Mahir Ünal’ın o sözleri yeterince tartışıldı, eleştirildi. Yapılan haklı eleştiriler, günlük Cumhuriyetçi duruşun duygu ve tepkilerini bir ölçüde yansıtıyor kuşkusuz. Hemen şunu da belirteyim: Ünal’ın büyük tepkiler karşısında çark ederek..
Mahir Ünal’ın o sözleri yeterince tartışıldı, eleştirildi. Yapılan haklı eleştiriler, günlük Cumhuriyetçi duruşun duygu ve tepkilerini bir ölçüde yansıtıyor kuşkusuz. Hemen şunu da belirteyim: Ünal’ın büyük tepkiler karşısında çark ederek siyaseten yaptığı düzeltmelerin çok fazla bir anlamı yoktur. Gerçek samimi duygu ve düşünceler ağızdan ilk çıkanlardır çoğunlukla.
Düşünce ve tepkileri günlük siyasetin ufkuyla sınırlanmış olanlar, geleceğe (ve geçmişe) ilişkin daha derinlikli ve kapsamlı düşünerek kendini yormak, fazla sıkıntıya girmek ve rahatını bozmak istemeyenler için belki de yeterli bu kadarı. Ama nereden bakarsak bakalım görünen o ki, Cumhuriyetle hesaplaşmayı ideolojik ve stratejik olarak ısrarla gündeme getiren karşıdevimci zihniyetle mücadelenin bütün tarihsel, kültürel derinliği ve boyutlarıyla süreceği kesindir. Bütün “kerhen”ler, dil sürçmeleri tesadüf değildir, gizlenen ya da bastırılan duygu ve niyetlerin dışa vurumudur.
AKP kurmayları içinde en ciddi, en sakin, en az duygusal ve akresif davranan, bütün sözcüklerini dokuz ölçüp bir biçen karakterdeki bir Grup Başkanvekili bu açıklamaları yapıyorsa, çok düşünüp hesaplamış demektir. Bunun diğer bir anlamı, Türk Milleti kimliği ve Cumhuriyet değerlerine karşıt nitelikte derin bir ideolojik ve stratejik tavır ve duruşun açıklanmasıdır. O konuşmayı tekrar anımsayalım: “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügata dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden biri Mao’nun Çin Kültür Devrimidir. Lügata dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatımızı, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünce setlerimizi yok etmiştir.”
Önce şunu vurgulamalıyım: İhvancı Siyasal İslamcılar, ideolojik duruşları nedeniyle çağdaş değerlere, aydınlanmaya, akıcılığa ve bilimsel ölçütlere karşıttırlar. Buna bağlı olarak da bilimsel ve tarihsel gerçekler konusunda genellikle cahil, özensiz ve sorumsuzdurlar. Bildiklerini de çoğunlukla sadece polemik ve demagoji malzemesi olarak kullanmaktan yanadırlar. İnsan zihninin, hafızanın doğasıdır, istemediği konularla ilgili bilgileri, kavramları siler, unutur. Kamusal sorumluluk nedeniyle hatırlamak ve kullanmak zorunda olduklarını ise, sırf durumu kurtarmak için yarım yamalak ve yüzeysel olarak benimser. Hele doğası gereği gerçeklikle çatışan gerici bir ideoloji olunca, bütün o yüksek perdeden, kendinden emin belagatlı konuşmalarda, bu özellik kendini sık sık ele verir. Bilim karşıtlığı sözde kabul edilmese de, hatta herkesten çok bilimi savunuyor görünülse de, ekonomiden milli eğitime, hukuktan adalete, devlet yönetiminden siyasete bütün eylemler, uygulamalar ideolojik duruşla bağlantılıdır. Yani bilim ve bilimin üzerinde yükselen, şekillenen çağdaş değerlerle çatışan, onları yadsıyan niteliktedirler.
Dolayısıyla gerçekler, yeterince ve özenle araştırılıp öğrenilmeden, öğrenilse bile çoğunlukla belli bir çarpıtma mekanizmasından geçirilerek ifade edilmektedir. Bu da sözkonusu anlayışın “fıtratı” gereğidir, yani doğuştan gelen özelliklerinin, karakterlerinin bir sonucudur. Çünkü gerçekler, hakikatler de fıtratları, yani doğaları gereği gerici zihniyetle, gerici mantıkla uyuşmaz, çatışır. Bu nedenle, tarihsel gerçeklere ve bilimsel bilgiye inanmayan mesafeli duruş, ya çarpıtarak ya da laf cambazlığıyla kavram ve anlam karışıklıklarına uğratarak o gerçeklerin özünü, ruhunu karartır.
***
Çarpıtmanın esasını oluşturan birincil olay, alfabenin dil ile karıştırılmasıdır. Lügat da, burada, hem bir dilin kelime hazinesini ve onların kökenlerini, söyleniş ve yazılış biçimlerini içeren “sözlük” karşılığında, hem de alfabe anlamında kullanılıyor olmalı. Alfabenin dil ile karıştırılması bu düzeyde bir siyasetçi için bilgisizlikten kaynaklanan ve “kerhen” yapılan bir hata olamaz, aksine bilinçli ya da “fıtrat”tan kaynaklanan bir davranıştır kanımca.
Bu tavırda gizlenmiş, millet olmanın birincil koşulu olan ulusal dile düşmanlığın incelenmesine geçmeden önce, Fransız ve Çin devrimleriyle ilgili büyük cehalete ve bir iki aşırma yüzeysel bilgilerle yapılan laf cambazlığına değinmemiz gerekiyor. Ne büyük tutarsızlık ki, Siyasal İslamcılar, Batıcı diye eleştirdikleri çevrelerden hiç de geri kalmayan bir şekilde, kendi tarihimize ve ulusal meselelere ilişkin her sıkıştıklarında dışarıdan, özellikle Batı’dan örneklere sığınıyorlar. Ne var ki, alınan bilgiler aydınlanmacı ve devrimci Batı’nın değil, gerici, emperyalist Batı’nın bilgileri olduğu için Türk tarihi ve Türk Devrimi ile temelden doku uyuşmazlığı hemen kendini gösteriyor. Böylece işportacı aşırmacılık kısa sürede açığa çıkıyor. Mahir Ünal’ın yaptığı da budur.
Bilindiği gibi Fransız Devrimi o günkü kullanılan alfabeyi değiştirmemiştir, çünkü, Atatürk’ün de kuşkusuz bazı değişikliklerle tercih ettiği bu alfabe modern çağın en gelişmiş, en kullanışlı alfabesiydi. Ayrıca daha önemlisi, dil değişikliği konusunda baltayı taştan taşa vuruyor. Evet, Fransız Devrimi, tıpkı Türk Devriminde olduğu gibi, dilde ve kültürde büyük değişimlere öncülük ediyor. Çünkü; bütün Batılı tarihçilerin belirttiği üzere Fransız Devrimi gerçekleştiğinde, bizdekine benzer şekilde, Fransız ulusunun dili olan bugünkü Fransızcayı bilen ve konuşan insan sayısı % 13-15 civarındaydı. Diğer ortaçağ Avrupası ülkelerine benzer şekilde sarayları kullandığı eğemen dil Latinceydi. Elbette ortaçağ feodal sistemi ve kültürü tasfiye edilirken ulusal dil ve kültür de 19. yüzyıl boyunca bütün toplumun ortak dili haline geldi.
Mahir Ünal’ın başka devrimlerle ilgili yalan yanlış ve çarpıtılmış bilgilere sığınmasının temel nedeni kuşkusuz bilimselliğin ruhunu ve çağın mantığını kavrayamamış olmasıdır. Oysa her devrim öncelikle kendi özgünlükleri içinde değerlendirilmeli ve eleştirilmelidir. Yetmiyorsa, çok iyi bilinen ve bizim için örnek olabilecek evrensel deneyimler ikincil bir etken olarak gösterilebilir. Önemli olan, bilimsel, teknolojik, toplumsal örgütlenme ve estetik açıdan o toplumun, yani Türkiye’nin kendi iç dinamiklerine dayanarak daha gelişkin bir aşamayı yakalayıp yakalamamasıdır. Ama İhvancıların derdi çağın en ileri ve yararlı bilgi, yöntem, anlayış, kültür ve tekniğini almak değildir. Amaç, ne olursa olsun açıktan veya gizliden, halkı özgürleştiren, ona ulusal bir kimlik kazandıran ve onu kulluktan kurtarıp ulusun bağımsız ve özgür yurttaşı yapan devrimi engellemektir.
Her devrim, içinde geliştiği ve devraldığı tarihsel ve toplumsal olguların yatağında gerçekleşir ve bu olgular o devrimin özgüllüğüdür. Fransız devrimini hazırlayan düşünsel, kültürel dinamiklere baktığımızda, Galile ve Koperniklerden, Descartes, Spinoza, Bacon’ın temsil ettiği bilim ve akılcılık, 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, Bilimsel Devrim, Sanayi Devrimi ve de modern çağın temel öznesi olan uluslar ve ulusal dillere kadar hepsi aynı alfabenin içinde gelişmişlerdir. Latin Alfabesi, bütün bu süreçlerin oluşumuna, ulusal dillerin gelişimine engel olan değil, bir araç olarak onların gelişmesine katkı yapan bir alfabedir.
Dil olarak Latince ise, modern çağın temel öznesi olarak uluslaşma ve ulusal dillerin egemen hale gelmesiyle, işlevini bitirmiş ve tıpkı İslam dünyasında dili Arapça olmayan uluslarda Arapçanın gerici bir kültür ve siyasete yataklık etmesi gibi, Avrupa’da ortaçağ gerici kültürüne yataklık etmiştir.
Çin örneğinde ise, yine bir başka cehalet ve uyanıklık gizlenmektedir. Evet, Çin Devrimi alfabeyi değiştirmemiştir. Öncelikle, biraz ters olsa da sorulacak ilk soru şudur: Niye değiştirsin ki? Yaklaşık 3 bin yıllık kendi ulusal kültürü ve kimliğiyle bütünleşmiş bir alfabedir bu, dışarıdan alınma değil. Sun Yatsen’in önderlik ettiği 1911 ulusal evriminden başlayarak 100 yıllık süreçte, öğrenilmesi ne kadar zor olsa da, devrimci atılımları ve ulusal kültürü engelleyecek bir rol oynamamıştır Çin Alfabesi.
Ayrıca Çin alfabesi, öğrenme zorluğunu dışta tutarsak, içerdiği simgesel özellikleri nedeniyle sadece dilsel değil, estetik-sanatsal, yani kültürel bir işlev de taşıyor. Şöyle söyleyebiliriz: Çinliler düşüncelerini, bir anlamda bu alfabe üzerinden hem resim, hem de sözcüklerle anlatmış oluyorlar. O nedenle Çinliler, çağdaş zorunlulukların gereği Latin alfabesine geçmeyi yüz yıldır düşündükleri halde, bu özel nedenlerle ulusal kimliklerinin bir simgesi olan alfabelerini değiştirmede pek acele etmiyorlar.
Arap alfabesine gelince… Türklerin son bin yıldır kullandığı, Türkçenin karakteriyle, doğasıyla uyuşmayan, doku uyuşmazlığı gösteren, o nedenle de halkın öğrenmesinde ciddi zorluklar yaratan bir alfabedir. Daha da önemlisi, Türklerin diline ve ulusal değerlerine yabancılaşmasının bir aracı olmuştur. Ayrıca şunu da vurgulayalım: Latin alfabesi, Türkçenin oluşum sürecinde işlevsel bir rol oynayan ve muhtemelen Türk-Avrasya kavimlerinin geliştirdiği ve Orhun Anıtlarının yazıldığı Runik alfabesi ile bir çok bakımdan uyuşan, örtüşen bir alfabedir. En az onlar kadar önemli olan, Rönesans ve Aydınlanma kültürü, modern çağda hakikate ulaşmanın klavuzu bilim ve akıl Latin alfabesi üzerinden taşınmaktaydı.
Arap alfabesi ise, İslâmın ilk 500 yılında bilimin ve ileri düşüncenin, kültürün taşıyıcısı olarak rol oynarken Arap olmayan kaimlerce benimsenmiş, ama 13-14. yüzyıllardan itibaren İslam kaynaklı, akıl ve bilim karşıtı bütün gerici, yobaz, hurafeci düşüncelerin taşıyıcısı ve yatağı olmuştur. Bütün bu nedenlerle, Atatürk ve arkadaşlarının, aydınlanma, milletleşme ve dil üzerinden milletin kendi öz kimliğiyle buluşması, kendi özgünlüklerine, karakterine ve ruhsal enerji kaynaklarına kavuşması bağlamında da, dilde arınmanın en iyi aracı olarak Latin alfabesini seçmesi son derece doğru bir seçimdi.
***
Türkçe, Selçuklularda devlet dili olan Farsçayla, sonra İslam üzerinden Arapçalaşmış bir Osmanlıcayla ve özellikle onunla bütünlük içinde işlev gören Arap alfabesinin cenderesinde boğulmaya çalışılmaktaydı. Karamanoğlu Mehmet Bey’in Anadolu’nun resmi dili olarak ilan ettiği Türkçe ve ona ruh verenler Yunuslar, Karacoğlanlar, Pir Sultanlar, Kaygusuz Abdallar ve arı Türkçenin önemli bir taşıyıcısı Türkmen/Yörükler, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Sarayınin resmi dilinden dışlanmış, yasaklanmış ve unutturulmaya çalışılmıştı. Bugün herkesin bildiği, tanıdığı ulusal kültürümüzün bu büyük insanları, Cumhuriyet Devrimi ve 1930’larda başlatılan Dil ve Kültür Devrimi ile yeniden saygınlıklarına kavuşarak bilinir, tanınır hale geldiler.
Bu nedenlerle; egemenliğin ve vatan topraklarının mülkiyetinin Türk milletinde olduğu ulusal devrim, AKP kurmaylarının iddia ettiği gibi, bütün toprakların sultanın mülkü, bütün halkın da sultanın kulu olduğu Osmanlının devamı olmadığı gibi, Türkçe ve bu dilin yatağında, kucağında gelişen Türk ulusal kültürü, sanatı ve edebiyatı da Osmanlı kültürünün devamı değildir, karşıtıdır.
***
Arapça ve Farsça ağırlıklı, Türk halkının yüzde sekseninin kullanmadığı Osmanlıca, 1928 alfabe değişikliğinden sonra 1930’larda Dil Devrimi ile Türkçeleştirme sürecine giriyor. İşte Mahir Ünal ve zihniyeti, görünüşte alfabe değişikliğine, gerçekte ise dilde Türkçeleşmeye karşı çıkarken aslında uluslaşmaya, milletleşmeye karşı çıkmaktadır. Çünkü, ulusal devrim aynı zamanda Atatürk’ün de vurguladığı gibi, ulusal bir kültür yaratma sorunudur. Bu da ancak o ulusu oluşturan halkın öz diline dayanarak, o dil yatağında, onun sözcük ve kavram malzemeleriyle bilim, sanat, edebiyat yaparak, o dilde üretilen şiir, roman, öykü ile mümkündür.
Modern çağın, sanayileşme ve bilimsel devrim çağının zorunlu bir gerçeği olan uluslaşma, ulusal kültür ve onun vazgeçilmez temel belirleyeni ulusal dil, hepsi bir bütündür. Uluslaşmanın aynı zamanda bir kültür derimi olduğu boşuna söylenmemiştir. Ortaçağın tarikatçı, şeriatçı ve fanatik yobazlık kültürünün, hurafenin günümüzdeki temsilcileri olan Vahabiliğin, Selefiliğin ve İhvancılığın panzehiridir bütün bunlar.
Osmanlı ile Cumhuriyetin birbirinin devamı olmadığının teyin edici göstergelerinden biri Türk kimliği ve Türk dilidir. Tarih kazımızı biraz daha derinlere daldırırsak, özellikle 16. yüzyıldan itibaren Türk halkı ile Osmanlının, Türkçe ile Osmanlıcanın karşıt siyasal ve kültürel pozisyonlarda yer aldıklarını görürüz. En yakın dönem olarak 2. Abdülhamit ile Yeni Osmanlılar arasındaki siyasal ve kültürel çatışmaya bakalım.
Abdülhamit’in bütün ideolojik ve siyasal mücadelesinin eksenini, Yeni Osmanlılara, Jön Türklere ve dilde, kültürde Türkçülüğe karşı düşmanlık oluşturuyordu. Abdülhamit, Üçüncü Selim’le başlayan ve Jön Türklerle devam eden modernleşme mücadelesine karşı, başarı şansı sıfır olan bir karşıdevrimci çaba içinde olmuştur. Onun asıl düşmanı Türkçülerdi; emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanmayı, saltanatını sürdürme amacı dışında asla kullanmayan Abdülhamit, aslında hiç bir zaman emperyalistleri asıl düşman alarak da görmedi.
Abdülhamit’in Türk ve Türkçe karşıtlığının en somut kanıtlarından biri, 1876 Anayasası hazırlanırken gösterdiği tavırdır. Namık Kemal ve Mithat Paşalar resmi dilin Türkçe olmasını Anayasaya koymaya çalışırken, o Arapçanın resmi dil olmasını savunmuştur.(*) Kuşkusuz bu düşünce ve tavrın arkasında, Yavuz Sultan Selimden bu yana yaklaşık 400 yıllık “etrak-i bi idrak” (akılsız Türkler), “kaba”, “yabani” ve “cahil” Türkleri aşağılayan ve düşmanlaştıran, Türk halkını sadece askere çağırırken ve vergi toplarken hatırlayan bir siyaset ve kültür vardır.
Evet, 1908 Jön Türk devrimiyle başlayan süreç, Akçura’nın yüksek öngörüyle vurguladığı gibi bir Osmanlılaşma veya İslamlaşma değil, Türkleşme ve uluslaşma süreciydi. Dolayısıyla aynı zamanda dilde ve kültürde bir devrim süreciydi. Dilde ve edebiyatta halkla birleşmenin, halkın konuştuğu dili esas alan kültür ve edebiyat hareketinin öncüleri, 1908 Devriminden sonra Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip’lerdi. Bu amaçla 1910’da Selanik’te“Genç Kalemler”i çıkaran bu Yeni Lisan Hareketi, Aka Gündüz, Akil Muhtar ve Kazım Nami Duru’ların da katılımıyla, Saray dili Osmanlıcadan halkın dili Türkçeye radikal bir geçişe öncülük etmekteydi. Öte yandan Yusuf Akçura, M. Emin Yurdakul, Hüseyinzade Ali, Musa Akyiğit, Parvus, Ahmet Ağaoğlu ve Fuat Köprülülerin öncülük ettiği Türk Yurdu dergisi ve Türk Ocağı derneği, bu halkçı-devrimci “Yeni Hayat”ı kuracak düşünce, siyaset ve edebiyatın karargahıydı.
Birilerinin kafasına estikçe ben devrimciyim ama muhafazakarım, devrimciyim ama Abdülhamitçiyim, devrimciyim ama Osmanlıcıyım demesiyle devrimci olunmuyor. Devrim, ulusal, toplumsal, siyasal ve kültürel olarak köklü değişimleri ve dönüşümleri içeren bütünsel bir süreçtir. Örneğin Türk Devrimi, 1876’da başlayıp hâlâ sürmekte olan ve çeşitli aşamalar içeren bu bütünsel sürecin ortak adıdır. En önemlisi de bu değişim ve dönüşümler, insanlığın eşitlik, özgürlük ideallerinin gerçekleşmesi ve gelişip yetkinleşmesi yönünde olmalı.
Ulusal Kurtuluş savaşını kabul edip, ortaçağdan (Osmanlıdan) ulusal, toplumsal ve kültürel kurtuluşa karşı çıkarak, ister “muhafazakar” ol, ister olma, devrimci olamazsın. Millete dayanarak bağımsızlık savaşı verilmiş, bunu savunuyorsun, eyvallah. Ama bu savaşta işgalcilerle işbirliği yapan, bu ulusal savaşın önderleri için idam fermanı çıkartan ve ihanet eden Vahdettin’i ve onun temsil ettiği Saltanatı, onun ideolojik koruyucusu olan Hilafeti savunarak “devrimciliğin” gösterisi bile yapılamaz. Ama sahte, karikatür bir devrimcilik herkesin hakkı!..
1930’lardaki kültür devrimi, 1908’lerde başlayan Jön Türk Devriminin zorunlu tamamlanma sürecidir. Ki bu kültür devriminin omurgasını, ruhunu dilde sadeleşme ve halkçılaşma olarak Dil Devrimi oluşturuyordu. Kültür Devriminin diğer karargahı ise Türk Tarih Kurumu (TTK) idi. TTK, ulusal kültür ve dilin İslam öncesi köklerini ortaya çıkarmayı ve dilde kesintilere ve kekemeliklere son vererek sürekliliğe ulaşmanın yolunu açıyordu. Böylece dildeki, onun imgesel, simgesel ve kavramsal ifadelerinde gömülü düşünsel derinliklere ve bilim yapma kapasitesine ulaşılmış olunacaktı. Bu başarıldı da büyük ölçüde. Osmanlıcı-İhvancı iddiaların aksine, Bugün Türkçenin, dünyanın en eski, en büyük ve köken dillerinden biri olduğu ortaya çıkmıştır. Güçlü gramer yapısı ve matematikselliği nedeniyle bilim ve felsefe yapmaya en uygun dillerden olduğu da kanıtlanmıştır.
***
Son olarak dil ile düşünce, yani dil ile bilim, sanat ve kültür arasında nasıl bir ilişki vardır? Mahir Ünal, Cumhuriyetin kültür devrimi “bütün düşünce setlerimizi yok etmiştir” diyorsa herhalde bu ilişkiden söz ediyordur. İngilizce kökenli “set”in başka anlamları olsa da buradaki anlamı “kuruluş”, “yapı” veya “sistem” olsa gerek.
Doğrudur ve haklıdır. Her dil, dayandığı temel sözcük ve kavramlarıyla, o kavramlara yüklenen anlamlarla, imgesel ve simgesel anlatımlarla, sözcüklerin kullanılış tarzları, vurguları ve cümle yapılarıyla belli bir sınıfın ve dolayısıyla kültürün rengini, damgasını ve toplam olarak bütün bir ulusun ruhsal dünyasını taşır. Örneğin 1980’lerden bu yana neoliberal-postmodern emperyalist kültür, dilde ve edebiyatta, halkın diline ve günlük yaşamına yerleşmiş bir çok sözcüğü, sanki Türkçe karşılığı yokmuşcasına, örneğin “kuşak” yerine “jenerasyonu” koyarak, dilimize soktu. Aynı yıkımı Yeni Osmanlıcılar da “kuşak”ı Arapça “nesil”e çevirerek yaptılar.
Küreselci merkezlerin tasarlayıp yönlendirdiği, neoliberal-İhvancı ideolojik işbirliğiyle iki cepheden yürütülen bu dilde yabancılaştırma ve kirletme operasyonuna örnekler çoğaltılabilir: “Değişim” yerine “mutasyon”, “ayrıntı” yerine “detay”, “saçma” yerine “absürt”, “güncel” yerine “aktüel”, “kavram” yerine “konsept”, “iyimser” yerine “optimist”, “eğilim” yerine “trend”, “amaç” yerine “maksat”, “tanıtım” yerine “lansman”, “yönetici” yerine “moderatör”, “ilgi” yerine “alaka”, “sınav” yerine “imtihan”, “öğrenci” yerine “talebe”, “anlam” yerine “mana”, “tanık” yerine “şahit”, “olay” yerine “fenomen”, “eğilim” yerine “temayül”, “bilim” yerine “ilim”, “karşılaştırma” yerine “mukayese”, “örnek” yerine “misal”, “sorun” yerine “mesele” vb… vb…
İşte 1930’larda gerçekleşen dil odaklı kültür devrimi ile, siyasal olduğu kadar Osmanlının, efendi-kul, ağa-maraba, havas-avam ilişkisine dayanan, bütün mülkün padişahta olduğu “kültürel setler” de yıkılmıştı. Kadının ikinci sınıf, Türk halkının “cahiller sürüsü”, padişahın da “çoban” olduğu, yöneticiliğin ancak belli bir ayrıcalıklı kesime has olduğu Osmanlı feodal kültürü, onun dildeki, iletişim sistemindeki taşıyıcısı ve ideolojik olarak yeniden üretiminin mekanı, yatağı, malzeme deposu olan Osmanlıca üzerinden üretilmekteydi.
Bütün mülkün sahibinin millet olduğu Halkçı Cumhuriyetin Kültür Devrimiyle yaptığı ise, tam bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, adalet, emek, aydınlanma, bilim, akılcılık, demokrasi, yurttaşlık, kadın-erkek eşitliği, özgür birey, paylaşma, bağımsızlık, köylünün bu milletin efendisi yani kaynağı, temeli, dayanağı olduğu, halka millete hesap vermek kavramlarını ulusa mal ederek ve bilinçlere kazıyarak çağdaş bir kültür yaratmak oldu.
Mahir Ünal, “bütün düşünce setlerimiz yok edilmiştir” derken aynı zamanda bir niyeti itiraf etmektedir. Herhalde onun da anlamı, “muhafazakar devrim”le “biz de Cumhuriyetin düşünce setlerini yıkacağız”dan başka bir şey olmasa gerek.
* Bkz. Mehmet Ulusoy, Türk Devrimi ve Milliyetçilik, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s.90.
Mehmet Ulusoy
Kasım 2022
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.