Bir Kez Daha Antiemperyalizm ve Devrimcilik Üzerine

Bağımsızlık, milliyetçilik, ulusalcılık, ABD ve AB karşıtlığı, günlük dilde genelde aynı anlamda kullanılsalar da, en azından yarattıkları algı bakımından ulusal ve toplumsal bir içeriğe sahip antiemperyalizmi tam olarak karşılamıyorlar. Ya..

Bir Kez Daha Antiemperyalizm  ve Devrimcilik Üzerine
Yayınlanma: Güncelleme: 36 okuma

Bağımsızlık, milliyetçilik, ulusalcılık, ABD ve AB karşıtlığı, günlük dilde genelde aynı anlamda kullanılsalar da, en azından yarattıkları algı bakımından ulusal ve toplumsal bir içeriğe sahip antiemperyalizmi tam olarak karşılamıyorlar. Ya da emperyalist-kapitalist sisteme karşı ekonomik, siyasal, kültürel, yani ideolojik bir bütünlüğe sahip tutarlı, istikrarlı ve uzun soluklu bir mücadele içeriğini yeterince yansıtmamaktalar.

Kuşkusuz bunda, emperyalizm uzantısı Batıcı sömürücü egemen sınıfların, Kemalizm ve Devrimci değerlerin gerçek içeriğini çarpıtan, yozlaştıran ve sahteleştiren ideolojik çabalarının rolü büyüktür. Bu nedenle, “Tam Bağımsızlık” ifadesi, anti emperyalizmin anti kapitalist karakterini de kucaklayan ve hem siyasal hem de ekonomik bağımsızlık bütünlüğünü yansıtan niteliğiyle Bilimsel Sosyalistler tarafından tercih edilmiş ve özü değiştirilmeden 68’lerden günümüze taşınmıştır.

Üstelik, Marksist öğretinin hakettiği ilgiyi görmediği günümüzde, en sağdan en sola, entiemperyalizmin çeşitli çarpık ve sahteleşmiş biçimleriyle çok daha fazla karşılaşmaktayız. Konjonktürel, güncel siyasetin yaygın biçimi olarak, sınıfsal ve ideolojik içerikten tamamen kopartılmış Amerikan ve Batı düşmanlığı, Huntington’un “Uygarlıklar Çatışması” teorisini doğrularcasına, özünde Yahudi-Hıristiyan Batı kültürü karşıtlığı biçiminde, emperyalist sistem içi bir çatışma olarak, somutlaşmaktadır. Sınıfsal ve ideolojik eksenden bakıldığında, Hıristiyan Batı düşmanlığı, sadece bir kılıftan ibarettir; özü, aydınlanmacı-akılcı Batı’ya karşı emperyalist gerici Batı’nın siyaset ve kültürü ile işbirliğidir; onun malzemeleri kullanılmaktadır.

ABD emperyalizminin ideoloğu Huntington’un kitabının da başlığı olan bu teorinin biricik amacı, aslında sınıfsal nitelikteki ezen-ezilen ulus saflaşmasını ve buna bağlı antiemperyalist mücadeleyi saptırmaktır, bypas etmektir. Dinler, mezhepler ve etnik kültürler çatışmasını kışkırtarak “cambaza bak” taktiğiyle kendi sınıfsal baskı ve sömürü sistemlerini gizlemektir.

Bu ve benzeri bir çok çağdaş, bilimsel kavram ve değer günümüzde alabildiğine bulandırılmış, kirletilmiş ve sahteleştirilmiştir. Durum böyle iken bize düşen de, onları pisliklerden arındırma ve özgün, gerçek anlamlarına kavuşturma çabasını döne döne, inatla, sabırla sürdürme sorumluluğudur.

***

Böylece “Siyasal İslam”cıların dinsel-kültürel temelli Batı karşıtlıkları da, Huntington’ların sözkonusu kamplaşmaya dayanan “ılımlı İslam” projesiyle belirlenmiş ve güdümlenmiştir. Bilindiği gibi bu yeni de değildir; 1917 Ekim devrimi sonrası süreçte, sosyalizmin prestijinin zirvede olduğu, ezilen dünyada akılcı, laik, toplumcu ulusal hareketlerin büyük fırtınalar estirdiği ve buna karşı emperyalistlerin tek çare olarak dini, özellikle de İslamı kullanmaya karar verdiği sürecin ürünüdür. Kökleri, Sovyetlere karşı İslami “Yeşil Kuşak” projesini geliştiren İngiliz emperyalizminin güdümünde bu görevi üstlenen Mısırlı Hasan el Benna’nın “İhvanı Müslimin” örgütünü kurduğu 1930’lu, 40’lı yıllara dayanır.

Dolayısıyla emperyalizmin ekonomik-siyasal özüne, temel stratejik hedeflerine dokunmadan sadece görünürdeki bazı dinsel, geleneksel, kültürel karşıtlıkları konu edinen, bunu yaparken de gelenek adına gerici ortaçağ-Osmanlı kültürünü yücelten tavırların antiemperyalizmin özüyle hiçbir ilgisi yoktur. Sadece sahte algılar yaratarak kitleleri, geri bilinçleri, mahkum edildikleri cehaletleri üzerinden avlama amaçlıdır. Şu da kesindir ki İhvanı Müslimin türü örgütlerin ortaya çıkmasındaki asıl amaç, doğaları ve amaçları gereği aydınlanmacı, akılcı/laik ve toplumcu olan ulusal hareketlerin önünü kesmek veya hedeflerini saptırıp emperyalizmin güdümüne sokmaktır. Arap dünyasında hepsi de “BAAS sosyalizmi” olarak tanımlanan ve antiemperyalist nitelikteki Mısır, Suriye, Irak, Cezayir, Libya ulusal devletlerinin kurucusu hareketler bu nitelikteydi.

Bugün Türkiye’de iktidar olan Siyasal İslamcılığın sözde ve sahte antiemperyalizmi, bu ideoloji ve stratejinin ürünüdür. Kitleleri avlamaya dönük, sahte algı yaratma düzenbazlığına dayanan günlük taktiksel manevralardan ibarettir.

İkinci sahte tavır; aynı zamanda anti NATO olan antiemperyalizmi sözde benimser görünen, -ki NATO emperyalist sistemin çelik çekirdeğidir- ama pratikte onun gereklerine uymayan ve sosyalist ilke ve duyarlılığı kirleten, hadımlaştıran eğilim ve anlayıştır. Geçtiğimiz günlerde TBMM’de Finlandiya’nın NATO’ya girişi oylamasına katılmayarak, aslında bütün gerçek sosyalist ve devrimcilerin, yurtseverlerin beklediği ret oyu verme sorumluluğundan kaçan ya da yan çizen TİP milletvekillerinin yaptığı budur.

Oysa bir sosyalist, böylesi bir oylamaya eli kanda da olsa katılmak ve hayır oyu vermek zorundadır. Türkiye’nin devrimci, yurtsever geleneğinin onlara yüklediği görevdir bu. ABD güdümlü, NATO’ya bile karşı çıkamayan etnik bölücülüğün ve onun gölgesindeki “sosyalist sol”un sahte antiemperyalizmi, umut kırıcı, kafa bulandırıcı, yanıltıcı tavır ve söylemler olarak tarihin hafızasına kaydedildi.

Bu tutumun da arkasında küreselciliğin, ulusal devletleri parçalama amaçlı geliştirdiği “etnik özgürlük” projesi vardır. Aslında, BOP gibi, Ermeni soykırımı yalanı gibi bütün bu projeler kitlelerin gözünde iflas ettiği halde, TİP’in NATO’ya karşı çıkmaması, Ermeni soykırımı yalanını kapalı bir şekilde dillendirmesi, etnik dilde eğitimi savunması, onun emperyalizm ve PKK güdümlü pozisyonunu kanıtlamıyor mu?

Üzerinde durmaya ve tartışmaya değer üçüncü bir yaklaşım ise; devrimciliğin birincil koşulu olan antiemperyalizmi devrimciliğin biricik, tek koşulu olarak yorumlayan, diğer koşulları yok sayan çarpık anlayıştır.

İkisi de antiemperyalist mücadelenin ilk ve en yetkin modelini oluşturan Kemalist Devrim’e karşıt konumlanan birinci ve ikinci eğilimlerin sahte antiemperyalizmleri, geçtiğimiz yüz yıl boyunca yüzlerce kez kanıtlandı. Bugün geçmişten tek farkları, Sovyetlerin dağılması ve sosyalizm idealinin itibar kaybetmesi sonucu küreselci Atlantik merkezlerince, kitleleri kolayca yanıltabilen bir umut, bir seçenekmiş gibi sunuluyor olmalarıdır. Yani, özellikle İslam dünyasında, emperyalizm açısından her zaman, ince taktikler için tasarımlanıp kullanılabilen en kullanışlı akımlar olagelmişlerdir. Ülkemizin son kırk yıldır yaşadığı tarihe ve gerçeklere yabancılaştırıcı derin yanılglar ve ödenen büyük bedeller bu olguların sonucudur.

Üçüncü eğilimin esasını ise, Kemalist milliyetçiliğin 1940’lardan bu yana, bir yanıyla emperyalizm, diğer yanıyla da emekçi sınıflar karşısında aldığı yanlış tavır ve konumlanma oluşturuyor. Başka deyişle, bu yaklaşıma, Altı Ok’ta ilkesel ifadesini bulan Türk milliyetçiliğini, 1940’ladan sonra Altı Ok’un özellikle Halkçılık, Devrimcilik, Aydınlanmacılık (laiklik) ilkelerinden kopartarak ABD ve işbirlikçi egemen sınıfların etki alanına giren ve 1990 öncesi ABD güdümlü Türk-İslam Sentezi olarak şekillenen gerici milliyetçiliğin yeni tipte bir versiyonu diyebiliriz. Sanırım, Atatürk’ün devrimci milliyetçiliğine karşı bu gerici milliyetçi çizginin klasikleşmiş örneğini Bahçeli’nin MHP’si oluşturuyor.

Bu bilgiler ışığında, Mustafa Kemal’in emperyalizm ve kapitalizmi birlikte hedef alan bağımsızlık ilkesini, çağın güncel olguları bağlamında daha bütünsel bir bakışla ve yeniden yorumlamak gerekli hale geliyor. Böylece mali sermayenin ekonomi-politikası olarak emperyalizmin, ortaçağın haraççı ve sömürgeci sistemlerinin yayılmacı ve işgalci siyasetlerine ek ve onlardan farklı olarak, aynı zamanda içsel ekonomik sömürü ve kültürel boyun eğdirme niteliği de taşıdığını vurgulamak istiyoruz. Şimdi tezimizi ve gerekçelerimizi biraz daha ayrıntılı sıralayalım.

***

Bir: Antiemperyalizm ve bunun karşılığı olan Atatürk’ün Milliyetçilik ilkesi ve vatanseverlik, devrimciliğin biricik ilkesi değil, birincil ilkesidir. Çünkü devrimcilik, çağımızda, ezilen bir ülkede, emperyalist siyasetlerinden bağımsız olarak, ulusal ve toplumsal iki temel bileşeni içermek zorundadır. Yani, bunun daha açık ifadesi, ulusal bağımsızlık olarak antiemperyalizm, içeride ise bunun tamamlayıcısı anti feodalizm, yani ortaçağın ekonomik, siyasal ve kültürel kurumlarına karşı mücadele devrimciliğin vazgeçilmez koşullarıdır. Bu mücadelenin hangi toplumsal sınıf ve güçlerle ve nasıl başarılacağının yanıtı ise, halk sınıflarına dayanan bir iktidarı amaçlamayı içerir.

Başka deyişle, yukarıdaki esaslar, ezilen bir dünya ülkesi olan Türkiye’de, teori ve pratiğiyle devrimciliğin, sosyalistliğin üç vaz geçilmez ayağını oluşturur: Antiemperyalizm, antifeodalizm ve emekçi sınıfların iktidarını savunma. Bütün devrimci program, strateji ve siyasetler bu üç ayakla bağlantılıdır, bunlardan onay almak zorundadır. Güncel, orta veya uzun vadeli bütün taktik ve siyasetler, bu üç ayağın, üç ilkenin bütünselliğinde onaylanmak zorundadır. Bu ilkesel ilişki, aynı zamanda devrimci teori ile eylem arasındaki uyumun ve tutarlılığın estetik-sanatsal niteliğini de gösterir ki, kitleleri kucaklamanın ve başarının sırrı buradadır. Çünkü devrimci siyaset, bilim/hakikat, etik ve estetiğin bütünselliğini taşır.

Değilse, şu yaşadığımız süreç ve deneyimlerde gördüğümüz gibi, siyasal İslamın, aydınlanma karşıtlığını içeren ve sınıfsal olarak emperyalist tekelci sermaye ile hiç bir sorunu olmayan, üstelik onunla işbirliği içinde bir sözde Batı karşıtlığını alkışlayan ve onlardan daha ileri adımlar bekleyen bir ham hayale ve yanılgıya düşeriz, düşülmüştür de. Meşhur özdeyişte belirtildiği gibi “Papazın kucağına oturup papazın sakalını yolmakla yetinmeyi” kimse yemiyor artık. Hele papazın kucağında oturanların gölgesinde devrimcilik yapmak, dostlar başına!…

Burada “birincil” ile “biricik” arasında çok önemli bir fark vardır. Emperyalizmi birincil ya da esas hedef almak, ikincil ya da, yukarıdaki anlayışın yaptığı gibi, tali olan iç dinamikleri, toplumsal sorun ve hedefleri yok saymak veya görmezden gelmek anlamına gelmez. Aksine, günümüz Türkiye’sinde çok çarpıcı ve öğretici bir şekilde yaşandığı gibi, ABD, bütün dünyada “vekalet savaşları”yla yaptığı gibi, açık bir dış müdahaleden çok içerideki piyonlarını kullanarak iç çatışmalar ve kargaşalıklar yaratarak, toplumu kamplaştırarak egemenliğini sürdürmeye çalışmaktadır. İç çatışmalar ve kamplaşmalardan beslenme proje ve tertiplerine karşı direnmenin koşulu da, elbette, antiemperyalist mücadele ilkesinden kopmadan, kitlelerin somut ve temel ekonomik-toplumsal talep ve sorunlarını çözerek onların güvenini kazanmak ve böylece ulusal gönül birliğini sağlamaktan geçmektedir. Böylece lafta değil gerçekte bir antiemperyalist mücadelenin anlamı, halkın ekonomik, toplumsal, hukuki, kültürel sorunlarını, ulusal bütünlüğü sağlama amaçlı geniş bir iç cephe ve iç barış temelinde, sınıfsal mücadele ile uzlaşmayı birlikte sürdüren yöntem ve siyasetler izlemek demektir.

Antiemperyalizmi, Atlantik sistemine karşı mücadeleyi devrimciliğin biricik koşulu kabul edilmesi ise, pratikte kaçınılmaz olarak, iktidardaki sahte Bat karşıtı, üstelik Kemalist Cumhuriyeti tasfiye etmeyi amaçlayan ve emperyalizme en büyük desteği veren ortaçağ gericiliğiyle, emperyalizm uzantısı tarikatlarla ve mafyatik sınıflarla işbirliğini getirir ve getirmiştir. Bu da, onların toplumu kutuplaştırarak, gelir adaletsizliğini uçurumlaştırarak, adalet duygusunu yok ederek, Atatürk ilkeleriyle sağlanan iç barışın, ulusal/milli birliğin dayandığı temelleri dinamitlemesine sessiz kalmayı, hatta zımnen onaylamayı getirir ve getirmiştir. Kısacası, devrimciliğin diğer iki ayağını ihmal eden, hatta günlük siyasetten dışlayan tek ayaklı antiemperyalizm, -ya da Altı Ok’tan tamamen kopartılmış milliyetçilik- pratikte, nesnel olarak, dönüp dolaşıp emperyalizm işbirlikçiliğine ve teslimiyete varır ve varmıştır.

Özetle, Türkiye özgünlüğünde, halkın yüzde doksanını ilgilendiren toplumsal nitelikte mücadelelerden uzak durarak emperyalizme karşı direnilemeyeceği yer çekimi yasası kadar tartışmasız bir toplumsal yasadır. Daha genel ve evrensel bir yasa olarak ifade edersek, ulusal devrim toplumsal bir devrimle birleşme ve tamamlanma strateji ve siyasetlerinden kopuk olduğu sürece, yarı yolda kalmaya, başarısızlığa ve yenilmeye mahkumdur. 100 yıllık Kemalist Devrim deneyiminden çıkarılacak belki de en büyük ders budur.

***

İki: Sadece ABD’nin güncel, taktiksel siyasetleriyle sınırlı, çoğu sadece söylem düzeyde, günü kurtarmacı ve kitlelerin gazını almaya dönük karşı çıkışlar, cafcaflı, gösterişli eleştiriler, antiemperyalist tavrın ve mücadelenin, bunun sonucu emperyalist sistemden kopma kararlılığının asla ölçütü olamaz. ABD ve AB emperyalizmine karşı tutarlı, ilkeli tavrın temel ölçütü, emperyalist sistemin merkezi silahlı örgütü olan ve tamamen ABD’nin güdümündeki NATO’ya karşı çıkmak ve Türkiye’nin NATO’dan temelli çıkmasını açıkça savunmaktır.

Oysa, en son TBMM’deki Finlandiya’nın NATO’ya girişini onaylayan tavırlarda görüldüğü gibi, ne bütün sözde ABD ve Batı karşıtlığı palavralarına rağmen Cumhur İttifakından ne de Millet İttifakından tek bir hayır diyen çıktı; bu siyasal nitelkleriyle çıkması da mümkün değildi. Diğer yandan, sosyalist ve devrimci simgeleri, değerleri kullanan, yeri geldiğinde antiemperyalist laflar etmekten de çekinmeyen HDP milletvekillerinin bir kez daha Amerikancılıkları kanıtlandı ve bunu yadırgamadık. Ama en vahimi, kendine sosyalist olarak tanımlayan TİP milletvekillerinin bu NATO’cu operasyona hayır diyememeleri sol adına, sosyalistlik adına asla kabul edilemez ve fazlasıyla düşündürücüdür. Bu tutum, ancak PKK kuyrukçuluğundan, PKK/HDP gölgesinde sosyalistlik taslamalarından, dolayısıyla antiemperyalizm laflarının içi boş ve sahte bir gösteri olmasından başka bir nedene bağlanamaz.

Oysa, ister Marks ve Engels’in, isterse Lenin, Mao, Kastro vb’nin düşünce ve eylemlerine başvurun, ülkesinin bağımsızlığını program ve eylemlerinin en başına koymayan bir sosyalist asla o kimliği hakkıyla temsil ettiğini söyleyemez. Çünkü tam bağımsız olmayan bir ülkede, emperyalist sistemin dışına çıkan, emperyalizmin denetim ve hegemonyasından bağımsız ve egemen bir iktidar kurulamaz. NATO’ya karşı çıkış, emperyalist sistemden kurtuluşun, dolayısıyla Atatürk’ün çok derinden kavradığı gibi kapitalizmden sosyalizme devrimci geçişin de anahtarıdır. Şunu da belirtelim, bu oylamada da görüldüğü gibi, bütün eylemlerine ve söylemlerindeki samimiyetsizliğe, ikiyüzlülüğe baktığımızda tam bir demagojik hokkabazlıkla NATO’dan çıkmaktan dem vuran Bahçeli’nin ne kadar samimi (!) olduğunu tartışmaya bile gerek yok.

***

Üç: Antiemperyalizmin ekonomik programı, vazgeçilmez ekonomik koşulu, planlı devletçiliktir. 20. yüzyıl boyunca ezilen ulusların yaşadığı en büyük deneyimlerden biri, kamucu bir ekonomi olmadan liberal, piyasacı emperyalist sisteme asla direnilemeyeceği gerçeğidir. Bunun en öğretici kanıtı, Türkiye’den çok sonra 1950’lerde ve Kemalist modeli örnek alarak uygulamaya koyan özellikle Çin ve Hindistan gibi ülkeler, bunda ısrara ettikleri için dünyanın en güçlü ekonomileri oldular. Ama onlardan çok daha önce bu süreci başlatan ve 80’lere kadar onların ilerisinde olan Türkiye 1980’lerden itibaren planlı devletçiliği terk ettiği için bugün ekonomik bir çöküntü süreci yaşıyor.

Üstelik bu yıkım süreci, biraz da bile bile, ne yapıp edip Kemalizmi yıkmak için emperyalizmle işbirliği yapılarak gerçekleştirildi. Oysa 1930’ların deneyimini, 1945’lerden sonra ABD oyunlarını yeterince bilenler, ABD-İngiliz blokunun Türkiye’de devletçiliği, dolayıyla sanayileşmeyi baltalamak için ne büyük fırıldaklar çevirdiğini de anımsar. Üstelik 1930’larda Atatürk, İnönü, M. Esat Bozkurt, C. Bayar, F. Rıfkı Atay, başta Cumhuriyetin önder kadrolarının liberalizmin emperyalizm demek olduğunu döne döne vurguladıkları da bilinir.

Ne acıdır ki, piyasacılık çoktan iflas ettiği, bunu Batılı bir çok birikimli, namuslu ekonomist dile getirdiği halde, ne Cumhur ne de Millet ittifakından hiç bir partinin, bu gerçeği kavradığını, program ve siyasetlerine yansıttığını gösteren en küçük bir çabanın olmamasını hayretle ve ibretle izlemekteyiz. Bu gaflet ve aymazlık, şu yaşanan seçim öncesi ve sonrası süreçte bilinçlere kazınması gereken en önemli ulusal sorunumuzdur.

Bu açıdan, önümüzdeki seçimi kim kazanırsa kazansın, mevcut iktidar adayı partilerde Türkiye’deki toplumsal, siyasal ve kültürel krizin en önemli unsuru olan ekonomik çöküntüye gerçekçi ve kalıcı çözümlerle son verecek bir program ve siyaset görülmüyor. Çünkü bu derin krizden çıkışın biricik yolu, neoliberal serbest piyasacı sistemi terk etmek ve planlı devletçiliğe yönelmektir.

Nereden bakılırsa bakılsın, Bilimsel Sosyalistlerin 150 yıldır döne döne haykırdığı maddi koşulların, ekonominin (ve de tarımın) bütün toplumsal, siyasal, kültürel sorunların çözülmesinde tayin edici olduğunu kafamızı duvarlara vura vura öğreniyoruz. Ve hepsi de çok önemli olan demokrasi, özgürlük, adalet, gelir dağılımındaki büyük adaletsizlik, ucube başkanlık sistemi gibi bütü diğer konulardaki çözüm önerileri ne kadar doğru olursa olsun iş gelip ekonomiye dayanmıyor mu? Buradaki sistem tercihinin (Hemen belirtelim; “başkanlık” ve “parlamenter sistem” ayrımları yanıltıcıdır, sahtedir; çünkü ikisi de emperyalizmin uzantısı, piyasacı-neoliberal ve Atatürk ilkeleri karşıtıdır. ikisi de kapitalist sistem içindedir) aynı zamanda ülkenin emperyalizme karşı tam bağımsızlığının da güvencesi olduğunu daha hâlâ anlamayan var mı?…

***

Dört: Bütün yollar devrime çıkıyor. Türk Devriminin maddi ve manevi enerjisi, kuvvetleri, izleyeceği yol ve yöntemler, ikisi de emperyalist sistemin uzantısı olan ve Türk halkının “kırk katır mı, kırk satır mı” seçeneklerine mahkum edildiği sandığa kilitlenmiş bir seçimden çıkmayacaktır. Aksine sandık demokrasisi, Türk Devriminin enerjisini ve dinamiklerini bastıran, körelten, yanılgılar içinde boğan bir rol oynamaktadır. Devrimin enerjisi ve kaçınılmazlığı bilinci, yanılgıların daha kapsamlı ve derin bilincine varılacağı 14 Mayıs sonrası süreçte, gerçeğin daha bütünsel kavrandığı öğretici deyimlerden çıkacaktır. Yarım bırakılan Kemalist Devrim’in tamamlandığı bir devrim sürecinin yaşanması, ulus olarak bütün iyimserlik ve umutlarımızın ete-kemiğe bürünmesi anlamında kaçınılmazdır.

Yalanla hakikatin ayırdedilemez olduğu, günübirlik tüketilen gösterişli şişirme, laflarla halkın aptallaştırıldığı, Kafdağından kar bağışlarcasına bol keseden günü kurtarmacı ve seçmen avcılığına dayanan vaadlerin ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemden geçiyoruz. Hakaretlere cevap içerikli laf yetiştirmelere indirgenmiş bu toz-duman ortamı dağılıp ortalık biraz sakinleştiğinde belki daha soğukkanlı düşünülecektir. Akıl tanrısı Minerva’nın baykuşu gece karanlığında ötermiş. Ve asıl o zaman, siyasal, ekonomik, kültürel bütün güncel sorunların temelinde, kökeninde yatan, buzdağının görünmeyen yanını oluşturan ana sorunlar ve çözümlerine ilişkin düşünme ve tartışma daha yakıcı olarak kendini hissettirecektir.

Seçimde bir çok insanın tercihi için, elbette çok önemli olan, Cumhuriyetin kurucu ana ilkelerinin işlevsizleştirilmeye çalışılması ve bozulan toplumsal, siyasal dengelerinin tekrar sağlanması; Türkiye’nin bağımsızlığı ve egemenliğiyle uyumlu saygın bir dış politika, kuvvetler ayrılığı, Meclis egemenliği, demokrasi ve özgürlükler, adalet, liyakat vb ilkelerinin uygulanır hale gelmesi ve milyonların açlık sınırındaki sefaletine adil ve insanca bir çözüm getirilmesi vb tayin edici olacaktır. Ama en az bunlar kadar önemli ve tayin edici olan, emperyalizm güdümlü terör ve bölücülüğe karşı duruş da ülkenin bağımsızlığı ve bütünlüğü açısından kitlelerin tercihini belirleyecektir. Cumhur ve Millet ittifakları arasında yapay ve söylemsel düzeyde bir kamplaşma görünümü veren ikilemin aşılması ve ulusun birliğini ve iç barışı sağlayacak taleplerinin etkili olması, biraz da seçmen kitlelerin, belki de Cumhuriyet tarihimizde en çok ihtiyaç olan akıllı, bilinçli ve basiretli (uzağı gören) tercihiyle gerçekleşecektir.

“Kırk katır mı, kırk satır mı” seçeneklerinden hangisinin iktidar olması daha ehveni şerdir sorusunun yanıtı, yukarıdaki tabloda mevcuttur. Aynı zamanda bu, Kemalist Devrimi tamamlama görevini gerçekleştirecek bir kuvvet yaratmanın maddi ve manevi iklimini oluşturacak, halkın, gençliğin umut ve iyimserliğini, kendine güven duygusunu yükseltecek koşulların oluşmasının da koşuludur.

Mehmet Ulusoy

Nisan 2023

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.