Çürüme Kültüründen “Medeniyet Tasavvuru”-I

Son günlerde, Siyasal İslamcılar ve iktidar mevzilerinden peşpeşe gelen, karşıdevrimci stratejinin yeni hamlelerine tanık oluyoruz. Ayasofya’yla ilgili 1934 kararlarının sahibi Atatürk ve arkadaşlarını ihanetle suçlayan açıklamalar… Kurtuluş Savaşı’na hilafetçi ihanetin..

Çürüme Kültüründen “Medeniyet Tasavvuru”-I
Yayınlanma: Güncelleme: 61 okuma

Son günlerde, Siyasal İslamcılar ve iktidar mevzilerinden peşpeşe gelen, karşıdevrimci stratejinin yeni hamlelerine tanık oluyoruz. Ayasofya’yla ilgili 1934 kararlarının sahibi Atatürk ve arkadaşlarını ihanetle suçlayan açıklamalar…

Kurtuluş Savaşı’na hilafetçi ihanetin elebaşılarından İskilipli Atıf Hoca’nın, mezarı başında devlet protokolü düzeyinde anılması… Andımız’ın Danıştayca yasaklatılması ve bunun AKP’de ve yandaş camiada Kemalist Devrime karşı bir zafer olarak alkışlanması… Devlet nişanlarından Atatürk resminin silinmesi… Ayasofya Baş imamı Mehmet Boynukalın’ın laikliğe meydan okuyan, kadın-erkek eşitliğine karşı “İslama aykırı” gerekçeli, hatta ekonomik krizin nedenini de faize bağlayan fetvaları… Bunların hemen ardından gelen, kadın özgürlüğünü belgeleyen “İstanbul Sözleşmesi”nin Cumhurbaşkanlığınca iptali ve irticai yobazlığın gazetesi Akit manşetlerinden hilafet çağrısı vb vb…
Öte yandan, mezhepçi bölücü niteliği aşikar olan Selefi, İhvancı fanatizm ve hayaller, özenle kurgulanmış yalanlarla, laf canbazlıklarıyla sunulmaktadır. 19 yıl gibi uzun bir yönetim deneyimden sonra, en cahil ve aptal olanın bile Türkiye ve dünya gerçeklerini rahatlıkla kavrayabilmesinin bütün olanakları ortadayken, İhvancı-tarikatçı siyasetler sonucu tam tersi yönde bir noktaya gelinmiş olması, hiç bir yalanın gizleyemeyeceği bir olgudur. Sonuçta ülkenin bir “şahlanma”nın değil, bir yıkımın eşiğine dayanması, insana ister istemez şu öğretici fare deneyini anımsatıyor:
Bilindiği gibi, farelere uygulanan bir labirent deneyinde, fare, labirent düzeneğinin bir ucundan sokulup öbür ucundan ne kadar zamanda çıkacağı hesaplanıyor, böylece farenin zekasını, aklını kullanma derecesi ölçülüyor. Birinci girişte fare, örneğin 60 dakikada çıkıyorsa öbür uçtan, ikinci girişte 58 dakikada çıkıyor. Deney tekrarlandıkça çıkış zamanı daha da kısalıyor. Böylece farenin bile aklını kullandığı ve deneyerek öğrendiği yolu daha kısa sürede kat ettiği saptanmış oluyor. Buradan, bütün insanların, farelerden, genel olarak hayvanlardan daha akıllı olduğunu söylemenin doğru olup olmadığı gibi bir mizahi sonuç çıkıyor.
Büyük yıkım ve adaletsizliklere yol açan ve milletim emperyalizme karşı direnme gücünü ve iradesini baltalayan bu zihniyetin, “muhafazakar demokrat”lıktan da çark edip, çekirdek tabanı oluşturan tarikatçı yobaz gericiliğe sığınması, Türkiye gerçekliğinden temelli kopmanın, tükenmenin ve çaresizliğin itirafından başka ne olabilir? Aynı günlerde ekonomik krizin önlenemez yakıcılığı ve yıkıcılığı karşısında emperyalist merkezlerden yardım beklentisine kurgulu olarak getirilen AB’ye bağlılık açıklamaları, “hukuk reformu”, “insan hakları reformu”, “2023 hedefi”ne yönelik “manifesto” gibi gösterişli ve samimiyetten uzak “paketler”, aynı tükenme, acizlik ve telaşın gizlenme telaşını yansıtıyor. Tabii millet yutarsa!…
***
Sözkonusu yeni hamleler, yeni söylemler, manevralar neyi gösteriyor? Kuşkusuz bu tablonun gösterdikleri, ideolojik, siyasal iflasın ve stratejik hedefe ilerleme “kararlılığı” ve “inadındaki” kofluğun ve çaresiz tıkanmanın ifadeleridir. Ancak ne kadar kof temelsiz ve başarısızlığa mahkum olursa olsun, bugüne kadar yarattığı tahribatı sürdürecek olması bile vahim. Laik Cumhuriyete, milletin birlik ve bütünlüğüne karşı tarikatçı, İhvancı bölücülük ve bozgunculuğa neredeyse teslim olunması Türkiye’yi tehlikeye atan büyük bir macera, bir kumardır. Ancak bu kumarın, oynayanın kendi sonunu getiren bir “altın vuruş” olma ihtimali çok daha yüksektir.
Bunlarla ilgili gerçeğin ve vicdanların diliyle söylenmesi gereken bir çok şey medyada, basında söylendi aslında. Ama öyle bir fesat, riyakarlık ve ahlaki sefalet bataklığında yaşıyoruz ki, tartışmayı, sadece siyasal değil, felsefi, ideolojik, kültürel, ahlaki, her boyutuyla sürdürmek zorunlu hale geliyor. Çünkü bu kadar tutarsızlığa, yalana, ahlaki sefalete, yandaş kitlenin bile artık tahammül etmesi ve inanması pek mümkün değil.
Siyasal İslamcılar kamuoyunun diri ve kararlı tepkisi karşısında taktik olarak geri çekilme görüntüsü vererek, bazı saf ve aymazları, ahmakları kandırabiliyorlar. Bunun karşılığında da sahte Atatürkçülük ve vatanseverlik gösterileriyle Cumhuriyetin içini boşaltıp yozlaşmayı ve çürütmeyi bütün hızlarıyla sürdürüyorlar. Dahası, en son, AKP kongresine damgasını vuran 2023’e programlı ideolojik-siyasal projeler ve söylemler, sözde “milli ve yerli”ciliğin daha da belirgin olarak palavraya dönüşmesi, Cumhuriyetin tek ayakta kalan dayanaklarının, değiştirilemez ilk dört maddenin de tasfiyesi için fırsat kollandığının açık göstergeleridir.
Sözün özü, karşıdevrimci güçlerin, her seferinde milleti -ciddi ya da gayri ciddi- sürprizlerle şaşırtan ve böylece “gündem belirleyen”, ya da sokak deyimiyle haksız olduğu halde ilk yumruğu atmanın ilkel hazzını yaşatan hamleleri, onlar için geçici de olsa kazanılmış ve günü kurtaran bir puan sayılmaktadır. Aynı oyunu, Atlantik’in tahterevalli tezgahının diğer ucundaki ana muhalefet de oynamaktan büyük zevk alıyor. Ne pahasına? Bade harab ül Basra: Basra’nın harabolması pahasına; iş işten geçtikten sonra… O nedenle, günlük siyaset düzlemindeki ucuz, taktiksel eylem ve açıklamalara, güçlü çenesi, laf yetiştirme ustalığı ve etkili konuşma yeteneğiyle kimin “gündemi belirlediği” türünden günü kurtarmacı yorum ve ölçütlere takılıp kalamayız. Bu yanılgı, vatansever devrimciler için ölümcül yanılgıdır ve en büyük tuzaklardan biridir.
Bu nedenle, geri plandaki, günlük siyaset ve taktiklerin de kaynağı, mafyalaşmış rantçı-vurguncu bir çete ile işbirliği içindeki Siyasal İslamcı, İhvancı strateji ve ideolojiyi döne döne ortaya çıkarıp hesaplaşmak ve mahkum etmek temel bir görevdir. Sanırım bu açıdan, hem toplumsal gündemi etkilemede, hem de ideolojik, stratejik karşıdevrimci niyetleri açığa çıkarmada örneğin Boynukalın ve benzerlerinin açıklamaları hak ettiği biçimde yorumlanmalı ve yanıtlanmalıdır.
Aslında yazımın konusu, tam da Boynukalın’la aynı düşünce ve tavırdaki, ama çağdaş düşünce ve kültüründen “haberli” bir yazar ile Batı, İslam ve medeniyet sorununu tartışmaktı. Ancak güncel gelişmeler, konumla da doğrudan bağlantılı, o kadar hızlı ve yoğun yaşandı ki, böyle uzun bir girişi zorunlu oldu. Şimdi asıl konuma geliyorum.
***
Emperyalist bir kuşatma ile birlikte bir siyasal tıkanma, bir belirsizlik ve artan kaos etkenleri içinde kıvranan Türkiye’nin yönünü belirleyecek olan şey(ler) ne(ler)dir? Bu, aynı zamanda devrim ve karşıdevrim dinamiklerinden kimin kazanacağı, kimin geleceği belirleyeceği sorusunun yanıtıyla bağlantılıdır. İçeriğini ise, ulusu ve yurttaşı özgürleştirip geliştiren, maddi ve manevi ihtiyaçlarına çağın olanakları düzeyinde çözüm getiren gerçekçi, inandırıcı ve uygulanabilir proje ve programlar belirler. Bunların da temelinde ve özünde yeni bir uygarlık atılımının ve kuruculuğunun enerjisi, dinamikleri ve ruhu saklıdır.
Günlük siyasete, kültür ve sanata da doğrudan yansıyan bu kapsamlı, çok boyutlu programlara “uygarlık projesi” ya da “uygarlık/medeniyet tasavvuru” demek yerindedir. Çünkü insanlığın gündeminde, yakıcı bir şekilde, gerçekten son 500 yıllık kapitalist Batı uygarlığının çöküşü, insani ve ahlaki çürümesi, bunun yol açtığı doğa kirlenmesi ve yıkımı vardır. Dünyadaki olağanüstü boyutlara çıkan gelir eşitsizliği, ulusal ve toplumsal adaletsizlikler, insanlığı adım adım yeni bir dünya, yeni bir uygarlık arayışına yöneltmektedir. Yükselen bir Asya uygarlığı bu arayışa en somut yanıt olarak ortaya çıkıyor. O nedenle felsefi, siyasal, kültürel, sanatsal her alanda, ve insani değerlerin savunulması ve yaşatılmasına ilişkin kaygıların derin sarmalında, bütün tartışmalar bizi kaçınılmaz olarak yeniden uygarlık tanımına ve tartışmasına kilitliyor.
Kapitalist Batı uygarlığına alternatif bir Asya uygarlığını gündeme getirirken, bizim ülkemizde ve Batı Asya coğrafyasında, bu uygarlığın nitelikleri konusunda yollar çatallaşıyor. Ülkemizin şu anki siyasal, toplumsal ve kültürel dinamiklerine baktığımızda, bu noktada iki uygarlık projesi çarpışmaktadır. Birincisi, İslami inanç-ideoloji ve kültür merkezli, birleştirici öznenin Osmanlı-ümmet kimliği olan İslami bir uygarlıktır. İkincisi ise, ulusal devlet ve ulusal kimliklerin başlıca özne, uygulayıcı öge olduğu, bilim ve akılcılık temelli laik, kamucu-planlamacı, bölgesel birlikler biçiminde yükselen Asya/Avrasya uygarlığı.
Bu bağlamda, kültür ve uygarlık ağırlıklı yazılarıyla epeydir dikkatimi çeken İslamcı bir yazar ve fikirlerinden sözetmek istiyorum. Gerek Batı felsefesi, Batı uygarlığı ve kültürü, gerekse İslam ve Osmanlı uygarlığı üzerine oldukça iddialı tezler ileri sürüyor… Bazı konulardaki düşünce ve eleştirilerinden de anlayabildiğim kadarıyla, kendine, AKP iktidarının emireri bir kalemşorden çok, bağımsız bir İslamcı entelektüel görünümü vermeye çalışıyor. Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’dan sözediyorum.
Yusuf Kaplan’ın, 10 Ocak 2021’de yayınlanan “Köklü medeniyet tasavvuru (…)” başlıklı yazısı, “medeniyet” bağlamlı meramımızı anlatmaya bir ölçüde yardımcı olacak gibi görünüyor. Şöyle diyor Kaplan: “Türkiye iki asırdır medeniyet temellerini sarsan, direnç noktalarını ağır hasara uğratan büyük saldırılarla boğuşuyor. Tanzimat’la yönünü, Cumhuriyet’le yörüngesini yitiren ve Özal’lı liberalleşme politikalarından sonra da ruhunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu toplumun zamanla tarihten silinmesi için dışardan işgal edilmesine gerek yok; içerden, zihnen kolayca işgal edilebilir ve ele geçirilebilir bir toplumdur bu toplum artık.”
“Laik Aydınlanma despotizmi ve Üniversitenin krizi” başlıklı  yazısında, Boğaziçi Üniversitesi’nde, rektör atamasına karşı çıkan eylem ve açıklamaları eleştirirken “Laik Aydınlanma despotizmi”nin ülkeyi kaosa sürüklemekten çekinmeyen karanlık ruhu”ndan sözediyor.

Buradan yola çıkarak ve felsefi-teorik “evrensel” bir genellemeyle, bir entelektüel marifetmişçesine küreselci Batı’nın postmodern felsefesinden aşırdığı şablonlarla, bilimi, akılcılığı, ilerlemeyi bir “putlaştırma” ve “hurafeleşme” olarak görüp kökten yadsımaya çalışan bir noktaya varıyor. Şöyle diyor Kaplan: “Oysa yapılan şey, çağdaş / seküler hurafeler icat etmekten ibaretti: Akıl kutsandı, bilim putlaştırıldı, ilerleme putu bütün dünyayı esir aldı. …” “Aydınlanma, gerçekte, karartmayla sonuçlandı. İnsanın zihni çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştürüldü.” Burada, Farabi ve İbn Sina’nın akılcı-bilimsel ruhuna karşı Gazali’nin inancı mutlaklaştıran ruhunu görüyoruz.
“İnsanlığın önünü açacak evrensel ruh: Hakikat medeniyeti ve üç ufku” (14 Eylül 2020) başlıklı bir başka yazısında ise, Almanlar ve Rusların modernleşerek ayağa kalkışını örnek gösteriyor ve “Biz de böyle yapacağız” diyor. Ama öte yandan onların yaptığı gibi yapıp “Ulus’u eksene aldığınızda, ruhu kurutursunuz” diyerek, yani uluslaşmaya karşı çıkarak tam bir tutarsızlığa ve mantıksızlığa savruluyor. Hem, uluslaşarak sanayileşen ve modernleşen, Almanlar, Ruslar ve bütün Batı ulusları gibi yapmayı savunacaksın, hem de uluslaşmaya karşı çıkacaksın! Uçak olsun ama kanatsız olsun, vatan olsun ama topraksız olsun, millet olsun ama vatansız ve dilsiz olsun!..
Bir sonraki cümlelerde ise, sanki Batı’da, -örneğin iyi bildiğini iddia ettiği Kant, Hegel, Schiller’de- çağdaş anlamda çok daha yüksek içerikte tanımları yokmuş gibi, çok önemli bazı kavram ve değerler toplumsal ve tarihsel gerçeklik bağlamından kopartılarak, İslamın Batı’ya karşı üstünlük ölçütü olarak kullanılmaya kalkışılıyor. “Yitirdiğimiz evrensel ruhu hatırlayıp yeniden hayata aktarma zorlu yolculuğuna soyunduğumuzda, insanlığın önünü açacak hakikat, adalet, sulh ve selâmet ilkelerinin bizde olduğunu göreceğiz…”
Almanların, Kant, Herder, Hegel, Schiller ve Goethe ile, milleti birleştirip ayağa kaldıracak “Alman ruhu”nun yapı taşlarını oluşturduklarını vurguladıktan sonra zurnanın zırt dediği yere geliyor. Ve Kaplan baklayı ağzından çıkarıyor: “Almanların Alman Ruhu’nu icat ve inşa etme yolculukları kışkırtıcı. Ama bütün çapına ve derinliğine rağmen evrensellikten uzak ve aşırılıklarının kurbanı: Ulus icadıyla evrensel bir ruh inşa edilemez.”
İnşa edildi bile… Hem de, son iki yüz yılda, -sonuçları bazı bakımlardan ne kadar tartışılırsa tartışılsın- insanlığı, binlerce yılda gerçekleştirdiği yenilik ve gelişmelerin onlarca katında bir aşamaya sıçratarak. Bütün bu büyük atılımları arkasındaki düşünce ve kültürün yaratıcılarıdır bu Aydınlanmacı ve Devrimci Batı’nın simgesi bu isimler. Ve sen istediğin kadar lafta karşı çık, o evrensel ruhtaki insanlık için ortak, bilimsel, akılcı, özgürleştirici, ahlaki ve estetik değer ve ilkeleri gören ve benimseyen bir bakışa sahip değilsen, ancak onun gölgesinde ve gölgesi bile olmayan köleler olursun.
Bu bakışın tutarsızlığının ve açmazının temel nedeni ise, Batı’yı, onun temel belirleyenlerini hep toptan Hıristiyan Batı olarak görmektir. Oysa, iki ayrı ve karşıt Batı vardır. İslamda dahil bütün uygarlıklar kendi içinde bu karşıtlığı ve çatışmayı taşır. Osmanlıcı İslamcılar eğer, Rönesans, Reform ve Aydınlanma ile İslam uygarlığından öğrendikleri insanlığı ilerleten ve yetkinleştiren düşünce ve kültür birikimini devralıp akılcılık, bilimsel devrim ve sanayi devrimi temelinde yeni bir uygarlık yaratan devrimci Batı ile 19. yüzyıl sonundan itibaren emperyalist, yayılmacı bir yapıya dönüşen gerici Batı’yı ayırdedebilselerdi, bu tür açmazlara, tutarsızlıklara ve gerçek dışı, içi boş hayallere saplanıp kalmazlardı. Tolumsal ve tarihsel bir yasadır: Devrimci Batı’nın değer ve ideallerine karşı çıkarsan, gerici Batı’nın düşünsel, siyasi etki alanına girersin, onun malzemelerini kullanır, onun strateji ve projelerinin elemanı olursun.
Ve AKP zihniyetinin şu çok iddialı söylemiyle “devrimci” (!) teze geliniyor: “Ezberlerimizi çöpe atalım: Batı uygarlığının geliştirebildiği ama adına da ‘evrensel’ deme kompleksi sergilediği en makro bakış, ulus-eksenlidir: Alman Ulusu, Fransız Ulusu vesaire içindir her şey.” Bu ulus-eksenli uygarlık da savaşlara yol açmış, Hitler zulmünü yaratmıştır!… O nedenle Kaplana göre, “Ulus’u eksene aldığınızda, ruhu kurutursunuz. Ruhu eksene aldığınızda, ulus’u uçurursunuz.”
***
İkinci bakla, birincinin doğal sonucu, Osmanlının geleceğin evrensel modeli olması iddiasıdır. Bu iddiayı da İngiliz emperyalizminin ideoloğu, tarihçi Arnold Toynbee’den aşırma bir teze dayandırıyor. Böylece “İnsanlığı kurtaracak ruh”, Toynbee’nin “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” sözüne bağlanmış bulunuyor. Bugün Devrimci Batı’ya elde kılıç savaş açmış, ama kendini Osmanlının 1500’lü yıllarında “tasavvur” eden kahraman yazarımız, Toynbee üzerinden emperyalizmin büyük tuzağına düşüverdiğinin farkında değil. Belki de farkında, ama aydınlanma düşmanlığı gözlerini bağlamış. Çünkü, çok iyi bilindiği gibi Toynbee Birinci Dünya Savaşı ve sonrası süreçlerde İngiliz emperyalizminin Asya’ya uygarlık götürdüğü, onları uygarlaştırdığı yalanını tarih teziyle kuramlaştıran ideoloğudur. Bugün bu yalan, postmodern düşünürlerin, ulusal devleti tasfiye eden, kültürelci, çoğulcu, etnikçi ve mezhepçi/tarikatçı teorileriyle güncellenmiştir.
20. yüzyılın başından bu yana emperyalist ideologların, antiemperyalist ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerinin odağını oluşturan aydınlanmacı, laik ve bağımsız ulusal devletlere karşı, emperyalist hegemonyanın bir projesi ve bir modeli olarak, yükselen değil, çökmekte olan “hasta adam” Osmanlı, daha doğrusu Hilafet Osmanlısı değişik biçimlerde işlendi. En son “Medeniyetler Çatışması”yla Huntington ve diğer küreselciler bunu teorisini yaptılar. Ve ABD’nin egemenliğindeki AB’nin Ortadoğu’daki bir benzeri olarak Osmanlı modelini, Büyük Ortadoğu Projesi ile birlikte yeniden gündeme koydular. İşte, aydınlanmadan, bilimsel devrim, sanayi devrimi ve ulusal devrimden azade ve Hilafete dayanan bir Osmanlı hayali bu projenin bir uzantısıdır.
Sözkonusu emperyalist strateji, Kurtuluş Savaşı yıllarında mandacılık, Soğuk Savaş yılarında “yeşil kuşak” ve antikomünizm, küreselleşme çağında da “çokkültürcülük” ve “ılımlı İslam” teorileriyle ısıtılıp sunuldu. Hepsinin de özünde, kapitalist Batı uygarlığının başarısının ve gücünün anahtarı olan aydınlanma ve modernite ilke ve ideallerin reddi vardır.
Daha sonra Levi-Strauss vb’lerin de “kültürelcilik” adı altında savunduğu bu emperyalist köleleştirme teorisinin özünü, her toplumun kendi özgünlüklerini, otantik, geleneksel kültürünü koruması, Batı’yı örnek almaktan vazgeçmesi gerektiği, -daha ileri toplumsal, düşünsel gelişmeler; felsefi, bilimsel, akılcı keşifler ve atılımlar da olsa- bir başka uygarlıktan etkilenme ve öğrenmenin o toplumu bozacağı, yozlaştıracağı iddiasıdır. Böylece Batı, aydınlanmış modern gelişmiş akılcı bir uygarlık olarak ilelebet üstünlüğünü ve egemenliğini koruyarak kalacak, ezilen dünya da, ilelebet Batıya bağımlı, onun umutsuz taklitçileri, karikatürleri ve sonuçta köleleri olarak…
Bunun somutlaşmış biçimi ya da siyasetleri, küçük Amerika sürecinde Batılı “uzman”ların bize biçtiği, “tarımda uzmanlaşmak”, yani sanayileşmeden tarımcı bir toplum olarak kalmak misyonuydu. Küreselleşme çağında ise, bugün AKP’nin uygulamaya çalıştığı iki görevle somutlaşıyor: Birincisi, Batı ve uzak doğu ticaretinde -otoyolları, köprüler vb ile gerçekleştirilen- aracı-komisyoncu rolüdür. Diğeri de, modern ekonomik-toplumsal yapısı ve askeri gücüyle Ortadoğu coğrafyasında jandarmalık.
Yeminli Cumhuriyet düşmanlığı İslamcıların genlerine öylesine işlemiş, öylesine körleşmişler ki, Toynbee’yi biraz inceleselerdi, onun Asya toplumları ve ezilen dünya için önerdiği sömürgeleştirme ve köleleştirme teorisini fark ederdi. Ne yazık ki, Cemil Meriç’in şu özlü sözüne burada yer vermek zorundayım, çünkü Tanzimat kafalı aydındaki hazırcı, kolaycı ve hapçı zihniyeti çok güzel özetliyor: “Batılı karşısındaki durumumuz, efendisinin ilaçlarını çalıp içen uşağın durumuna benzer.”
Evet, Yusuf Kaplan ve diğer Siyasal İslamcı entelektüellerin temel sorunu budur. Sanıyorlar ki, kafalardaki, sadece ritüel, yani biçimsel nitelikteki içi boş inançsal kalıpları, hurafeyi yıkmadan, aklın sınırsız düşünme ve muhakeme gücünü özgürleştirmeden çağdaş bir düşünce ve davranışa sahip olunabilir. Görüntüyü kurtarmanın ve aydınlanmacı, bilimci, laiklere laf yetiştirip onları geriletebilmenin en kestirme yolu da, çok derine dalıp işin özüne vararak “inançlarını yitirme riski”ne girmeden gerekli bazı biçimsel düşünce ve davranış kalıplarını aşırıp kullanmaktır. Oysa İslamın özündeki devrimci ilke, her şeyin -sadece dinsel ibadet ve ritüeller değil, hayata ilişkin her şey- gönülden, inanarak, ne kendini ne de başkasını kandırmadan, ikiyüzlülüğe sapmadan yapmak vardır.
Oysa Kaplan ve benzeri İslamcılar, postmodernist gericiliğin tavrını benimseme kolaycılığı ve hapçılığına / ezberciliğine düşmaden, İslam aydınlanmasına damgasını vuran Farabi, İbn Sina, Biruni, Hayyam, Harizm, İbn Rüşt gibi düşünürlerin yaptığını yapsaydılar böylesi hatalara ve komik durumlara düşmezlerdi. Ne yapmıştı bu büyük insanlar? Onlar, “oku!” “bilimi öğren” çağrısını gönülden benimseyerek, kendilerinden önceki en gelişkin uygarlık olan Yunan ve Roma uygarlıklarının -hatta Hint, Çin uygarlıklarının- felsefe, bilim ve sanatını samimi olarak derinlemesine ve gerçekten hiç bir zihinsel sınırlamaya, önyargıya izin vermeden araştırmış ve öğrenmişlerdir. Bu İslam uygarlığının devrimci ruhuna uygun olandır. Ne diyordu Hz. Ali; “Bilim Çin’de olsa öğren!”
Aynı şekilde, Batı aydınlanması ve modernleşmesinin kurucu düşünürleri de İslam uygarlığının gücünün ve parlaklığının nedenlerini bütün İslam kaynaklarını didik didik ederek, en başta Kindi, İbn Rüşt, Farabi, İbni Sina, Harezm’i inceleyerek, onlardan bilimi öğrenerek yeni bir uygarlığın temelini atmışlardır.

Bizim Osmanlıcı İslamcılar ise, büyük hakikatler ya da gerçekler karşısında hem kibirli hem de korkak ve çapsızlar. Bu şekilci kibirlilikleri ve korkaklıkları nedeniyle şu veciz sözdeki saklı derin anlamı pek kavrayamadılar: “Bilge güneşi gösterir, budala ise parmağa bakar.”
(Devam edecek!)

Mehmet Ulusoy
Mart 2021

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.