Ahlakçılık Gösterisinde Sırıtan Ahlaksızlık

Her ahlak gösterisinin arkasında mutlaka bastırılan, gizlenmek istenen bir ahlaki sorun yatar. Doğanın, insan doğasının, ruhsal dünyasının temel bir yasasıdır; bir kusuru, suçu, kötü niyeti gizlemek isteyen, genellikle tam karşıt..

Ahlakçılık Gösterisinde Sırıtan Ahlaksızlık
Yayınlanma: Güncelleme: 34 okuma

Her ahlak gösterisinin arkasında mutlaka bastırılan, gizlenmek istenen bir ahlaki sorun yatar. Doğanın, insan doğasının, ruhsal dünyasının temel bir yasasıdır; bir kusuru, suçu, kötü niyeti gizlemek isteyen, genellikle tam karşıt ve abartılı söylem ve davranışlarda bulunur.

Türk milletine, Türk kimliğine dünya çapında ve en üst düzeyde, Avrupa voleybol şampiyonluğuyla onur ve saygınlık kazandıran, ulusal gururumuz, A Milli Kadın Voleybol Takımımız, Filenin Sultanları “ahlaksızlık” yaftasıyla yobaz saldırılara uğruyor. Takımın parlak oyuncusu Ebrar Karakurt’un yaşam tarzı, cinsel eğilimi tartışma konusu yapılarak bu rezil saldırı daha da iğrenç bir mecraya taşınıyor. “Profesör” unvanlı Ebubekir Sofuoğlu isimli bir zat, Atatürk’ün bir sözünün alamını ve amacını çarpıtarak “Hani sporcunun zeki, çevik, ahlaklı olması önemliydi? Lezbiyenlik ahlaklılık mıdır? Yavrularımızı tehdit eden lezbiyenliğe bulaşmış bir kupayı reddediyorum” diyebiliyor.

Melih Gökçek adlı laf ebeliği ve şarlatanlığı tescillenmiş şahıs da Karakurt’un, “Boş yapma Abdülhamid” yanıtına gönderme yaparak “Sen milli takıma layık olmayan bir LGBT’lisin. Abdülhamid’e saldırdığına göre senin kökünü araştırmak gerek. Atın bunu milli takımdan. Milli takıma leke düşmesin” küstahlığında bulunuyor. Gökçek’in, “Abdülhamit” ile kimin kastedildiğini kolayca öğrenebileceği halde, sözü saptırarak padişah II. Abdülhamit’e bağlaması, derdinin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu gösteriyor.

Dahası, “Ehli Sünnet Alimler Birliği” adlı bir grup da, kadınların voleybol oynamasının dini ve nesli bozan bir faaliyet olduğunu, takımın başarısının övülerek kutlanmasının caiz olmadığını iddia ederek “şeriat” raconu kesiyor. Kadınların özgürleşmesini ve her alanda erkeklerle eşit yurttaşlar olmasını sağlayan Laik Atatürk Cumhuriyetinin yeminli düşmanları olarak dinci yobazlık, bütün kinini kusmuş, karanlık, fesat niyetini ortaya koymuş oldu.

Bu karşı çıkış ve karalamaların arkasındaki kirlenmiş vicdana, niyet ve amaca baktığımızda, dini inanç ve değerlerin şeytani bir yorumunu görmekteyiz. Sahte, ikiyüzlü bir dini atmosfer yaratılarak topluma şeriatçı bir ayar verilmek istenmektedir. Çok iyi bildiğimiz gibi, şeytan en kutsal değerleri kullanarak, onların arkasına saklanarak aldatır insanları. Şeytanlaşmış bir dincilik, en büyük ahlaksızlığı en ahlaklı davranış olarak gösterme marifetine sahiptir.

Türk milleti olarak büyük gururumuz Atatürk’ün Kızlarını kutlayan Sayın Cumhurbaşkanı ve iktidat çevresinin ise, bu saldırılara karşı ciddi hiç bir şey yapmadığı görülüyor. Özellikle resmi haber ajansı AA’nın, röportajlarında Ebrar ve Melisa Vargas’a mikrofon tutmayarak dışladığı düşünülürse, iktidar adına yapılan kutlamaların samimi olmadığı gibi el altından saldırıların desteklendiği söylenebilir.

***

Yakıcı sorun şudur: Nedir ahlaklı olan? Ebrar’ın deyişiyle “Savaşarak kazanılan” ve kahramanlık düzeyinde yüksek değere sahip milli bir görevi, ulusal bir mücadeleyi, kişisel hiç bir sorununu, zaafını, farklılığını ya da kompleksini öne çıkarmaksızın, büyük bir irade, kararlılıkla, deyim yerindeyse tırnakla sökerek ve ilmek ilmek örerek yerine getiren Ebrar ve arkadaşları mıdır ahlaklı olan?.. Yoksa bu kahramanın, doğuştan, kendi tercihi olmayan bir özelliğini, özel yaşam tarzını, kişiliğini bahane edip ulusal zaferi sözüm ona “ahlak” adına karalamak mıdır?

Bu yapılan, en başta vatansever Türk milletine saygısızlık ve hakaret değil midir? Ya da en yüksek ahlaklılık ölçütü, vatanı ve ulusu için en büyük fedakarlığı göstermek değil de nedir?Gerçek İslamın özünün, ruhunun da emrettiği bu değil midir? Yoksa İslamı, dar bir fanatik yobaz kesimin, Kuran ve dindarlığın ruhuyla ilgisi olmayan keyfi ve fesatça yorumu mudur en yüksek ahlaklılık ölçütü?

Kahraman her zaman sadece işgalci düşmana karşı silahıyla savaşan askerden ibaret değildir. Ulusun çıkarlarını, güvenliğini ve onurunu koruyan, ulusal birlik ve dayanışmayı yükselten en az silahlı savaş kadar önemli başka mücadele ve savaş biçimleri de vardır. Örneğin bilim, sanat ve spor alanlarındaki dünya çapındaki yarışmalar, karşılaşmalar gibi. Ulusal kahraman, milleti için, en yüksek özveriyle, yüreğiyle, beyniyle, gerekirse canıyla her türlü bireysel çıkarı, rahatlığı, refahı, lüksü reddederek başarı kazanan ve ulusuna en büyük gururu, manevi mutluluğu yaşatan değil midir?

Başta ulusal önder Mustafa Kemal Atatürk, edebiyat/şiirde Nazım Hikmet, Aziz Nesin, bilimde Nobel ödüllü Aziz Sancar, olimpiyatlarda altın madalya alan bir çok sporcumuz, müzikte İdil Biret, Suna Kan, Leyla Gencer, Fazıl Say, ulusal kültürümüzü yükseltmede, birlik beraberlik ve dayanışma ruhumuzu pekiştirmede bir çok ekonomik ve siyasal başarıdan daha önemli değil midir? Milleti manevi olarak kenetleyen bu gurur ve kendine güven duygusunun, Kurtuluş Savaşımız dahil bütün savaşları kazanmanın temeli, güvencesi olduğunu kim inkar edebilir? Ama hayır, onlar için bunların bir değeri yok; çünkü onlar, bu Osmanlıcı şeriatçı yobazlar, milletleşmeye, Türk milleti kimliğine, ulusal bir vatana ve tam bağımsızlığa karşıdırlar. Onlar, ulusa ve vatana karşı emperyalizm cephesinde yer alırlar.

Keza, kadın voleybol takımımızın açıkça kazanmasını istemeyen bu karanlık mantığın bir ürünü olarak, çok iyi tanıdığımız “keşke Yunan kazansaydı” diyen Kadir Mısırlıoğlu soyundan bir yobaz da, “milli takımın kaybetmesi en hayırlı olandır” diyebilmekte. Bütün bunlar, Türk vatanına ve Türk milletine karşı birikmiş Osmanlıcı ve Siyasal İslamcı kinin, yeminli düşmanlığın dışa vurumudur.

Evet, tekrar soralım: Çağımızda, 21. yüzyılda nedir ahlaklı olan? Ve nedir en büyük ahlaksızlık? Ahlaklı olmanın tek koşulu İslami şeriata uymak ve dini ibadetlerin riyakarca, biçimsel, gösterişçi bir edayla yapılması mıdır? Dahası dini yobazlığın iddia ettiği gibi vatanını ve ulusunun bağımsızlığını savunmadan da ahlaklı olabilir mi? Ya da tam aksine ahlaklılık, yani vatanseverlik, namusluluk, dürüstlük, mertlik, sözünde durmak, yardımseverlik ve toplumun yararını her zaman bireysel çıkarların üstünde tutmak mıdır? Bütün bunları önemsemeyen, hatta gerçekte karşısına alan bir dindarlık samimi bir dindarlık olabilir mi?

***

Çok açık ki, iki kültür ve iki zihniyet karşı karşıyadır burada. Bir tarafta, İslamın akılcı, insani özünden, evrensel ruhundan tamamen kopmuş, Vahabilikle sistemleşen Bedevi Arap kültürünün bir devamı olan içi boş, şekilci, anlamını ve insaniliğini yitirmiş, bağnazca savunulan bir yobazlık var. Ulusal kimliği, Türk milletini ve Türk vatandaşlığını birincil kimlik olarak kabul etmeyen, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” ilkesine karşı “Egemenlik Allah’ındır” demagojisi yaparak gerçekte “egemenlik şeriatındır” diyen bir zihniyettir bu. Bütün 20. yüzyıl deneyimlerinin kanıtladığı gibi, bu düşüncenin pratikte “egemenlik emperyalizmindir” anlamına geldiğini de çok iyi bilmekteyiz. Ulus yerine ümmeti, yurttaşlık yerine insanın insana kulluğunu dayatan, kısacası laik Türkiye Cumhuriyetine “darül harp”, kurucusu Atatürk’e “deccal” diyen, çağa, bilime ve gerçek İslama düşman bir zihniyet…

Medyada bu gerici saldırıya öncülük eden karanlık düşünce merkezlerinin bu en gözü kara, açık sözlü fanatik tipleri, iktidardaki, Türk milleti, bilim ve laiklik karşıtı Siyasal İslamcılığın siyaset gereği açıkça dillendiremediği, niyetlendikleri nihai amacı açığa vuruyor. O nedenle siyasal iktidar çevrelerinden, yandaş basından bu fanatik, yobaz saldırıya ciddi bir itiraz, eleştiri gelmiyor.

Daha da önemlisi, Atatürk ve ilkelerine karşı çıkarak ne Türkiye’de ne de ezilen başka bir ülkede vatanseverlik, antiemperyalistlik yapılamaz, tam bağımsız, egemen bir ulus olunamaz. Bu katı gerçeği, 20. yüzyıl ve günümüzün bütün deneyimleri tartışmasız kanıtladı. Atatürk ilkelerine ve Türk milletine düşmanlıkla ancak emperyalizme, ABD’ye piyonluk, uşaklık yapılır. Bu çağımızın bir tunç yasasıdır.

Diğer tarafta ise, Filenin Sultanlarının bu ulusal zaferi büyük bir coşkuyla Atatürk ve Cumhuriyetin zaferi olarak kutlayan büyük kitle yer alıyor. Ve kesinlikle inanıyorum ki, bir avuç yobaz dışında bu kesim, toplumun en az yüzde 80’ini oluşturuyor. Düşünce ve inanç farklılıklarını tarihsel ve kültürel geçmişinden getirdiği bir hoşgörü kültürüyle sindirdiği geniş bir yelpazedeki bu Cumhuriyet yurttaşlığı ilke ve değerlerine göre, etnik kökeni, dinsel inancı, cinsel farklılıkları, asla sorgulanamaz, suçlanamaz, dışlanamaz, tartışma konusu yapılamaz.

Üstelik, hele insanların gerek cinsel, gerekse başka fiziksel, ruhsal/psikolojik sorunları asla bir eksiklik, kusur olarak görülüp aşağılama, dışlama konusu yapılamaz. Ebrar üzerinden bunu bir ahlaksızlık sorunu yapanlar, Cumhuriyet kültürü ve çağdaş/insani ahlak anlayışına göre asıl ahlaksızlığın karanlık çukurundadırlar. Çünkü onlara göre, vatan elden gitse de, işgal edilse ve millet köleleşse de, yani en büyük alçalmayı, aşağılanma yaşansa da ibadetini yapabiliyor musun, ahlaklısın demektir!??.. Fesli Kadir’in Müslümanlığı ve köle ahlakı işte budur.

***

İster dinler, ister çağdaş bilimsel ve toplumsal-psikolojik ilkeler açısından özünde vicdan yatan ahlakın üç temel ölçütü vardır; a) bireyin topluma/ulusa karşı sorumluluk duygusu ve bilinci, b) bireyin bireye karşı davranışlarındaki içtenlik ve tutarlılık; özüyle sözünün bir olması ve c) bireyin kendine karşı sorumluluğu, tutarlılığı ve kendi olma olgunluğu. Atatürk’ün Medeni Bilgiler kitabında çağdaş ahlakın esası olarak tanımladığı vatan ve milletseverlik, kişinin hem topluma, hem diğer bireylere hem de kendine karşı sorumlu ve tutarlı davranışının esasını oluşturur. İşte Atatürk’ün kastettiği ahlaklılık budur.

Bu nedenle, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ilkesini benimseyen, her din ve inançtan, İslamın her mezhebinden insanın yaşadığı Laik Türkiye Cumhuriyetinde, ahlakın esasını, dinsel inanç ve kurallara uymakla yetinmek oluşturamaz. Elbette samimi olarak dini ibadetini yaparken vatana ve millete karşı sorumluluğunu da hakkıyla yerine getiren Türk milletinin geniş kitlesini bu tartışmanın dışında tutuyorum.

Kuşkusuz her yurttaş, özel hayatında ikincil bir kimlik, yaşam tarzı ve ahlaki geleneği, kültürel değerler olarak bireysel yaşamında özgürce sürdürebilir. Bütün bu bağlamlar içinde, bugüne kadar yüz yıllık Türkiye Cumhuriyetinde, Zeki Muren, Bülent Ersoy ve benzer özellik taşıyan hiç kimse doğuştan kaynaklı cinsel farklılığından dolayı dışlanmamış ve aşağılanmamıştır. Zeki Müren ve Bülent Ersoy, bazılarının bel altı karalama, dedikodu, fitne ve fesatlarına rağmen, sanatlarıyla hak ettikleri başarıyla orantılı olarak saygı görmüşler, ulusça sevilmişlerdir.

İster kör, ister sağır ve dilsiz, ister topal, ister epileptik, ister tıbben geri zekalı, ister deli, ister eşcinsel, lezbiyen, ister roman, ister zenci olsun… İnsanlığın insan olmanın yüksek erdemlerine ulaştığı ve yüksek bilincine ulaştığı bu çağda, hiç kimse, doğuştan, iradesi dışında sahip olduğu şu veya bu “kusur”, “eksiklik” ya da normal dışı biyolojik özelliklerinden dolayı ayıplanamaz, aşağılanamaz ve ahlaksızlıkla suçlanamaz. Aksine bunu yapanlar, çağın, insanlığın ulaştığı bilgi, bilim, vicdan ve çağdaş ahlaki kavrayış düzeyine ulaşamamışlardır. Bu nedenle zeka özürlüdürler, tıbbın alanına giren bu psikolojik kusurlarını ve cehaletlerini kabul etmedikleri için de hödüktürler. Üstelik bütün bunları da kabul etmeyip hâlâ ikiyüzlü bir küstahlık içinde sahte bir ahlak sopası salladıkları için ahlaksızlığın zirvesindedirler.

Üstelik bu çağda, insanların fiziksek biyolojik kusurları, farklılıkları değildir ahlakın ölçütü. Bunlar teknik,tıbbi önlem ve tedavilerle giderilebilmektedir. Ahlakın esas ölçütü, zihindedir, yürektedir, niyettedir, kısacası vicdan temizliğinde ve topluma, ulusa karşı sorumluluk erdemindedir. Vicdan, yürek temiz, akıl, zeka onunla uyumlu işliyorsa, buradan ahlaksızlık değil, en yüce, en soylu ahlaklılık çıkar. Yobazca takıntılarını ve önyargılarını bir tarafa koyup biraz gerçeği araştırma zahmetine katlansalar, bu olağanüstü güzellikteki insanlık ve ahlak örneklerinin binlercesi ile karşılaşacaklardır.

Doğuştan ve biyolojik olan eşcinsellik, lezbiyenlik, kişinin vicdani ve zihinsel kirlenmesini göstermez asla. Asıl böyle düşünenler, vicdanen ve zihinsel olarak kirlenmiş, yani ahlaksızlaşmış olanlardır. Kendilerinin vicdanı kirli, içten kötü niyetli, fesat ve ahlaksız oldukları için başkalarını da kendileri gibi sanırlar. Bilim düşmanı bu vicdansız yobazlık, sözkonusu doğal cinsel farklılık ile, emperyalist çürüme kültürünün uzantısı olan, bir toplumsal kimlik tercihi olarak benimsenen ve bunu kültürel-siyasal bir örgütlü mücadele konusu yapan LGBT’cileri bilinçli olarak aynılaştırma düzenbazlığına başvurmakta.

Batı’da eşcinsel evliliklerin resmileşmesine kadar varan ve biyolojik bir farklılıktan çok bilinçli kültürel bir tercihe dönüşen ve bizde LGBT olarak bir toplumsal kimlik eylemi olarak ortaya çıkan eşcinsellik, çürüyen emperyalist Batı’nın yeni bir yapay kimlik dayatmasıdır. Yukarıda tartıştığımız kişisel-biyolojik olgu ile neoliberal-postmodern kültürün ürünü olan bu bilinçli tercih arasında, hem kültürel hem de etik olarak dağlar kadar fark vardır.

Türkiye’deki ortaçağ gericiliği, papazın kucağına oturmuş sözde Batı karşıtlığı yaparken bu iki farklı olguyu bilerek birbirine karıştırıyor. Bu yobaz kafa, farkında olsun veya olmasın, kafaları bassın veya basmasın, papaz, yani emperyalizm de bunu istiyor özellikle. Bu tür kimliklerin teorisini yapan neoliberal Postmodern kültür ve sanat, zaten sınıfsal ve ulusal saflaşma ve mücadeleleri etkisizleştirmek amacıyla geliştirildi.

Çünkü emperyalizm, ikisinin de iplerinin kendi elinde olduğu, LGBT’cilerin Batı güdümlü sözde çağdaş, ilerici ve solcuların safında gösterildiği yapay ya da sahte bir ilerici-gerici saflaşmasından yanadır. Bu sahta saflaşmayı derinleştirmek ve pekiştirmek için her türlü iletişim silahını ve yalanı kullanmaktan çekinmiyor. Vatan ve ulus karşıtı yobaz gericiliğin ise, bu silahın en yararlı, kullanışlı elemanı olduğu kesindir.

Sonuç olarak; Türk Devriminin enerjisi ve Türk ulusunun yüksek duyarlılığı, Atatürk’ün kızlarının ve halkımızın gönlünde kazandığı yüksek onur ve saygınlık, ne yobaz saldırıların ne emperyalizm güdümlü ekonomik, kültürel karşıdevrim düzenbazlıklarının başarıya ulaşmasına izin vermeyecektir. Tarihin tekerleği bilimin ve aklın ışığında hızlanarak dönmeye devam ediyor. Öte yanda Marks’ın sözünü ettiği “Devrimin köstebeği”, biz görmesek de, toprağı kazmayı bütün kararlılığıyla sürdürüyor, hem de Avrasya coğrafyasında. Ve ufuktaki, 100 yıl önce olduğu gibi Türk halkının, önündeki bütün karşıdevrimci molozları, küreselci çöplükleri temizleyip Devrimci Cumhuriyeti yeniden kuracağı büyük ayağa kalkışın ve atılım rüzgarlarının öncü kıpırdanışlarını görmekte ve sezmekteyim.

Sözümü, bu yazıyı adadığım Kadın Voleybol Takımımızın kaptanı Eda Erdem’in, bütün gericilerin suratına bir şamar gibi inen, yüksek erdem yüklü şu sözüyle bitiriyorum: “Atatürk’ün sporcu kızları ülkeleri adına kazandıkları başarıyı pazarlık konusu yapmaz. Ne prim ister, ne de başka özel bir şey. 85 milyona yaşattığımız mutluluk bize yeter.”

Mehmet Ulusoy

Eylül 2023

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.