Deprem, Türkiye’yi coğrafya olarak sarsar ve büyük yıkımlara yol açarken, düşünsel ve kültürel dünyamızda da bir başka büyük fay hattını tetikledi, hareketlendirdi. Bu fay hattı, bilim ile bilim karşıtlığı ve..
Deprem, Türkiye’yi coğrafya olarak sarsar ve büyük yıkımlara yol açarken, düşünsel ve kültürel dünyamızda da bir başka büyük fay hattını tetikledi, hareketlendirdi. Bu fay hattı, bilim ile bilim karşıtlığı ve hurafe çatışmasıdır. Bir önceki yazımda da değindiğim bu sorun, o kadar önemli ve yaşamsaldır ki, ne kadar üstünde dursak azdır. Çünkü siyasal ve kültürel planda Atatürk Cumhuriyetçiliği ve Teokratik Osmanlıcılık biçiminde yaşanan kamplaşmada somutlaşan bu tartışma, toplumun bütün sorunlarının ele alınış ve çözümünde asalında tayin edici bir rol oynamaktadır. Kısacası sorun; ya bilimin yol göstericiliğini kabul edeceksin, antiemperyalist mücadele dahil, devleti ve ekonomiyi liyakatle yönetecek, doğal afetlere karşı önlem ve mücadeleleri hakkıyla yürüteceksin ya da ülkeyi felaketlere sürüklemekten kurtulamazsın.
Kuşkusuz günümüzde hiç kimse açıktan bilim karşıtlığı yapmaz, yapamaz. Ancak, modern Batı dahil dünyanın her yerinde, çıkarları bilimle ve gerçeklerle çatışan, gösterişli ve asalakça yaşamları haksız ve adaletsiz kazançlara dayanan bütün sınıf ve çeveler, görünüşte inanıyor görünseler de, dolaylı, dolanbaçlı yollardan, özellikle de dini kullanarak çok ince yöntemlerle bilim düşmanlığını sürdürürler.
Mafya ve tarikat iktidarının baş fetvacısı, ideoloğu Hayrettin Karaman‘ın Maraş-Hatay depremi üzerine Yeni Şafak‘taki köşesinde yazı ve şiirle yaptığı “İslami” yorumları ilginç ve öğreticidir. Bilim ve hakikat karşıtı gerici bir ideolojinin olaylara nasıl çarpık ve kibirli baktığının göstergesidir. Deprem ve yarattığı büyük yıkım kanıtladı ki, ne adına olursa olsun doğaya, doğa yasalarına ve bilime yan çizmek, bilimi çarpıtmak, insanlığa karşı en büyük düşmanlıktır.
Hayrettin Karaman, depremle ilgili din bezirganlığı yaparak yürütülen tarikatçı, hurafeci söylemlerin çok iyi farkındadır ve Saray’dakiler gibi, halkın isyanının nasıl yatıştırılacağının ve halkın nasıl uyutulacağının telaşı içindedir. Ve bütün din bilgisini hizmetine sunduğu İslamcı-İhvancı ideolojik birikimiyle iktidarın iflas eden siyasetlerine payanda olmaya çalışmaktadır. Bunun için sadece bilimi ve hakikatleri değil, İslamın İnsan merkezli, eşitlik ve adalet odaklı ahlaki özünü de çarpıtmaktan ve kirletmekten çekinmiyor.
***
“Fetvacı” ya da “ideolog” tanımını yaparken ideolojinin ne anlama geldiğini ve ikili karakterini bir kez daha açıklamakta yarar var. Bilindiği gibi ideoloji modern çağın en önemli kavramlarından biridir. Fransız Devrimi ile başlayan uluslaşma ve kapitalizmin sınıflar mücadelesi süreci içinde doğup şekillendi ve 20. yüzyılın ulusal ve toplumsal (sosyalist) devrimleri pratiğinde en yetkin biçimin aldı. En genel anlamda şöyle tanımlayabiliriz: Toplumsal, siyasal ve kültürel bir bütünlüğe sahip olan ideoloji, toplumsal sınıfların düşünce, duygu ve davranışlarına yön veren; bu bağlamda felsefi, bilimsel, siyasal, hukuksal, ahlaki ve estetik her alanda toplumun zihinsel, manevi dünyasını kucaklayan bir kavramdır. Kısacası ideolojik bir öze sahip olmayan hukuk, siyaset, sanat ve ahlaktan sözedilemez.
İdeoloji ikili bir karakere sahiptir demiştik. Bilime dayandığı, toplumun eşitlik ve özgürlük idealleri yönünde ilerlemesini ifade ettiği, meşrulaştırdığı ölçüde devrimci, karşıt nitelikler taşıdığı ölçüde yanılsamalar ve yanlış “bilinç üreterek” gerici bir rol oynar. Diğer bir deyişle, tarihin ve toplumların ileri doğru gelişmesiyle uyumlu ideolojiler ilerici, devrimci, buna karşıt konumdaki ideolojiler gericidir.
Kemalist Devrim, Altı Ok ilkeleriyle, yarattığı ve yaratmayı amaçladığı kültür ve kurumlarıyla nasıl devrimci bir ideolojik nitelik taşıyorsa, ona temelden karşıt olan program, strateji ve siyasetler de -ayrıntı ve parçalarda değil- bütünsel yapıları ile karşıdevrimci ideolojik bir nitelik taşır. Kuşkusuz Türk halkının gönülden benimsediği Atatürkçü Cumhuriyeti değiştirmek imkansızdır. Bu nedenle karşıdevrimci siyasal iktidar, Cumhurietçi kitleleri yanıltmak, uyutmak ve avlamak için, ideoloji ve stratejileriyle sözde çelişir görünen günü kurtarmacı “çağdaş”, “Cumhuriyetçi” siyasal taktiklere de başvurmaktadır.
İkili karakerin kaynaklarına gelince; toplumsal gelişmenin her evresinde karşıt sınıfların, dünya görüşleri, yaşam tarzları ve anlayışları, gelecek tasarımları ve özlemleri açısından birbiriyle çatışan ideolojileri ve kültürleri vardır. Egemen ve gerici sınıfların ikiyüzlü biçimde sergiledikleri “her türlü ideolojiye” sözde düşmanlığı, üretim süreci ve gelir paylaşımındaki kendi haksız ve adaletsiz konumlarını ve toplumsal çıkar çatışmasına dayanan sınıflar mücadelesi gerçeğini gizlemek, perdelemek içindir. Başka deyişle, kendi sınıfsal ve siyasal çıkarlarının toplumun özgürlük, eşitlik ve maddi-manevi refah yönünden gelişmesini engellediği ve toplumsal-kültürel dinamikleri çürüttüğü gerçeğinin üstünü örtmek amaçlanır.
Kuşkusuz gerici ideolojiler özünde her zaman gerçeğe ve bilime karşıt konumdadır; büyük ve sistemli yalanlar, sahtelikler, laf cambazlıkları, kibirli ve demagojik söz kalabalıkları üzerine kurulur. Bu yüzden gerici ideolojiler, dinin, doğuşundaki insani, eşitlikçi ve adaletli niteliğini belirleyen bilimle ve hakikatle bağının kopartılmasına dayanan yobazlık ve hurafeden, boş inançlardan, din sahtekarlığından özellikle beslenme ihtiyacı duyar. Çünkü buna başvurmazlarsa, henüz bilimsel bir kavrayışa, akılcı bir muhakeme gücüne ve bilincine ulaşamamış ve çoğunluğu oluşturan cahil, geri kitlelerin inanç ve duygularını başka türlü kullanamazlardı.
Ortaçağa ait sınıf, zümre ve inanç (din, Tarikat, cemaat) kesimlerinin ekonomik-siyasal menfaatlerine dayanan ve emperyalizmin çıkar ve ideolojileriyle hemhal olmuş gerici ideolojilerin asli işlevi, işte bu görevi yerine getirmektir. Bunu yaparken, toplumdaki ahlaki, vicdani temel değer ve doğruları, özellikle dinsel inanç ve değerleri abartılı, gösterişli sahiplenmelerle kendi çürümüşlüklerini, ahlaki sefaletlerini gizledikleri gibi diğer yandan da meşrulaştırırlar. Halkın sağduyusunu okşayarak, onların en hakiki savunucuları gibi görünerek, yani sureti haktan görünerek ve en önemlisi de içten içe nefret ettikleri bilime taraftar görünüp ve büyük güçlere yaltaklanarak sistemi savununurlar. Biliyoruz ki şeytan, en kutsal değerlerin arkasına saklanarak icrai sanat eyler.
Türkiye gibi bütün geri kalmış, sanayi devrimi ve bilimsel devrimini tamamlayamamış toplumlarda ve başta İslam ülkelerinde emperyalizmin hâlâ büyük şeytani planlar üretmekte ve uygulamakta olduğunu biliyoruz. Özellikle ulusal bir devrim gerçekleştirmiş, aydınlanmacı, laik çağdaş bir toplum yaratmış ülkemizde, emperyalist planların ve akıl almaz oyunların baş figüranları, piyonları, Batıcı mandacı liberallerle birlikte, ortaçağ kültür ve kurumlarının önde gelen temsilcileridir. Bunlar, tarikatlar, cemaatlar, etnik bölücü kimlikler ve siyasallaşmış, Emevileşmiş İslamcı yapılar, “şeyh”, “ulema” ve entelektüellerdir.
***
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın, “saygın” bir din adamı olarak diğer bir çok İslami ulemaya göre iktidar çevrelerinde daha çok itibar görmesinin, ayrıcalıklı olmasının akademik kariyeri dışında sanırım çok önemli bir başka nedeni var. Bu da, ideolog -hatta görevli, militan bir ideolog- sıfatına yakışan tavır ve açıklamalarıdır. Söz konusu ayrıcalık ve üstünlük (!), Karaman’ın iktidarın her türlü yanlışını, suçunu, adaletsizliklerini sahte İslami yorumlarla meşrulaştırma ve örtbas etmedeki fütursuzluktur.
Karaman’ın görevi-militan ideologluğuna birkaç örnek vermek gerekirse… Örneğin, 2014’teki bir yazısında, siyasal İslamcı zihniyetin en çarpıcı ifadelerinden biri olan “çalıyorlar, ama namaz da kılıyorlar” ya da “çalıyorlar ama çalışıyorlar” gerekçesinin (!) bir başka versiyonu olarak şöyle diyordu: “Elbette yolsuzluk da ayıptır, günahtır ve suçtur, ama bu suç hırsızlık suçu değildir. Aylardan beri bu iftiraya devam edenlerin ve ‘ispat edilmemiş bir ithamı’ olmuş gibi göstererek tarihin belki en çirkin ve etkili algı operasyonunu yürütenlerin hedefinde Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve dolaylı olarak da Ak Parti’nin bulunduğunu bilmeyen yok. (…)”
Ancak, dini ilkeleri yalana başvurarak çarpıtan bu açıklamayı benzer pozisyon ve işlevdeki Diyanet yönetimi bile yalanlamak zorunda kalıyor. Diyanet’e bağlı olan “Alo Fetva Hattı” konuyla ilgili soruya “Rüşvet almak, irtikab, haksız kazanç, yolsuzluk yapmak tabii ki hırsızlıktır ve haramdır” yanıtını veriyor (Odatv, 11 Aralık 2014).
Yine, Cumhuriyet’in İlahiyat Fakültelerinde eğitim almış ve bilim insanı sıfatına sahip birisi olarak, Alevilik, Şiilik, Sünnilik ve çeşitli mezhepler karşısında nesnel tarafsız bir toplumbilimci ve tarihçi gibi durması gerekirken Sünni fanatizmi ve yobazlığı tercih ediyor. Bir vatandaşın sorusuna verdiği skandal yanıtında, “Alevilik babadan oğula geçen bir soy, bir kan bağı değildir. İnsan bugün Alevi, yarın dönüp Sünni veya tersi olabilir. Bu gencin ailesi Alevi olmakla beraber gencin kendisi İslam’a Sünniler gibi inanıyorsa, Amentüyü bizler gibi kabul ediyorsa o makbul bir Müslümandır. Eğer bilerek Aleviliğini koruyorsa, Alevilere ait olup İslam ile bağdaşması mümkün olmayan inançları ve uygulamaları muhafaza ediyorsa o genç ile sünni bir kız evlenemez. Durumunuzu buna göre inceler kararı siz verirsiniz” (Odatv, 6 kasım 2021) diyebiliyor. Bir kültür ve inanç kesimini diğeri karşısında dışlayan ve aşağılayan ve İhvancı ve tarikatçı siyasetlerin arkasındaki bu ideoloji ve zihniyet, Cumhuriyetin Kemalist ideolojisinin tam karşıtıdır. Ve aslında Cumhuriyet hukukuna göre de suçtur.
Çok daha güncel ve çarpıcı bir başka örnek, İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızını 6 yaşındayken ‘imam nikahıyla evlendirmesi’ ve 6 yaşındaki çocuğun Kadir İstekli tarafından sistematik tecavüze maruz kalması olayı ile ilgilidir. Bu olay, kamuoyunun gündemindeyken Hayrettin Karaman olayda bir ahlak dışılık görmediği gibi bu kez, olayın bütün kamuoyunca izlenir ve tartışılır hale gelmesinden, kuşkusuz tarikatlar adına rahatsızlık duyuyor, telaşa kapılıyor. İslamı kullanarak, sahte İslami yorumlarla olayın örtbas edilmesine çalışıyor: “Müslüman camia içindeki kötü durumlara gelince, bunlarla ilgili hesaplaşmayı, bazı şahıs ve grupları teşhir ederek değil, o kötü durumlar ne ise onları ısrarla ve en yaygın bir ölçüde anlatarak yapalım; çünkü teşhirin, adres göstermenin faydası yoktur, zararı çoktur.” düşüncesini dile getiriyor.
Büyük İslam alimimiz, “Düşmanın, zalimin, kötü niyetli kimselerin işine yarayacak doğruyu söylemek fazilet değildir” diyerek de İslamı, her durumda doğruyu, hakikati savunan bir din olmaktan çıkarıp, sadece Siyasal İslamcıların ve tarikatların çıkarlarına göre ayarlanmış bir Emevi İslamına dönüştürüyor. Çünkü gerçeğin bütün millete açıklanmasında, az sayıdaki zalimin onu kullanması kaygısı ölçü olamaz. Aksine zalimlerin yüzlerce, binlerce katı olan dürüst, namuslu insanın yani bütün halkın bilme hakkıdır faziletli ve ahlaki olan.
***
AKP iktidarının, 21 yıllık döneminde, ekonomik, siyasal, kültürel, sanatsal, felsefi, hukuki, yani her alanda tam bir ideolojik karşıdevrim eylemi yürüttüğünü artık kurtlar kuşlar, cümle alem biliyor. Ayrıca kritik dönemeçlerde kendi kurmayları da bu niyetlerini değişik biçimlerde açıklamışlardır.
Depremin yarattığı felaketin gündeme getirdiği en önemli gerçek olan bilim ve hakikat karşıtlığını tekrar tekrar, döne döne olgularla ortaya koymak ve halkı aydınlatmak önemli bir görevdir. Kuşkusuz, hem kendiliğinden ve acı deneylerle, hem de deprem bilimcilerin çok yönli açıklamalarıyla belli bir deprem bilinci ve duyarlılığı oluşuyor. Ama bu yetmiyor, çünkü 99 Depreminden sonra da aynı bilinç durumu sanki oluşmuş gibi görünüyordu. Buna rağmen bazı yakıcı gerçekler unutuldu, unutturuldu.
“Unutturulma”yı özellikle vurguluyorum, çünkü bu, bilinçli ve sistemli bir çabanın sonucu, iktidar yandaşı ihaleci, rantçı, vurguncu sınıfın çıkarları gereği gerçekleştirildi. O nedenle iktidar ve dayandığı sınıf tarafından, doğa yasalarının ve bilimin gerektirdiği zorunlu, ertelenemez, ihmal edilemez disiplin ve kararların, nasıl unutturma, önemsizleştirme, çarpıtma ve “kerhen”leştime uyanıklığıyla “kader planı”na kurban edildiğini açıklamak büyük önem kazanıyor.
“Kader planı” ya da “kadere razı olma”, “takdiri ilahi” gibi söylemler, Siyasal İslamcılığın -sadece sahte dincilik değil, emperyalist liberal ideolojinin de sığındığı- çarpıtma, sahteleştirme ve sistemli büyük yalanlara dayanan gerici ideoloji üretiminde en çok başvurduğu kavramlardır. Oysa, İslamdaki ”kader” ya da Türkçe karşılığı “yazgı”nın bilimsel karşılığı determenizmdir (nedensellik), değişmez / değiştirilemez doğa yasaları ya da evrensel yasalardır. Bilimlerin temeli olan bu doğa yasalarının İslamdaki karşılığı da Tanrısal yasalar ya da yaratıcı iradedir.
Ancak İslamda, bu değişmez yasalara bağlı olarak var olan insan bireyinin, yani “cüzi irade”nin, düşünce ve eylemleriyle sorumlu olduğu da belirtilir. Başka deyişle, insanın kendi aklını ve iradesini kullanmada özgür olduğu, bu nedenle de bütün yapıp ettiklerinin doğru veya yanlış, ahlaki veya ahlak dışı, günah veya sevap olarak değerlendirildiği ve yargılandığı da bilinir.
Somutlarsak; deprem doğa yasasıdır veya tanrısal yasadır, bunun oluşması önlenemez. Ama bunun hemen yanında Tanrının insana verdiği akıl, “cüzi irade” vardır. İşte bütün dinlerdeki günah ve sevaplar, suç ve cezalar, insanın bireysel aklına ve karar verme gücüne bırakılan şeylerle ilgilidir. İnsanın görevi, bu yasaları keşfetmektir -büyük ölçüde keşfetmiştir de- ve ona uygun yaşamsal önlemler almak, yaşamı planlamak ve düzenlemektir. İşte, kamusal iradenin, devletin ve iktidarın görevi, sorumluluğu, bilimin keşfettiği doğa yasalarına göre sözkonusu önlemleri almaktır. Almıyorsa, dinsel olarak da bilimsel olarak da görevini yapmamış, insanları bile bile ölüme göndermiş, suç işlemiştir.
İdeolojik çarpıtma ve yalanın başladığı yer, tam da buradadır. İnsanın aklı ve iradesiyle değiştirilemeyen, önlenemeyen doğa yasaları ile, insan aklı ve iradesiyle değiştirilip düzene konabilen, önlenebilen ya da icat edilip geliştirilebilen şeyler arasındaki farklılık çizgisidir bu. Bütün bilim disiplinleri ve felsefe bu temel ilkeyi esas aldığı halde, ortaçağ ideoloji ve zihniyetleri ikiyüzlü, takiyyeci doğaları gereği bilime karşı çıkıp, dini dogmalar (“nas”lar), hurafeler ile insan aklının ve iradesinin alanını da “kader”e havale edip kendi sorumlulularından ve suçlarından kurtulmaya çalışırlar. Ama öte yandan bu sahte dindar İhvancı ikiyüzlülük yukarıda belirttiğimiz kritik sınırla öyle keyfi, öyle ahlaksızca oynar ki, iktidar ve sorumluluk 99 Depreminde olduğu gibi başkasında olduğunda, aynı ilkeyi ve mantığı tam karşıt anlamda kullanmaktan çekinmez.
***
Şimdi de, muhafazakar çevrelerin kendisinden saygıyla söz ettiği ve yaşamı “başarılarla” dolu Fıkıh Profesörü Hayrettin Karaman’ın depremle ilgili şiirsel fetvasına gelelim. Aynı zamanda şair (!) de olduğunu öğrendiğimiz Karaman’ın 17 Şubatta yazdığı depremle ilgili aşağıdaki dizeleri aslında felsefi, düşünsel, inançsal ruh dünyasını büyük ölçüde özetliyor:
“Böyle zelzele olmaz bu bir küçük kıyamet / Günahımız çok bizim Rabbim bağışla affet. (…) Çalan çırpan olsa da devede kulak bunlar / Uykusuz gecelerde kurtarılıyor canlar / (…) Bu dünyada olacak felaket ve saadet / Her durumda kul olmak işte budur marifet / Sayısız nimet her an kuşatmadadır kulu / Bunca nimete şükür, kula uymaz şikayet”
İdeolojinin birincil ögesi felsefe ise, felsefenin de sanattaki en yoğunlaşmış ve süzülmüş biçimdeki ifadesi şiirdir. Üstelik şiir, yazarının düşünce ve duygu dünyasını ele veren en güçlü anlatım biçimidir. Bu şiirde, mafya ve tarikat sisteminin özellikle deprem felketi bağlamında tam bir meşrulaştırılmasını görmekteyiz. Bu meşrulaştırmada, kuşkusuz en başta iktidarın olayı olduğundan çok büyük gösterme çabasını, “bu bir küçük kıyamet” metaforuyla tekrarlayarak, bilim ve teknolojinin en son veri ve olanaklarının bile bu yıkım ve insan kayıplarının önüne geçemezdi algısını yaratmak amaçlanmakta. Bu da ancak, bilimin gereklerine uymama suçunu örtmek için, “cüzi irade”nin alması gereken -ve imkanı dahilinde olan- önlemlerin de ikiyüzlü bir kurnazlıkla “kadere” bağlanmasıyla sağlanıyor.
İkincisi, kamu malına yönelik rüşvet, yolsuzluk, vurgunculuk ve hırsızlığın boyutlarının “devede kulak” olarak gösterilmesidir. Böylece bu ahlaksızlıklar v suçlar önemsizleştiriliyor ve gözlerden kaçırılıyor. Bu tavır bile tek başına Karaman’ın din adamlığı ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir misyonu, yani pisliklerin, ahlaksızlıkların üstünü örtme görevini, eğer ruhunu satıp maddi bir karşılık almıyorsa, gönüllü olarak üstlendiğini kanıtlar.
Üçüncüsü, sıra dindar, saf ve cahil vatandaşı, iktidar odaklı bütün mafyatik vurgunlar, yolsuzluklar, hırsızlıklar ve adaletsizlikler karşısında susturmanın ve uyutmanın en ucuz, en kurnazca ve kaşarlanmış yöntemi olarak, “kul”luğun vurgulanması, üstelik daha vahimi de “kula şikayetin uymadığı”nın öğütlenmesidir. Yani, şiir sanatının bütün saflığını ve kutsallığını katlederek tam bir vicdansızlık ve pişkinlikle, vatandaşın bu kadar ölüm, yıkım ve büyük can kayıplarından dolayı şikayet etmemesi, iktidarı eleştirmemesi, hakkını aramaması isteniyor. Yaşanan haksızlıkları, özellikle kamu görevlilerini sorumluluk ve suçlarından dolayı şikayet etmemek, iyi Müslüman olmanın ölçütü olarak yutturuluyor.
Son olarak, Karaman’ın depremle ilgili bilimsel gerçekleri bile bile çarpıtmasına gelelim. “Deprem üzerine notlar” başlıklı yazısında, Türk bilim insanlarının 20 yıldır açıklamalarına, tekrar tekrar uyarılarına rağmen iktidarın hiç bir önlem almama suçunun üstünü örtmek için hâlâ depremin büyük yıkımının önlenemez, kayıpların azaltılamaz ve “kader” olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Bunun için son elli yıldaki hepsi de 8.5 şiddetinin üstünde ve Maraş depreminin en az 40 katı şiddetindeki, özellikle Türkiye’ye daha çok benzeyen 1960 ve 2010 Şili depremlerini, çıkarılan dersler ve alınan önlemleri inceleme sorumluluğunu bile göstermeksizin, Japonya’daki işine gelen bir depremi örnek gösterip onun da yerleşim yerlerine çok uzak olduğu için ölümlerin az olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Ve bu iletişim çağında çocukları bile kandıramaya yetmeyecek bir uyanıklığa başvuruyor: Kamuoyunda yaygın ve doğru bir kanıyı, yani Japonların geliştirdiği depremin yıkımlarını ölümleri çok çok azaltan bilimsel-teknolojik uygulama ve disiplin önlemlerini çürütmeye çalışıyor.
Oysa dünyadan örnekler vermeye hiç gerek yok. Depremin yaşandığı kentlerimizdeki ibretlik ve çarpıcı yüzlerce, binlerce örnek her şeyi açıklıyor. Aynı yerde, aynı caddede, çoğu 99’dan sonra yapılmış, bir kısmı yıkılmış bir kısmı ayakta sapasağlam kalan bir sürü apartman örneği neyi kanıtlıyor? Tek bir şeyi: Ayakta kalanların bilimsel ilkeler ve disipline uygun yapıldığını, yıkılan diğerlerinin ise, sahtekar ve hırsızların insanların canını “kader”e havale ettiğini… Bu gerçek, dünyadan ve tarihten binlerce örnekten çok daha önemli, yakıcı ve öğreticidir.
Son söz: Doğa ve bilim; yalan, çarpıtma, kıvırma, sahtelik ve laf cambazlıklarıyla kendi yasalarının çiğnenmesine asla izin vermez; bunları yapanlar, bir gün doğanın acımasız şamarını suratlarının ortasına yerler.
Mehmet Ulusoy
Mart 2023
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.