Türkiye’de mizah ve espri kültürü en silik, en düzeysiz ve sığ dönemini yaşıyor. Oysa toplumun yaşadığı bunca drametik olaylar tablosunda tam tersi olmalıydı. 150 yıllık çağdaşlaşma tarihimizde, mizah sanatının, mizahi..
Türkiye’de mizah ve espri kültürü en silik, en düzeysiz ve sığ dönemini yaşıyor. Oysa toplumun yaşadığı bunca drametik olaylar tablosunda tam tersi olmalıydı. 150 yıllık çağdaşlaşma tarihimizde, mizah sanatının, mizahi eleştirinin belki de en verimli ve etkili olması gereken dönemini yaşıyoruz. Geçmişten çok iyi biliyoruz ki, en baskıcı ve karanlık dönemleri Türk halkı, aydını ve sanatçısı mizahın gücüyle göğüsledi ve aştı.
Bütün zorbalar, diktatörler, toplumsal gerçekliği ve halkın ruhsal dünyasını, duyarlılıklarını hiçe sayanlar, mizahın ipeksi incelikteki ama derinlere inen keskin kılıcı karşısında maskara olmak ve teslim bayrağını çekmek zorunda kalmışlar ve yenilmişlerdir. O halde bugünkü perişanlığın, etkisizliğin gerisindeki sorun nedir, ne olabilir?
Sorunun kaynağı, siyasal iktidarın sindirme, yıldırma gücü olabilir mi? Kesinlikle hayır. Aksine, yine tarihten biliyoruz ki, bütün baskıcı uygulamalar, sindirmeler, hapse atma tehditleri ve şantajlar, mizahın, onun temel bir ögesi olan ironinin kılıcını bileyen, halkın çok yönlü direnme ruhunu ve bilincini yükselten bir rol oynamışlardır. Üstelik bunlar, mizahın eleştiri ateşinin halka daha hızlı ulaşmasının büyüleyici gücünü taşırlar. O nedenle sorunun asıl kaynağı Cumhuriyetçi, çağdaş Türk aydınında aranmalıdır. Bir yerlerde, mizahın tarihsel ve toplumsal işlevini engelleyen ciddi bozulmalar, yozlaşmalar olduğu kesindir. Ya da ulusal devrimci demokratik ideallere bağlılıkta tıkanma, inançlarda zayıflama, çoraklaşma sözkonusudur. Ulusal devrimci aydın ve sanatçılar açısından son kırk yılın en temel sorunlarından biridir kanımca bu.
25-30 yıldır bu konu, en azından benim kültürel araştırma gündemimin bir köşesinde sıra beklemekte, ama hep ertelenen bir iş olarak bekleyip duruyordu. En gencimizin 1960-70 doğumlu olduğu yaşlı kuşaktan bütün gazete, dergi okuyanlarımız Gırgır’ı ve onun, çağdaş Keloğlan “Avanak Avni” karakterini çok iyi anımsar. Gırgır’ın günlük 1 milyona yaklaşan tirajıyla bir çok gazeteden daha çok sattığını da… Unutulmasın, Türkiye’nin en karanlık, en baskıcı yılları 80’lerde yaşanıyordu bu mizahi büyük patlama olayı. Neydi bu başarının sırrı?
Daha sonra 90’larda adım adım onun yerini alan Leman ve bu kulvarda ekmek yiyen bir çok mizah dergisi, Gırgır’ın mirasından yararlandılar, ama o büyüleyici etkiyi asla yaratamadılar. Üstelik karşıt yönde bir etkinin, bir kültürel, ahlaki, entelektüel bozulma ve çürümenin taşıyıcısı oldular. Neden?…
***
Son günlerde kültür-sanat alanındaki araştırmalarımda duyumsadığım bir boşlukla ilgili kafamda evirip çevirip doyurucu yanıtlar arayışı içindeyken, 2000’lerin başında yayımlanmış, ama benim atlayıp okuyamadığım, şimdi ikinci baskısı yapılan bir kitapta aradıklarımın bir çoğunu buldum. Ali Şimşek’in “Yeni Orta Sınıf ‘Sinik Stratejiler’” başlıklı kitabı*, 80’lerden bu yana, neoliberal-postmodern kültürün şekillendirdiği, mizah dergileri bağlamında yaşanan kültürel kırılma ve dönüşümleri inceleyen önemli bir çalışma.
Ali Şimşek, neoliberal karşıdevrim olarak nitelediğimiz, 1980’lerden 2000’lere gerçekleşen dönüşümün toplumsal dinamiklerini ana hatlarıyla incelerken bu sürecin tipik, yeni öznesi yuppie’lerin “yeni orta sınıf” olarak karakteristik özelliklerini veriyor. Geleneksel burjuva muhafazakarlığından farklılıklar gösteren, yani “sol”, “yenilikçi”, “ilerici” görünümlü bu yeni muhafazakar sınıfın, piyasacı emperyalist sistemin, neocon’larının bir uzantısı olduğu açıktır. Turgut Özal’dan başlamak üzere, ulusal ekonominin çökertilmesinde, Cumhuriyet kurumlarının ve değerlerinin yıkılmasında oynadıkları roller kitapta siyasal ve ekonomik açıdan bir çok yönüyle ele alınıyor.
Ancak, bu “yeni orta sınıf”ın, özellikle kültür ve sanat alanındaki yıkıcı; kitsch’leştirici, bayağılaştırıcı ve ulusal/toplumsal sorunlar karşısında duyarsızlaştırıcı rolü yeterince ele alınıp tartışılmadı kanımca. Diğer yandan, küreselci neoliberal-muhafazakar (ılımlı İslam) ittifakına dayanan yandaş-holding medyası ve eklentileri bu konudaki haklı eleştiri ve tavırların geniş kitlelere ulaşmasını bilinçli olarak engelledi. Kitap, bu alanla ilgili, popüler mizah dergilerinde yansıyan, bozulma ve başkalaşmaya odaklı değerlendirmeleriyle, karşıdevrim tablosunun açıklanmasında önemli bir kültürel boyutu sergiliyor.
Batı’da Yuppie’lik olarak adlandırılan yeni orta sınıf, Nietzsche’nin “üstün insan” kuramıyla bağlantılı olarak estetize edilen, kurtlaşmış, aç gözlü girişimciliği, “çağ ve sınıf atlama”yı, kamucu ve eşitlikçi değerleri küçümsemeyi, günübirlik ve hızlı yaşamayı, “bilgi toplumu”nu, ulusal çitleri yıkmayı ve dünyaya açılmayı, yeri geldiğinde hukuk tanımazlığı, yani kuralsızlığı vaazeden neoliberalizmin altın çocuğudur. 1960-70’lerin baskın eğilimini oluşturan toplumcu, ulusalcı aydını için horlanan, küçümsenen bir kişilik ve davranıştı yuppielik. Bizim ülkemizde, özellikle 80’lerden sonra, Amerikan emperyalist kültürü ile dizayn edilmiş, çoğu devrimcilikten dönme, piyasacılığın bu aç gözlü “zeki ve parlak çocuğu, ortaçağ gericiliği ile birleşerek, kamuculuk ve ulusalcılık karşıtı “yeni” bir kültür oluşturmaya girişti. “Bir taraftan da gençliğin, başarının, kariyerin, ‘pırıltılı’ yüzüne, ebeveynler açısından çocukları için ‘beyaz gömlekli, jöleli’ özenilecek bir model…” olarak parlatıldı (s.49).
1980’lerde piyasacılığın, açgözlü bireyciliğin, yağmanın, kurtlaşmanın dizginleri boşandırılmış olsa da henüz toplumcu değerler ve umutlar yüksekti. Gırgır dergisi, gerek içeriği ve gerekse kitlesel yüksek satış rakamıyla bu toplumcu tavrı yansıtıyordu. Ali Şimşek’in de vurguladığı gibi, “Gırgır, ‘küçük insan’ diyebileceğimiz, sinemada Kemal Sunal’a (daha politik düzlemde Yılmaz Güney’e) denk düşen, halktan, güçsüz ama zeki, ekonomik sıkıntılarla boğuşan, işsiz, memur, küçük esnaf ve çoğu zaman erkek bir tipin bakışıyla hayata eleşirel yorumlar getirmiştir. Gerçek hayatta o kadar güçlü olmasa da ‘küçük adam’ Gırgır’ın sarı sayfalarında pahalılığa, kara borsacıya, kazıkçı bakkala, başta Dallas olmak üzere yabancı (ecnebi) televizyon dizilerine, zam vermeyen iş adamına “gol atabiliyordu” (s.94).
***
1940’lar ve 50’lerdeki gibi ağır baskı koşullarında hep öne çıkan bir mücadele biçimi ve üslubu olarak mizah, 80’lerde de en gelişkin ve etkili dönemini yaşadı. Ayrıca şunu da özellikle vurgulamak gerekir: Bu yüksek başarı ve etkinin gerisinde yüksek bir estetik-sanatsal nitelik yatıyordu. Ancak bu heyecan ve dirilik, 1990’larda Sovyetlerin dağılması ile birlikte ilerici, aydın ve sanatçı çevrelerde ciddi bir karamsarlıkla, toplumcu, sosyalist ideallerde inançsızlıkla gölgelendi. Aynı zamanda bu, emperyalist merkezlerin neoliberal küreselci projelerini çok yönlü ve pervasızca uygulamalarının önünü açtı. Sonuçta, “Gırgır’ın sevimli, adı olumsuz ama kendisi olumlu (Utanmaz Adam, Avanak Avni, Zalim Şevki vb.) ‘taramasız’ temiz çizgisi, Leman dergisinde grotesk [acayip, tuhaf -MU], sivri, karmaşık, itici ‘fazla taramalı’ bir çizgiye yerini bırakacak; sadece adı değil, kendi de ‘kötü kahraman’ı gerçekte mizaha sokacaktır” (s. 96).
Bütün ‘özgüven’ hayali ve olumsuzluklarıyla dünyaya “bakan” ya da ‘baktırılan’, yani özneleştirilerek yüceltilen “küçük insan”, 90’larda “bakılan”, özne olmaktan çıkarılan ve nesneleştirilen, yani aşağılanan, horlanan, dalga geçilen “küçük adam”a dönüşecektir. Onun emekçi, halk olmasının, ulus olmasının bir değeri yoktu artık, çünkü, yükselen tüketim toplumu ve kültüründe emek en yüce değer olmaktan çıkmıştı. Şimdi en yüce değer paraydı, zenginlikti, ister hırsızlık, ister yalakalık hangi yolla elde edilirse edilsin, ekonomik güç sahibi olmaktı, yiyip içerek günü yaşamaktı. “1990’ların en büyük kırılması budur. Gol atan küçük adam artık gol yemeye başlayacaktır.”
Gırgır’dan Leman’a geçiş ve dönüşüm, Türk aydın ve sanatçısının küresel efendilerce tesli alınma sürecidir aynı zamanda. Ezilenin, emekçinin penceresinden, onun halk mizahının zengin kaynaklarından yararlanarak dünyaya ve Türkiye’ye bakış ve yorumlayış, giderek neoliberal, piyasacı dönüşümle birlikte tersine çevrilmiştir. “Daha önce mahalle ve küçük insanın ‘bakan’ ana aktör olduğu, dayanışma, dostluk, vefa gibi etik temellerden yola çıkan, bazen bir ‘sınıfsızlık’ ütopyasına da sahip bir anlayıştan, mahallelinin kendisinin ‘başkası’nın gözünden mizah ve ironi nesnesi olduğu, alt sınıfların ya da 1990’lı yılların gözde tanımlamasıyla yurdum insanı olarak ‘bakılan’ olduğu bir anlayışa geçiş”tir sözkonusu olan (s.137).
Bu sürecin tayin edici olgusu, neoliberalizmin, sosyalizme ve Kemalizme, kamuculuğa ve ulusçuluğa olan inanç ve bağlılığını yitirmiş geniş bir solcu aydın ve sanatçı çevreyi devşirip, medya, reklam, pazarlama, uluslararası ilişkiler vb sektörleri üzerinden yüksek maaş ve şöhret iksiriyle tütsüleyip hadımlaştırması ve teslim almasıdır. Leman dergisi de, yükselen alçaklaşma dalgasının tam ortasında yelken açıyordu, yelkenini bu alçaklaşma, dönekleşme rüzgarıyla dolduruyordu. Çoğu “daha çok alt orta sınıf çocuklarından oluşan, üniversite mezunu, küresel eğilimli ve daha çok hizmet sektörü çalışanı, beyaz yakalı yeni orta sınıfın kültürel sermayesini üreten en önemli kaynak oluyor. Ayrıca Türkiye popüler kültürünü hâlâ belirleyen ve komedi filmlerinin kodlarını oluşturan yurdum insanı, parodi Türklük, maganda ve zonta gibi sıfatlar bu dergi tarafından üretilmiş ve olgunlaştırılmıştır” (s.156).
Burada, neoliberal postmodern kültürün bazı temel ve tipik kavramlarından sözetmeliyiz. 90 sonrası küreselci kültür operasyonunda, “mahalleli” emekçi sınıfları, ezilenleri ve Türk milletini nesneleştirip alaya alma ve horlamanın anahtar estetik kavramları ya da üsluplarını oluşturan, postmodernizmin tipik ögeleri parodi, ironi ve sinizm (inançsızlık)/ kinizm (kayıtsızlık, vurdumduymazlık) başat düşünce ve davranış biçimleri olarak öne çıkmaktadır. Çünkü gerek mizah alanında, gerekse başta sinema ve diğer sanat-edebiyat alanlarında neoliberalizmin devşirdiği aydın ve sanatçı tipleri toplumsal ve ulusal değer ve ideallere inançlarını yitirmiş liboşlardan oluşmaktadır.
Dönek solculuğun, kendini meşrulaştırma felsefesi olarak benimsediği ve sanat-edebiyatta yaygın olarak işlediği, insani ve toplumsal idealler ve duyarlılıklar karşısında gösterilen sinik ve kinik tavırlar, bir çürüme kültürünün belirtileri olarak bugün de oldukça etkilidir. Sosyalizme, toplumsal bir devrimle yeni bir dünya kurmaya inancını yitirmiş ama kapitalizmi de açık açık savunamayan sözde ve sahte arada kalmışlıktır, bireyci, bencil bir mevziye çekilmektir sözkonusu olan.
“Sinizm, yanlışlığını bilen ve bundan haz alan bir inançsızlık halidir. Belki de dünya tarihinde bu duygunun baskın olduğu nadir zamanlar yaşıyoruz.” O dönemleri yaşayanlar bilir; bu ruhunu satmış, bozulmuş ve yozlaşmış aydın tipi, aynı çevrelerden bir yazarın “tecavüzü önleyemiyorsan haz almaya bak!” düsturuyla özetlediği tecavüzcüsüne, başka deyişle hadım edicisine aşık olma ilkesini benimseyip, “döneklik”, “hainlik” suçlamalarını “ben döneğim” “ben hainim” diyerek meşrulaştıran bir tavırla karşılıyorlardı.
Döneklik, hainlik, yalakalık, emperyalizmin hizmetine girmek, alçaklığından zevk duyan, haz alan bu soytarılaşmış pespaye karaktere göre utanılacak, ayıplanacak, saklanacak bir davranış değildir. Çünkü dayandıkları küreselci ideolojinin “özgürlük“, “demokrasi” ve “inanılmaz” zenginlik hayalleriyle sarhoş olmuşlardı. Yepyeni bir çağa giriliyordu!.. Bu sahtelikler ve yalanlar çağının budalalaştırılmış bireyi için, geçmiş, gelecek, insanlık, toplum, iyi-kötü, doğru-yanlış, haklı-haksız vb’nin hiç bir anlamı yoktur. Yapılacak tek şey, kaygısızca günü yaşamaktır. Bu arada toplumsal, insani değer ve ideallerle alay ederek eğlenmeye bakmaktır. “Alaysılık ve kaygısızlıkla büyük bir lezzet üreten sinizm, (…) 2000’lere kadar fazlasıyla tuzu kuru ve dışlayıcı işlemişti. (…) 1990’lar ‘kültür patlaması’ yıllarıydı; sınıfsal olan her şey kültürelleştirilerek buharlaşıyordu” (s.24). Kültürelleşme ise, gerçek anlamda bir kültür-sanata önem verme olayı değildi kuşkusuz; aksine, sınıfsal çatışmanın baypas edilerek etnik, dinsel, cemaatsal kimlik çatışmalarının öne çıkarıldığı ortaçağ kültürüne dönüş sözkonusuydu.
Devam edecek!
Mehmet Ulusoy
Nisan 2021
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.