktan geçerken, ilkeli olmak, ideallere bağlılık, dik duruş, ideolojiye ve stratejik bakışa öncelik değersizleşti, tu kaka edildi. Kısacası kurtlar çakallara boğdurtuldu.

Geçtiğimiz kırk yıllık karşıdevrim yıllarında ne inanılmaz, ne akla-vicdana sığmaz “değişimler”, ne hayranlık uyandırıcı taklalar, sürünme ve yalama hareketlerine tanık olduk. İster bireysel, ister ideolojik ve bilimsel alanda olsun, kaypaklığın, dönekliğin, fırıldaklığın, yalakalığın nice “erdemlerine” (!), insanın gözünden sürmeyi çalan nice marifetlerine tanık olduk.

Üstelik bütün bu alçalış ve çürüme olayı; sahteleşme ve soysuzlaşmaya evrilen sınırsız “değişim” ve “yenilikçilik”, her türlü vasatlığı, bayağılaşmayı yücelten “özgürleşme”, çağdaşlığın olağan bir sonucu olarak yorumlandı ve etik, estetik kılıflarla insanlığa yutturuldu. Postmodern estetiğin bu marifeti, kişiliklerdeki bütün ahlaki çürüme olgusunun sözde “saygın”, “erdemli”, “şerefli”, “şaşırtıcı” görünümünün göz alıcı parlak cılasını oluşturdu.

Böylece, gerçekliğin, içeriğin biçimde en uygun, en dinamik ve yetkin ifadesi olan estetik, güzelliğin felsefesi; bütün hakikatlerin, gerçek içeriklerin kirletilip yalana ve sahteliklere dönüştürülmesiyle kirletilmekte. Medyatik algı tezgahlarından geçirilerek tecavüze uğratılıyor ve sahteleşmiş bir varlığa dönüştürülüyor.

Öte yandan estetiği sadece biçimdeki güzellik olarak gösteren bu anlayışa göre, yalanın, sahteliğin, ikiyüzlülüğün, alçaklığın gerisindeki derin ahlaki-vicdani içeriğin hiç önemi yoktur; önemli olan görüntüdür, yaratılan algıdır; göz boyayıcı yapay parıltıdır, vitrindeki anlık şaşırtıcı cazibedir. Önemli olan sözün, palavranın, yalanın son derece usturuplu, ustaca, etkili ve “inandırıcı” bir biçimde ifade edilmiş olmasıdır.

Çünkü neoliberal-postmodern kültürün potasında biçim dönüştürülüp verilen, kullaştırılan sözkonusu kişiliklere göre “kitleler balık hafızalıdır”, çok çabuk unuturlar! Bu nedenle her şey günübirlik yutturulabilir, sonra da sureti haktan gelinir ve hafızalar yeni yalanlarla “tamir edilir” (!). Bütün şarlatanlık ve yalanların beslenme kaynağı olan vasatın ve bayağılığın dayanılmaz çekiciliği, işte böyle bir toprakta yeşerip, kanserojen bir tümör gibi azgın sürgünler olarak boy vermektedir.

***

İnsanın başını döndüren, en yaman “pervaneleri” bile kıskançtan çatlatan kişliklerdeki bu sınırsız dönme, “dönüş/üm” ve “değişim”e diyalektik materyalist teorik gerekçeler de üretilebiliyor. Mümkündür de! Örneğin, nesnel koşullar, mecburiyetler, ülkenin Atlantik’ten Avrasya’ya doğru kaymasına yol açtığı nesnel bir olgudur. Bu durumda, sonsuz değişimci ve fırıldak bazıları kendi karakterlerine ve konumlarına uygun kestirme bazı sonuçlar çıkarabiliyor. Onların mantığıyla, sınıfsal olarak en Amerikancı, en işbirlikçi, en Cumhuriyet düşmanı ve karşıdevrimciler bile, Türkiye’nin çıkarları için değişebilirler, devrimci olabilirler!.. Mafyatik, vurguncu, tefeci sınıfsal çıkarlarıyla ABD-AB emperyalist sistemine mecbur olsalar da!.. Hatırlayalım, bu “değişimin” teorisini ilk yapanlar, 90’larda Özalcılar ve neoliberallerdi.

Özcesi, devrimci idealler ve ilkelerin günlük siyaset ve taktiklere boğdurulduğu, kurban edildiği bir dönemi yaşıyoruz. İşte her türlü devrimci değerin ters-yüz edildiği böyle bir dönemde, ideallere bağlı, ilkeli ve uzun yürüyüşçü kişiliğin yerini rüzgargülü gibi 180, dahası 360 derece dönen ruhunu satmış, fırıldak kişilikler, siyaset madrabazları almaktadır.

Okumuş, zeki ve sermayenin satın alma piyasasına göre her türlü toplumcu, ulusalcı, insani ağırlıktan kendini arındırmış bu kişiliklerin en önemi özelliği ya da marifeti, medyatik, yapay/sahte algı yaratma dünyasında meslek icra etmeleridir. Rüzgarın esiş yönüne göre de “büyük” siyasal bloklardan birinde ya da öbüründe yer almaya göre kurgulanmış dönüş biçimleri, hızları ve taktikleri vardır.

Üstelik, günü kurtarıcı siyaset anlayışı kendini haklı çıkarmak, meşrulaştırmak için sıkıştıkça Atatürk’ün strateji ve taktik ustalığını “pragmatizm” olarak çarpıtarak yorumlayan liberal-gerici teorisyenlere sığınmaktalar. Oysa Mustafa Kemal, tarihin en ilkeli ve tutarlı devrimcilerinden biridir. Ancak görmek ve bilmek istemezler ki, Atatürk’ün bütün taktiksel manevraları, devrimin ilke ve hedeflerinden asla kopmadan, devrimin dost ve düşmanlarını asla unutmadan, fırtınalar, korsanlar ve kayalıklarla dolu bir denizde ulusal devrim gemisini hedefe doğru götürme basireti ve dehasından başka bir şey değildi.

***

Evet, gerçeği, geçmiş, gelecek ve günün bütünselliği içinden değil de, sadece günübirlik siyasetin düz ve sığ aynasından görmeye başlarsak, bazen karşıderimciyi devrime, gericiyi ileriye, yobazı özgürlükçü ve eşitlikçi bir geleceğe doğru koşuyor zannederiz. Çünkü hiç bir yanlış, içinde belli doğruları taşımadan var olamaz. Hiçbir gerici teori topluma yararlı kimi ögeler içermeden oluşturulamaz. En ahlaksız, en alçak insan bile, hayatında ahlaklı diyebileceğimiz bazı davranışlarda bulunabilir.

Ancak bunlara günlük siyaset ölçütleriyle değil de, onların dayandığı ideoloji ve kültür bütünlüğü içinden bakıldığında, tekil ve yanıltıcı görüntülerin önemi kalmayacaktır. Kim ki, ormanı değil, sadece ağacı görüp ona göre karar verirse, ve bunda ısrar ederse, gerçek dışına ve yalana savrulması kaçınılmazdır.

Kuşkusuz içinde yaşadığımız kişilik bozulması ve çürümenin çeşitli biçimlerini ve köklerini 1980’lerde bulabiliriz. Yükselen Batı merkezli piyasacı, bireyci çürüme ve başkalaşmanın yükselmesi ve Türk Devriminin bağımsızlıkçı ve toplumcu niteliğinin ve yüz elli yıllık birikiminin kökten inkarı bu yıllardaki derin yabancılaşmaya dayanıyor. Aslında 1980’ler ve 90’ların ilk yılları, daha sonraki kırk yıllık kirlenme ve yozlaşma sürecine gerek sağda gerek solda damgasını vuran etkenlerin mayalandığı yıllardır. Bölünmelerin ekseni ise, Batı güdümlü projelerde yer alarak emperyalizme ve ortaçağa karşı duruşu terkeden düşünce ve anlayış ile küreselciliğe direnen Cumhuriyetin, ulusun çıkarlarını ve Türkiye’nin kuruluş ilkelerine bağlılığı esas alanlar arasındaydı.

Bu saflaşma, 80’lerde benim de içinde bulunduğum çevrede uzun ve sert tartışmalarla geçti. Özellikle yönetici üst kadrolarda tartışmaların sert ve köşeli niteliği iki bakımdan önemliydi. Birkaç ilkeye indirgenen Bilimsel Sosyalizme bağlılığı ve devrimciliği, hem fikirde hem de kişisel günlük yaşamda, ya bütün varlığınla, gönülden sürdürecektin, ya da yükselen değer olarak liberal-postmodern düşünce ve davranışlarla açık veya kapalı dönekliği tercih edecektin. Geçmişte “yaşanmamış aşkları sınırsız yaşama”, küçük, sıradan, tekil yaşanmışlıklara özenme, onlara yapılan romantik edebi güzellemeler, bayağı, sıradan günlük yaşam biçimlerini yüceltme biçimindeki “sınırsız özgürlük” budalalıkları sözkonusu dönekliğin bazı somutlanışlarıydı.

Sözkonusu derin bireyci savrulmanın tersten açık ve cesur savunucuları ise, devrimciliğin sınırlarını, iş hayatının kurallarına göre oynama, büyük düşünme, büyük oynama ve başarılı olmaya, yani kurtlaşmaya kadar genişletebiliyorlardı. Bu karakter, aynı dönemde küreselci sistemde ve bizim ülkemizde de egemen olan ABD merkezli “neocon” işadamı tipini örnek model olarak alıyordu. Bizdeki neocon karikatürü kişilikler, bir çok bakımdan hırsı büyük ve “zeki”, ama aklı, birikimi ve çapı küçük, “hacıağa”lıktan bir tık ileride, görgüsüz, hödük kişiliklerdi.

Bunlar, dönekliğin ve fırıldaklığın birinci biçimiydi. Birincinin bir çok özelliğini taşıyan ikinci biçim ise, dönemin son derece etkili rüzgarlarını arkasına alarak daha içten pazarlıklı, hesaplı ve sinsice gelişiyordu. Söylemde derimci, kapitalizme karşı, ama gerçeklikte başka hesaplardaydı. Çünkü, parayla, zenginlikle ilişkide paranın ve piyasanın emrine girilmişti bir kere. Elbette buradaki sözkonusu para ya da zenginlik, onu fikrin yerine ve fikre karşı bir baskı veya etkileme aracı olarak kullanma amacıyla elde edilen bir zenginlikti. Ve elbette sözüm; seçkin, siyasi önder konumdaki ve topluma karşı belli bir hesap verme sorumluluğunda olan kişiliklere, tercihlerinin ve sonuçlarının tamamen bilincinde olanlaradır.

Kimileri bir zamanlar “büyük devrimci” iken, “devrimciliğe paydos” dendiği 80’lerde “zekasını, yeteneğini”, içinden geldiği partinin kendisine kazandırdığı düşünsel birikimi ve insan ilişkilerini “iyi kullandı” (!), büyük “iş insanı” oldu, büyük servet biriktirdi, bazı tv’lerin sahibi oldu. Ama servet yığılırken devrimci ideallerin de karşıt yönde küçüldüğünü görmek aklına ve işine gelmedi; o ideal ve değerler sahip olunan zenginlik büyüdükçe küçüldü, değersizleşti ve yozlaştı. Oysa, ideallerini ve toplumcu değerlerini para için satanlar, sattıklarının, yani paranın ya da paraya hükmeden merkezlerin kulu, oyuncağı olmaktan kurtulamazlar.

Bugün Türkiye siyaset tablosuna baktığımızda, öne çıkan karakter, renk ve motiflerin, ruhu satın alınmış, özgül ağırlıksız, niteliksiz, gölgesiz ve uçucu köpük kişilikler manzumesinden ibaret olduğunu görürüz. Üstelik bu tabloya şekil veren arkadaki yapının mafyalaşmış, vurguncu bir sistem olduğunu bilmekteyiz.

12 Eylül, yurtsever, devrimci örgütleri siyasi olarak ezerken, kimi zayıf kişilikler de sırtlarındaki, devrimcilik yükünü atıp “hemen şimdi özgürlük” diyerek aslında liberallere özenip zengin olma sevdasıyla dönemin esen rüzgarına teslim oldular. Ve bunun için bahaneler üretmeye başladılar. Örneğin o dönemi anımsayanlar bilir, “iş hayatında başarılı olmak en büyük devrimciliktir” gibi sloganlar üretildi. Buradaki cinlik, herkesin çalışmak zorunda olduğu koşullarda işinde çalışkan ve başarılı olmak değildi. Zaten devrimci için ahlaki bir ilkeydi bu, herkes işini en iyi bir şekilde yapmalı, çalışkan ve başarılı olmalıydı; devrimcinin inandırıcılığının, dürüstlüğünün de temeli buradaydı.

 

Cinlik, hangi işi yaparsa yapsın, hayatın odağına devrimciliği değil, “başarılı işadamı olarak” çok para kazanmayı ve adım adım devrimcilikten kopmayı zihinde kurgulamaktı. Evet, her şey zihinde, gönülde, gönüllülüğü bilinçte derinlemesine kavramakta bitmektedir.

Buradaki ayrışmanın karakteristik nitelikleri, koşulların, kişileri şu iki sonuçtan birini tercih etmeye zorlamasıydı. Sonraki kırk yılda bütün boyutlarıyla yaşandığı gibi, ya kaderini hem maddi hem manevi olarak yoksul emekçi kitlelerle birleştireceksin ve bütün düşünsel, siyasal süreçleri bu ideolojik mihenge göre yorumlayacaksın. Ya da siyaset yapma adına ve günlük taktik ve siyasetlere, ayak oyunlarına indirgenmiş ve gerçek anlamda sınıfsal-ideolojik içerikten yoksun, içi boş bir söylem devrimciliğini seçeceksin. Bunun da sonunda sistemin güç dengelerine teslim olacak, güç merkezlerinin güdümüne gireceksin.

Sonuç olarak döneklik, birbiriyle ittifak içindeki iki yükselen siyasal-kültürel kampa kapağı atmak biçiminde gerçekleşti. Birinciler, bilindiği gibi, neoliberal-postmodern oldular, ABD-AB güdümlü küreselleşme merkezlerinin devşirmeliğini, piyonluğunu seçtiler. Ulusal her şeye, vatana, Atatürk’e düşmanlığın türlü biçimlerini sergilediler, “ikinci Cumhuriyetçi”lik ve “yetmez ama evet”çilik yaptılar.

Görünüşte Batı karşıtı, antiemperyalist siyaset ve kültür içinden gelen ikinciler ise, özellikle 2002’lerden sonra, küresel merkezlerle tam bir işbirliği içinde olan, AKP’nin odağını oluşturduğu daha “millici” ve “yerlici” görünen siyasal ve cemaatsal yapılara kapılanmayı seçtiler. Bütün “yüksek zeka”larını sakal bırakarak, rakı yerine viski ya da votka içerek (çünkü rakının kokusu vardır, cami ve cemaat içinde ele verir, viski ve votka ise bu konuda güvenlidir), Türk Devrimi ve Atatürk’le ilgili açık-kapalı suçlamalar, eleştiriler yaparak ya da yapılan eleştiri ve küfürlere ses çıkarmayarak, AKP liderlerinin gittiği camileri bir hafiye uyanıklığıyla bulup cuma çıkışlarında cami avlusunda boy göstererek, “havuzlara” bağışlar yaparak cemaat ve iktidar imkanlarından yararlanma kurnazlığında kullandılar.

***

80’lerde başlayan kişilik bozulması, döneklik ve yozlaşmanın daha da katmerlenmiş olarak asıl sahne aldığı dönem kuşkusuz AKP’nin iktidar olduğu 2002 sonrasıdır. 2002 öncesindeki siyasal toplumsal-koşullar, devrimden dönmenin, vatansızlığın ve ihanetin felsefi ve düşünsel kılıfla savunulduğu, bunların siyasal ve ekonomik getirisinin daha dolaylı ve belirsiz olduğu koşullardı. AKP döneminde ise, durum değişti; ya neoliberal ve muhafazakar saflardan Cumhuriyete ve Atatürk’e küfredeceksin, “yetmez ama evetçi”, FETÖ’cü, “RTE aşığı” veya yalakası olacaksın, ya da karşıdevrime direneceksin.

Kişilik yozlaşması bağlamında, 2002’den önce ve sonra, iki dönemin farkına ilişkin bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Bilindiği gibi, on yıllardır, sosyalistler, devrimciler Türk burjuvazisinin, ister ulusal ister işbirlikçi olsun, kaypaklığından, kişiliksizliği ve çapsızlığından söz ederler. Gerçekte bu özellik, 150 yılık modernleşme, sanayileşme sürecimizde, emperyalist sistemden köklü bir kopuş yaşanamadığı, ortaçağ kalıntılatılarının tam olarak temizlenemediği ve 1930’larda başlayan bağımsız sanayileşme atılımı tamamlanamadığı için, bir türlü aşılamayan bir nesnelliğimizdir.

 

Bunun, Bilimsel Sosyalizmden kopup kapitalistler piyasasında “Eskiden sosyalisttim, şimdi Müslümanım” diyerek at oynatmayı büyük “devrimci” başarı olarak gören, gösteren kimi sivri zekalılar için çok önemli, özellikle etik dersler içerdiği açık. Etik diyorum, çünkü, modern çağın değerleri perspektifinden bakıldığınde, ister burjuva ister Marksist olsun, Türkiye devriminin ulusal ve demokratik karakteri dikkate alındığında, ikisi de özellikle kültürel açıdan bir çok ortak içerik taşıyor.

Peki, kendini “eski sosyalist şimdi Müslüman” (aslında İslamcı) olarak tanımlayan çok popüler “devrimci”, “vatansever” büyük işadamı, Türk burjuvazisinin omurgasız, kaypak, kişiliksiz sınıfsal ve kültürel karakteri karşısında nasıl bir tavır alıyor acaba? Vatanseverlik, üretimcilik üzerine, laf düzenbazlıkları dışında, bu kişiliksiz burjuvaziye karşı gerçek ulusal burjuvaya, sanayiciye yakışır kişilikli, ilkeli bir duruş gösterebiliyor mu? Onca yalakalık ve fırıldaklıkla ilkeli, onurlu bir ulusal sanayicilik bağdaşır mı? Öyle görülüyor ki, onlarla aynı yol ve yöntemleri izlediğinize, “pamukören”ler gibi fırıldak, düzenbaz bir işadamı olmaktan öteye gidemediğinize göre geriye ne kalıyor?

***

Bazıları bu “büyük işadamı” olma merdivenini, her nasılsa “Allah yürü ya kulum dedi” ve ikişer ikişer bile değil, dörder dörder atladılar ve “iş hayatında başarılı oldular.” Evet, orada başarılı oldular, ama devrimciliği satarak… Ama hemen belirtelim; satılmış bir devrimci ruh geri alınmaz; satışın kendisi insani ideallerin bitişi demektir zaten. Şu ayrımı da iyi yapmak gerekiyor: İnsanın para kazanmasından değil, paranın insan kazanmasından kork demişler. Yani, önemli olan elinde ya da emrinde ne kadar para olursa olsun, paranın insanı yönetmesine izin verip vermemektir; bunun da temel koşulu, çok yüksek bir devrimci bilinç, irade ve ilkelere bağlılıktır.

 

Ancak bizim örneğimizde tersi sözkonusudur. Hayatın bir kuralıdır; ya zekanı ve yeteneğini para kazanma ve servet biriktirmeye harcar, büyük zengin, işadamı olursun, ya da devrimciliği seçip halk kitlelerinin ortak kaderi olan yoksulluğu paylaşırsın. İkisi birlikte mümkün olmuyor. Bu da, sınıflı toplumlar tarihinin ve sınıflar mücadelesinin en temel kurallarından biridir.

2002’lere kadarki süreçte, Türkiye’de bir çok sosyalist, devrimci, ideallerini, toplumcu değerlerini satarak sınıf atladı, köşeyi döndü, servet biriktirdi ve büyük işadamı oldu. Aslında buraya kadar anlatılanlar, herkesin bildiği sınıfsal değişimler, sınıf atlamaları vb’dir. Ayrıca herkesin devrimciliği öncelikle kendinedir, kendi vicdanınadır, dönekliği de…

Ancak bir farkla; sen bütün topluma karşı ben şuyum, şunları şunları yapacağım, sömürü düzenini değiştireceğim, emperyalizme bağımlılığa son vereceğim deyip iddialı sözler ediyorsun, büyük büyük laflarla “talkınlar verip” insanları etkiliyorsun, ama daha sonra o davayı terk ederek “salkımı yutuyorsun”, malı götürüyorsun. İşte bütün sorun burada, toplumu çürüten, zehirleyen bu ahlaki alçalışta. Ve bugün toplum, zübükleşmiş, düzenbazlaşmış ruhunu satan siyasetçilere güvenmiyorsa eğer, en önemli nedeni budur.

İplerin koptuğu, suyun çürüyüp tuzun koktuğu asıl fırıldaklık ve yalakalık döneminin 2002’den sonra, AKP iktidarı döneminde başladığını tekrar belirtmeme gerek yok. Karşıdevrimci ve Siyasal İslamcı iktidar, bir taraftan sanayici ve tüccar dünyasında kendi yandaşlarını yaratır ve semirtirken, Aydın Doğanlar gibi geçmişin ayrıcalıklarından hâlâ yararlanmak isteyenler ağır vergi borçları ve şantajlarla sindirildiler. Bırakın yurtsever ve devrimci olmayı, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi geçmişi olanlar için bile eski parlak yükselme ve büyüme döneminin artık sonuna gelinmişti.

Eh, bu durumda ne yapmalıydı? Ya dürüst, vatansever, Cumhuriyetçi, geçmişiyle gurur duyan bir iş adamı olarak onurundan, ilkelerinden ödün vermeyerek -veya asgari taviz vererek- ve bunun gerektirdiği bedelleri ödeyerek varlığını sürdürmeye çalışacaksın… Ya da yalakalık, yaltaklanma ve fırıldaklığı seçerek önüne açılacak ve iktidarın yandaşlarına, eşe dosta sunduğu nimetlerden tepe tepe yararlanacaksın.

Hırsın büyükse, zekiysen, ve de kemiksizsen, iktidardaki büyük Reise aşkını ilan edip bir de İslamcı söylemleri ustaca kullandın mı kim tutar seni? Ama ondan önce daha önümüzde büyük kırılmalar ve ödenmesi gereken manevi kefaretler var. Örneğimiz olan fırıldak büyük iş adamı, rüzgarın esiş yönünü şanına yakışır bir sezgi ve zeka kıvraklığıyla kavrıyor. Yükselen ve çok itibarlı neoliberal dalganın merkezini buluyor ve hemen oraya üye oluyor. 2008 Ergenekon tertibi sürecinde mesela, FETÖ’cülerin yanında olduğunu, eski devrimci arkadaşlarını sattığını bir biçimde ifade edeceksin ki önün açılsın. Bu da yetmez, Hocaefendi’yi de ziyaret edip eteğini öpmek zorundasın.

Her şeyde, her işte lider, öncü olmayı çok seven fırıldaklığın bu ilginç figürü, nedamete erip “sosyalistlikten Müslümanlığa”, dönüşürken, bu arada ABD’ye uçuyor ve Hocaefendiyi de ziyaret ediyor. Onun eşitlikten, adaletten, insanlıktan dem vuran sözleriyle mest oluyor ve “kendimi bu harekete yakın hissediyorum” diyor. Ziyaretten sonra “sosyalistlik” ile FETÖ’yü buluşturan ve çapsızlığı kadar siyasal ve kültürel ufuksuzluğunu da kanıtlayan şu tarihi sözleri sarfediyor: “Çok saygınlık uyandırdı bende Hocaefendi. Biz Hocaefendi’nin dediği gibiydik”.

***

Ve… Gün oluyor devran dönüyor, yeniliyor içiliyor, cümle iktidar yandaşları hep birlikte ülkeyi soyuyorlar, yağmalıyorlar, halkın anası ağlatılıyor; ve de cukkalar, kasalar şiştikçe şişer. Kasalar şiştikçe insani erdemler küçüldükçe küçülüyor. Pek doğal ki, toplumsal bir yasadır; bir yerde bir avuç azınlık aşırı zenginleşmişse, orada emekçi milyonlar da aşırı yoksullaşmış, açlığa mahkum edilmiştir… Ve de Tanrının ve doğanın bir yasasıdır; iktidar gemisi su almaya ve fareler gemiyi ter ketmeye başlar. Çok uyanık kimi iş adamları başka gemilere gizliden haber göndermeye başlar.

İşte tam bu sırada “zeki” iş adamımız yine yüksek zekasını çalıştırarak bir kaç küçük manevrayla eski yuvasına döner… Yıllar sonra, “önderler” büyük tecrübe birikimleri edinmiş olarak tekrar buluşurlar. Yanlarında kirli, temiz farketmez, yeterince para da vardır artık. Ama en önemli şey, iki tarafta da devrimci ruh yok, ne yazık ki. Fırıldaklığın çözemediği tek şey bu olsa gerek! Çünkü o, ısmarlama olmuyor, yapay tezgahlarda üretilemiyor, hele parayla yeniden satın alınması olanaksız. Tek çare, medyanın köpükleştirici ve parlatıcı maharetine sığınmak…

Devrimci ruh bir ateştir, kaynağı emekçi halktır, hakikat aşkıdır, toplumsal ideallerdir. Fırıldaklıkla satılan, paraya çevrilen bu ateşten, bu ruhtan geriye kalan sadece küldür. Ateş, o ruhu satanlarda değil, onu sürekli tutuşturma enerjisine sahip başka ellerde, yüreklerde yanmaya devam eder. Hiçbir sivri zeka, hiç bir yüksek yetenek, hokkabazlık bunu değiştiremez. Zeka, kökünden sağlam bir ahlaki ipe bağlanmadıkça, her zaman insana iyi, topluma ve insanlığa yararlı şeyler yaptırmaz, kötü, çok kötü şeyler de yaptırır. Yüksek fırıldaklık ve düzenbazlık yeteneği de bir zeka ürünüdür. Zeka ve yeteneğin insana iyi ve güzel şeyler yaptırmasının temel koşulu ise, toplumsal ve insani ahlak ve değerlere bağlılıktır.

Mehmet Ulusoy

Ağustos 2022

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.