Çağın Gerçekliği ve Doğru Yerde Durmak

Cumhuriyet gazetesi yazarı Emre Kongar, “CHP ile sağ partilerin kurduğu ‘Millet İttifakı’ ve onu Demokratik Rejim uğruna dışarıdan destekleyen HDP’nin de katılmasıyla oluşan ‘Demokrasi Cephesi’”nin başarısızlığının gerekçelerini açıklarken, hiç biri..

Çağın Gerçekliği ve Doğru Yerde Durmak
Yayınlanma: Güncelleme: 24 okuma

Cumhuriyet gazetesi yazarı Emre Kongar, “CHP ile sağ partilerin kurduğu ‘Millet İttifakı’ ve onu Demokratik Rejim uğruna dışarıdan destekleyen HDP’nin de katılmasıyla oluşan ‘Demokrasi Cephesi’”nin başarısızlığının gerekçelerini açıklarken, hiç biri de yenilginin asıl nedenini oluşturmayan sudan gerekçeler sıralamayı sürdürüyor.

Öylesine sudan bahaneler ki!.. “Çünkü toplumda muhafazakar kesim hâlâ güçlü”, “Çünkü iktidar 20 yılda kendi seçmenini yarattı”, “Din siyasete alet edildi”, “Muhalefet, doğrudan doğruya devlete karşı mücadele etti” gibi gerekçelerle dipteki asıl büyük nedenlerin üstünü örtme telaşı ve çabasını farketmemek olanaksız. Bu mantıkla ancak, “Savaş olmasaydı ordu komutanlığı yapmak ne güzel olurdu” ya da “öğrenciler olmasaydı Milli Eğitim Bakanlığı yapmak ne kolay olurdu” gibisinden kibirli komikliklere düşülüyür. Yani, zorluklar, karşı tarafın manevraları, taktikleri, hile ve yalanları olmasaydı seçim mutlaka kazanılırdı denmek isteniyor!..
Oysa, ortada, 20 yıllık iktidarıyla Türkiye’yi yönetme yetenek, liyakat ve kapasitesinden yoksunluğu kamuoyu gözünde kanıtlanmış, dar bir rantçı, vurguncu ve ihvancı-tarikatçı kesim dışında, geniş Cumhuriyetçi kitlelerce artık yeter denen bir iktidar vardı. Kuşkusuz her iktidar (devleti ele geçirmiş sınıfsal ya da mafyatik menfaat güçleri) koltuklarını korumak ve sürdürmek için, devletin olanakları dahil, bütün, hile, yalan, baskı yöntem ve manevralarını kullanacaktır. Adaletsizliğin ve eşitsizliğin zirve yaptığı böyle bir toplumda aksini beklemek saflık, aptallık olurdu. Bu, siyasetin temel kuralıdır. Marifet, bütün bu eşitsiz koşullara rağmen ikidarı devirip yönetimi ele geçirebilmektir. İster ülkeye yararlı ister zararlı olsun iktidardaki hiç bir güç, ister demokratik ister başka yolla yönetimi terketmeya mecbur eden bir durumla karşılaşmadıkça iktidarını bırakmaz. Bütün bu açılardan yenilginin nedenlerini sonuç olarak iktidar partisinin güçlülüğüne bağlamak, acizliktir, zavallılıktır.
Bir oyun, bir gösteri değilse, siyasetin özü budur zaten. Seçim, kuralları kesin olan ve büyük ölçüde bağımsız bir hakem tarafından yönetilen, bir futbol, bir voleybol, basketbol maçı, bir at yarışı, yani oyun, eğlence değildir… Hiçbir savaş ya da seçim, her bakımdan eşit koşullarda olmaz; hiç bir başarı, zafer insanlara altın tepside sunulan bir “helalleşme” kahvesi değildir. Ama öyle görülüyor ki, sadece seçim sandığına indirgenmiş liberal, sahte bir “demokrasi”cilik söylemi, ortalığı toza dumana boğmuş durumda. Hele bizim gibi, emperyalist oyunların, komploların peşpeşe, içiçe sahneye konduğu, ruhunu satmış hainlerin, piyonların her alanda oyun kurup cirit attığı ülkelerde… Hakeminin ABD ve AB’nin olduğu, safça ve budalaca -ve de ikiyüzlüce- “eşit koşullarda ve adil” bir demokratik seçim beklentisi, kendini ve halkı kandırmaktan, büyük tuzaklara çekmekten başka bir anlam taşımaz.
Eğer Mustafa Kemal veya onun yerine bir başka lider, Sosyal Demokratların, tekelci finans baronlarının, mafyalaşmış tefecilerin egemen olduğu bir dünyada bu haydut güçlerle emekçi sınıfları aynı masada “eşit koşullarda buluşturmaya” ve “yarıştırmaya” çalışan saftirik müzmin “demokrasici” iyimserliğine (pardon budalalığına) sahip olsaydı ne yapardı? Herhalde Kurtuluş Savaşı’nda, düşmanın en az iki misli sayısal ve teknik üstünlüğü karşısında kesinlikle savaşa girmekten vazgeçerdi. Mandacılar gibi onların arkasındaki emperyalist güçlerle sahte barış oyunlarına girerdi. Ve Mustafa Kemal Atatürk gibi bir deha, bir tarihsel kişilik ve Türkiye gibi bir ulusal devlet de ortaya çıkmazdı.
Oysa O, savaşı, bir oyun bir spor karşılaşması değil, bir sanat ve gerekirse uğruna ölünebilecek bir görev olarak düşündü. Yoksa bu neoliberal Sosyal Demokrasi mantığıyla ne Kurtuluş Savaşı kazanılır ne Cumhuriyet Devrimi gerçekleşir ne de bağımsız, egemen bir ulus yaratılabilirdi. Nitekim Mütareke yıllarında kurulan Sosyal Demokrat Parti, Avrupa ile işbirliğini (“Avrupa Demokrasisi”ni), mandayı savunduğu ve Kurtuluş Savaşımıza karşı çıktığı için Devrimci Cumhuriyet yıllarında yasaklanmıştır.
***
İçinde yaşadığımız ve neoliberal küreselci projenin -ki bizim gibi ülkeler için bir yıkım zokasıydı bu- iflas ettiği, Batı’da bile çoktan terk edilmeye başlandığı günümüzde, ülkemiz için, küreselci neoliberal siyaset ve kültüre karşı, doğru bir ideolojik ve gerçekçi bir stratejik duruşun önemi yaşamsaldır. “Yaşamsaldır” diyorum çünkü, son kırk yılda Türkiye’nin içine düşürüldüğü derin krizin ve yıkımın öyle gelip geçici, günübirlik, göstermelik tedbirlerle aşılması olanaksız olduğu aşikardır. Biraz akıl, içtenlik, namus ve sorumluluk sahibi yurttaş için artık bunu tartışmak bile cehalettir, aymazlıktır.
CHP’deki Kemalizm tasfiyecisi Sosyal Demokrat ideolojinin önde gelen kuramcısı Profesör Kongar ise, yıllardır savunduğu ve Cumhuriyet gazetesinin geleneksel Kemalist çizgisine aşılamaya çalıştığı neoliberal düşüncenin ve Batı güdümlü demokrasiciliğin iflasını ve antiemperyalist, ulusalcı ve kamucu devrimci çözümlerin zorunluluğunu kabul etmemek için hâlâ bin dereden su getiriyor.
Son kırk yılda dünyadaki stratejik dengelerin değiştiği, ABD merkezli tek kutupluluğun çok kutupluluğa, Batı merkezliliğin Doğu merkezliliğe evrildiği günümüz gerçekliğinde bütün surun, doğru zamanda ve doğru yerde yığınak yapmak, başka deyişle doğru bir strateji ortaya koymaktır. Diğer yandan, küreselleşmenin ana hedefi olan, tasfiye edilmesi ve etnik parçalara bölünmesi “özgürleşme”, “demokratikleşme” olarak yutturulan ulusal devletin ve ulusalcılığın (devrimci milliyetçiliğin), toplumların özgürleşmesi, güvenliği ve bağımsız yaşama hakkı için vazgeçilmez olduğu içinde yaşadığımız süreçte doğru stratejinin en temel ögelerinden biri olduğu asla unutulmamalıdır. Üstelik bu da yetmiyor; doğru stratejinin ulusal ve uluslararasi nesnel, bilimsel dayanakları olmalı, bunlar da ideolojik, tarihsel, toplumsal, ekonomik veriler üzerinde yükselir. Dahası, somut, güncel, dönemsel değişimler, modern çağın değişmeyen, kalıcı, ilkesel gerçeklikleri ile bir bütünlük içinde ele alınmak zorundadır.
Dünya ve ülke gerçekliğini, tarihsel ve kültürel derinliğiyle birlikte düşündüğümüzde, Emre Kongar’ın yenilgi nedeni olarak sırladığı gerekçelerden ilk 8’i kendini kandırma ya da züğürt tesellisi niteliğinde sudan nedenlerdir. Sadece dokuzuncu madde temel nedenlerden birine değiniyor; o da yanlış ve çarpık bir yorumla. Orada “İktidarın dinci ve azgın milliyetçi politikası ve uygulamaları”na değinen Kongar, “Türk ve Kürt milliyetçiliği, kimlik siyasetini Demokratik Parlamenter Rejim savunuculuğunun önüne geçirdi” tespitinde, daha doğrusu yakınmasında bulunuyor.
Bu ifadelerle Kongar, ABD güdümlü ve Atatürkçü-Cumhuriyetçi ilkelerle çatışan sakat bakışıyla, ulusal bağımsızlığın ve ulusal bütünlüğün simgesel ilkesi olan milliyetçiliği (ulusalcılığı) “ırkçı”, “şöven”, “faşist” olarak tanımlayan Batı güdümlü liberal-sol şablonları tekrarlamış oluyor. Birincisi, “azgın milliyetçilik” gibi hangi tür milliyetçiliği kastettiği belirsiz, bu nedenle devrimci-Atatürkçü milliyetçiliğ de üstü kapalı aynı sepete koyan tanımlama ile bunu yapıyor. İkincisi ise, “Türk ve Kürt milliyetçiliği” adlandırmasıyla ulusal üst kimlik olarak siyasal niteliği döne döne vurgulanıp açıklığa kavuşmuş olan Atatürk ya da Türk milliyetçiliği bir alt kimliğe, etnik milliyetçiliğe indirgeniyor.
Bugünün Türkiye gerçekliğinde milliyetçiliğin; Amerikancı-gerici milliyetçilik ve Atatürkçü-devrmci milliyetçilik olarak bölündüğü ve üstelik gerici milliyetçiliğin baskın olduğu 1960’lar, 70’ler ve kısacası 2000’ler öncesi dönemden çok önemli ölçüde değişim geçirdiğini, 1930’ların devrimci milliyetçiliğinin yeniden bilince çıkarıldığını görmek zorundayız. Günümüzde, Sovyetlerin dağılması ve ABD/NATO’nun stratejisindeki köklü değişiklikere bağlı olarak, 1990’lardan itibaren önemli ve aktif bir kitlesi sağda ve muhafazakar olan Türk milliyetçiliği / ulusalcılığı, yükselen Atatürkçülükle birlikte hızla Atatürkçü milliyetçiliğe evrildi. En son seçimlerde de görüldüğü gibi, kendini “milliyetçi” olarak tanımlayan ve % 25’lere varan büyük bir kitle (MHP ve BBP’de yer alan belli bir kesim dışında) Atatürk milliyetçisidir. Kısacası, ister sar, isterse sol yorumlansın Atatürkçü milliyetçilik, günümüzde ve önümüzdeki dönemde siyasetin temel belirleyeni, omurgası olmaya devam edecektir.
İşte, Sosyal Demokrat ve liberal solun, “soğuk savaş” yıllarından kalma, devrimci içeriği boşalmış ve bayatlamış, gerçek anlamda ilerici-gerici, özgürleştirici-köleleştirici karşıtlığı ve dinamizmini taşımaktan uzak sözde “solcu”, “ilerici”, “değişimci” söylemlerle, bilerek veya bilmeyerek, Gökalp ve Akçura’dan bu yana bilinen milliyetçiliğin ikili karakterini görmezden gelmeleri, Türkiye’nin özgüllüklerini hâlâ kavrayamamanın tipik bir göstergesidir. Bu noktada, bütün milliyetçilikleri Batı merkezli “ırkçı-şöven” algı ve sulama torbasına doldurma kolaycılığı ve sorumsuzluğu, artık affedilebilen bir hata, yanılgı olmaktan çıkmıştır. Ve bu perspektif içinde Kongar’ın doğru bir milliyetçilik tanımı olarak ileri sürdüğü “demokratik milliyetçilik”, antiemperyalizm ve bağımsızlık içeriği belirsiz olan, liberal “demokrasici” siyasetin bir eklentisi, süsü gibi görünmektedir.
***
Çağın ve ülkemizin gerçeklerini kavrama sorunu deyince, son günlerde CHP saflarında neredeyse biricik tartışma ekseni, anahtar kavram haline gelen ve her görüşün kendine göre yorumladığı “değişim”in ne anlama geldiği, neleri içerdiği önem kazanıyor.
Değişimin dinamiklerini ve yönünü en genel içeriğiyle ifade edersek, ileri-geri, geliş(tir)en-çürüyen, sağ-sol saflaşmalarının evrensel ve güncel içeriği ve anlamı nedir? Bu temel soruna bağlı olarak, “değişim”in neyi ifade ettiği kritik bir önem taşıyor. Her değişimin toplumu eşitlik ve özgürlük, bağımsızlık ve çağdaşlaşma yönünde ilerlettiği gibi, gerici, yozlaştırıcı, (özünden, doğasından kopartarak) başkalaştırıcı, yabancılaştırıcı niteliklere de sahip olduğunu bilmek gerekiyor. Böylece, modern çağın değişmeyen temel ilke ve idealleri ile değişen ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçlerin güncel diyalektik bir çelişmeli bütünlük içinde değerlendirmesi gündeme geliyor.
Son kırk yılda “değişim”in nasıl her kapıyı açan maymuncuk ya da hırsız aleti olduğunu anımsayalım. Önce ABD ve küreselleşme zokasının en sadık uyglayıcısı Turgut Özal’la gündeme geldi. Bütün çağdaş bilimsel ve ilerici değerlerin içeriğinin boşaltılıp sahteleştirildiği bu süreç AKP iktidarı ve söylemiyle bütün boyutlardaa en üst düzeyde yaşandı ve yaşanıyor.
1990’lar boyunca bütün Batıcı ve küreselleşme budalası sağ ve sol enteller, özellikle CHP saflarındaki liberal solcular da bu sahteleşmiş, daha doğrusu ileriye mi geriye mi olduğu belirsiz, fırıldaklığın alamati farikasına dönüşen “değişim” kavramı bol keseden, tepe tepe kullanıldı. Neyi içeriyordu bu değişim? En başta Aydınlanmacı değerlerin terkedilmesini ve yerine neoliberal postmodern düşünce ve değerlerin geçirilmesini… Bunlar neydi? Sınıf temelli toplumsal saflaşma ve kimliklerin yerini, etnik ve dinsel-cemaatsal kimlik, cinsel kimlik (feminizm), çevrecilik vb… Bunların en uç biçimini ise, Batı’da, İngiltere, ABD ve bildiğim kadarıyla AB ülkelrinin çoğunda eşcinsel evliliklerin resmileşmesiyle zirve yapan “LGBT özgürlüğü” oluşturuyor. İlhan Cihaner gibi bir CHP milletvekilinin, LGBT haklarına tahammülsüzlüğü eleştirerek CHP içindeki tartışmalarda Genel Başkan adaylığında en solda (!) yer alma iddiası, bu tabloda insanı pek şaşırtmıyor doğrusu.
Değişimin sahte mi, yoksa gerçek ve köklü mü, yoksa yüzeysel ve aldatıcı mı olduğunun netleştirilmesi açısından örneğin şu önemli soruların yanıtlanması gerekiyor:
1) Günümüzde ulusal bağımsızlıktan kopuk bir “Demokrasi Cephesi” mümkün mü; başka deyişle, emperyalist sisteme, NATO’ya, ABD-AB proje ve stratejilerine bağımlı, onun uzantısı bir “demokrasi”den, özü halk egemenliği olan ve “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle açıklanan gerçek bir demokrasi olarak söz edilebilir mi?
2) Bu “cephe”, hepsi de emperyalizm güdümlü ve laiklik karşıtı İslamcı, tarikatçı güçleri ve etnik-bölücü milliyetçiliği, Batı’nın çürüme kültürünün ürünü olan LBGT’yi vb kapsayabilir mi? Aydınlanma ilke ve değerlerine karşıt bu yapı, iktidarın dayandığı ve bütün “değişim”, “devrim”, “yenilik” demagojilerinin, medyatik-algısal düzenbazlıklarının kaynağı olan küreselci mafya ve tarikat demokrasisi değil de nedir? Kısacası aydınlanmacı akılcılığa, bilime ve laikliğe karşıt bir siyasal yapı demokrat olabilir mi?
3) Türkiye’nin, emperyalist tehdit ve bölünme riskine karşı bağımsızlık ve bütünlüğü, yani beka sorunu bir olgu iken… Muhafazakar veya ilerici-çağdaş büyük Cumhuriyetçi kitlelerin milliyetçi/ulusalcı duyarlılığı Atatürkçü bir eksende toplanmış ve ırkçı, şöven ve faşizan eğilimler oldukça gerilemiş, etkisizleşmiş iken, hâlâ genel bir milliyetçilik karşıtlığını daha fazla, daha iyi solcu olmanın adeta bir ölçütü olarak göstermenin tutar bir yanı var mı!?..
***
Bu soruların gündeme getirdiği konular, özellikle son otuz yıldır  Türk aydınının, siyasetçinin, bilim insanlının en yoğun olarak  tartıştığı, kavga ettiği; yaratılan toplumsal, siyasal kaosun girdabında bocaladığı, boğuştuğu ve yol bulmaya çalıştığı sorunlardır. Doğru kavranması, bilincine varılması ve hayata geçirilmesi Türkiye’nin yazgısını belirleyecek ve değiştirecek nitelikte sorunlardır bunlar.
Ne yazık ki,  emperyalist sisteme bağımlılık girdabında kıvranan, çırpınan Türkiye gibi bir ülkede, Emre Kongar gibi bir çok aydın ve siyasetçi Türkiye’nin sorunlarının çözümünü liberal ve serbest piyasacı bir “demokrasi”de görmekle, çağın ve günümüzün en büyük yanılgılarından birini büyük bir imanla savunmayı sürdürmekteler. Ona ve benzeri Batı merkezli düşünen neo Tanzimatçı aydınlara göre ilericiliğin, solculuğun, değişimin ölçütleri, 19. yüzyılda ilerici olan ve 20. yüzyıl başlarında sosyalist partiler ve örgütlü işçi hareketi nedeniyle bu değrleri kısmen koruyan, ama bugün bütün bu niteliklerini yitirmiş Avrupa ve ABD’dir. Ve her türlü yeni, ileri, çağdaş, akılcı gelişimin kaynağını hâlâ yüz yıl önceki gibi Batı’da arayan, onun dışındaki gerçek anlamda çağdaş, bilimsel, devrimci, ilerici bütün çaba ve gelişmelere kuşkuyla bakan Batı şabloncusu bir anlayış, çağın ve ülkemizi sorunlarını anlama ve çözmede ciddi bir engel oluşturmaktadır. Yukarıda değindiğimiz milliyetçilik konusundaki büyük yanılgı da Batı merkezci bu anlayışın ürünüdür.
Nereden bakarsak bakalım, 21. yüzyılda insanlığın geleceğini belirleyecek dinamikleri doğru kavramak, tayin edici önemdedir. Dolayısıyla, örneğin 19. ve 20. yüzyılın birinci yarısında Batı’da görülen Türkiye’nin geleceğinin, 21. yüzyılda Doğu yani Avrasya olduğunu görmek stratejik bir önem taşır ve aydın olmanın da ölçütüdür. Ama liberal-piyasacı sol veya sağ entelektüel çevreler, bugün dünyanın değişen eksenini, bilimsel, ekonomik ve teknolojik ağırlık merkezini hâlâ Batıda aramakla büyük yanılgı içindedirler.
***
Bu perspektifle baktığımızda, CHP’nin (aslında yönetimin) başarısızlığının nedenlerinin çok daha derinlerde, ideolojik ve stratejik nitelikte olduğunu görürüz. Aslında nedenleri, Kemalist ilkelerden kopmanın başladığı 1940’lar kadar indirsek de, derinlerdeki nedenleri, yakın tarihlerdeki, 80’lerde ve 90’larda küreselleşmeye teslim olmakla başlayan büyük kırılma ve savrulmayla sınırlamak durumundayız.
80’ler ve 90’larda, emperyalist ideolojik saldırının bir uzantısı olarak Kemalizmin devrimci ilkeleri doğrudan hedef alındı. Kuşkusuz bütün bunlar, CHP’nin merkezini ele geçiren “10 Aralık”çılar ve Canan Kaftancıoğlu gibi, devrimciliği, solculuğu gerçek içeriğinden, özünden değil, biçiminden, kavram ve söylem kalıplarından kavrayan neoliberal solcular, küresel ideolojik merkezlerin, sahteleşmiş “yenilik”çi, “insan hakları”cı, sahte “özgürlük” ve “demokrasi”ci zokalarını derinlemesine yuttular.
Yutulan bu, içeriği boşaltılmış ve sahteleştirilmiş “demokrasi”, “özgürlük” ve “insan hakları” zokaları öylesine bir aydın ve siyasetçi yabancılaşması, alçalması ve ihanetine yol açtı ki, bugünkü bütün ekonomik, siyasal yıkımların, kültürel ve ahlaki yozlaşma ve çürümenin, daha da önemlisi bütün bunların toplamı 20 yıllık karşıdevrimci bir iktidarın esas nedenini oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, yeni bir dönemece gelmiş bulunuyoruz. Türkiye’nin 100 yıllık deneyimlerinden süzülerek biriken ve demlenen zorunlu, “mecburi istikamet”i görmek, kavramak ve eylemli olarak bir kuvvet merkezi yaratarak Atatürkçü Sosyalist bir yönelişe girmek gerekmektedir.

Mehmet Ulusoy
Temmuz 2023

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.