“Bilge güneşi gösterir, budala parmağa bakar!”… Lafı beyniyle değil midesiyle veya bir başka organıyla anlayanlar için ne bilgece bir söz!.. Beyniyle, aklı ve mantığıyla düşünüp anlamaya çalışanlar için ayrıca bir..
“Bilge güneşi gösterir, budala parmağa bakar!”… Lafı beyniyle değil midesiyle veya bir başka organıyla anlayanlar için ne bilgece bir söz!..
Beyniyle, aklı ve mantığıyla düşünüp anlamaya çalışanlar için ayrıca bir yoruma gerek yok sanırım. Sözümüz, düşünme, mantık yürütme yetilerini kullanmayanlara!.. Ya da bu yetiyi hinoğlı hinlik için, bencilce bir düzenbazlık ve hilebazlık için kullananlara elbette.
Onlar sözün özüne, gerçek içeriğine bakmazlar; çünkü gerçeğin derin anlamına, özüne, yani gerçeğe ulaşma diye bir dertleri yoktur. Böyle bir amacı önemseyip, ona ulaşmayı, bir toplumsal sorumluluk, bir ahlak, kişilik sorunu yapacak ne çapları, ne niyetleri, ne de enerjileri vardır. Günü kurtarma adına sözün biçimine, güncel işe yararlığına, kimin söylediğine bakarak demek isteneni şıp diye anlarlar (!)… Anladıkları da lafın görünen, yüzeysel, yani biçimsel içeriğidir. Tıpkı Kuran’ı ve İslamı, sadece sözün kelâmi, zahiri yani yüzeysel biçimiyle anlayıp yorumlayan sahte Müslümanlar gibi.
Eh, bizim de görevimiz, Hz. Ali’nin, “söylenen haktır, doğrudur, ama bununla arzulanan batıldır, şerdir” sözüyle vurguladığı gibi, sözü/söylemi doğru olsa da, niyeti kötü olanların tutarsızlığını, kaypaklığını ya da iki yüzlülüğünü açığa çıkarmaktır. Hakikat kapısındaki yalanlar ve sahteliklerden oluşan pislik yığınını temizlenmeden hakikatler dünyasına girilemez, gerçeğe de ulaşılamaz.
Toplumumuzda çok tartışılan önemli bir sorunun, 21. yüzyıl gerçekliğinde ya da içine girdiğimiz “Asya Çağı”nda ne anlama geldiğine değinmek istiyorum. Bilindiği gibi Atatürk, Türk milletinin önüne, “çağdaş uygarlığa ulaşma, hatta üstüne çıkma” hedefini koymuştu. Peki, 20. yüzyılın başında çağdaş uygarlık düzeyi neydi? Kapitalist-emperyalist Avrupa ve onun maddi ve manevi yaşam değerleri miydi, yoksa daha ileri ve daha evrensel ve insani bir hedef miydi? Üstelik bugün bu hedefin anlam ve içeriği 100 yıl öncesiyle aynı mıdır?
***
Bu konuda iki farklı bakışın ve yorumun olduğunu biliyoruz. Birincisi, sözde, yani sahte Atatürkçülerin, mandacıların ve bilimum işbirlikçi ve gericilerin “Batı’ya yetişme” olarak tanımladıkları Avrupa emperyalizmi ile bütünleşme fikriydi. Atatürk öldükten sonra, siyasal iktidar, Batı’yla bütünleşmeyi savunan mandacıların, yeni Tanzimatçıların eline geçti. İnönü iktidarı, Lozan Antlaşması kadar önemli olan “Türk-Sovyet dostluğu” çizgisini, Atatürk’ün vasiyet niteliğindeki uyarılarına rağmen terk etti. Dolayısıyla o tarihten itibaren çağdaş uygarlık hedefi de, zaten CHP içinde güçlü bir eğilim olarak var olan, Batı işbirlikçisi mandacılar tarafından çarpıtıldı ve kendi çıkarlarına uygun dizayn edildi. Artık “çağdaş uygarlık” Batı’yı, ABD ve AB’yi, hedef de ona yetişmeyi gösteriyordu.
Oysa Atatürk, “çağdaş uygarlık” derken sadece Batı’yı işaret etmiyordu. Daha doğrusu emperyalist, sömürgeci Batı’yı işaret etmiyordu. Onun hedefi, Batı’nın, 19. yüzyıl ulusal devrimci demokratik atılımlarında ifadesini bulan, çağdaş uygarlığın ilkelerini ve ideallerini temsil eden aydınlanma, akılcılık, bilim, özgürlük, eşitlik, demokrasi, insan hakları vb değerlerini benimsemeyi ve hayata geçirmeyi ifade ediyordu. Bu bağlamda, Batı’daki aydınlanmacı ve devrimci değerlerin Doğu’daki devamı olan, “imtiyazsız ve sınıfsız bir topluma” ilerleyişi kucaklayan ve kapitalist-emperyalist sistemden köklü bir kopuşu içeren teori, program ve uygulamalar da sözkonusu hedefin temel bir bileşeniydi. İkinci görüş, işte bu fikri savunan Tam bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve devrimci gerçek Atatürkçülerin görüşüydü.
Onun, yani bilgenin parmağı, çağdaş uygarlığın simgesi olarak güneşi gösteriyordu kuşkusuz, ancak o güneş sadece Avrupa değildi. Hatta Avrupa, Amerika, Asya vb coğrafyalar, ülkeler-devletler hiç değildi; bir yanıyla onların hem içindeydi, hem de ilerisinde ve üstündeydi. Aslında bir bakıma bu simgesel güneş, Atatürk’ün deyişiyle, “Doğu’nun ufkundan yeni doğmakta olan”dı. İnsanlığın eşitlik ve özgürlük ideallerini en ileri düzeyde simgeleştiren çağdaş düşünceler, ilkeler ve uygulamalar bu simgesel güneşte yüklüydü.
Bunları hangi ülkede ve hangi tip topumda ne kadar uygulandığı ikincil bir sorundu. Yani sorun, mevcut Batı ya da Doğu toplumlarından birini tercih sorunu değildi. Ama öte yandan, dünyadaki nesnel gelişmelere bağlı olarak insanlığın ortak özlemlerini gerçekleştirecek dinamiklerin doğru okunmasıyla bağlantılıydı.
Özetle, bu ilke ve değerler, Türk Devriminin arkasından artçı sarsıntı ve depremlerin devam ettiği (1980’lere kadarki) 20. yüzyıl boyunca Asya, Afrika ve Latin Amerika topraklarında kopan devrim fırtınalarında yüklüydü. Mustafa Kemal bu Doğu fırtınasını 1920’lerde görüyor, hissediyor, seziyordu; 1920’lerde çoğunu kendisinin yazdığı Hakimiyeti Milliye başyazılarında altını çizerek vurguluyor, geleceğe ilişkin gerçekçi öngörülerde bulunuyordu. Özetle, 1930’larda, Avrupa İşçi sınıfı ve ilerici aydınlarının temsil ettiği çağdaş uygarlık değerlerinin yanı sıra, somut uygulamanın bir ayağı Halkçı Türkiye ise, diğer ayağı Sovyetler Birliğinde hayata geçirilen Sosyalizm deneyimiydi.
Nasıl ki Atatürk’ü, onun ilke ve ideallerini, ancak onun bütün eylemlerinin ve fikirlerinin sistemli bir bütünlüğü içinden kavrayabiliyorsak, aynı şekilde “çağdaş uygarlık” hedefi ile neyi anlatmak istediğini de bu bütünlük içinden doğru olarak anlayabiliriz. Yol gösterici en basit ve güçlü anahtar, tartışmasız Altı Ok ilkeleridir. Çünkü Türk Devrimi’nin hedefleri ve idealleri bu altı ilkede işlenmiştir, ete-kemiğe bürünmüştür. Bu altı ilkenin üçünün Fransız Devrimi’nden, üçünün de Sovyet Devriminden esinlenerek formüle edilmiş olduğunu artık biliyoruz. Atatürk Fransız Devrimini çok iyi bildiği gibi, Sovyet Devriminin ilke ve amaçlarını da çok iyi bilmekteydi.
Daha somut söylersek, 1930’larda uygulamaya konan planlı devletçilik ya da karma ekonomi modeli, emperyalist saldırı ve tehditlere karşı direnmenin biricik koşulu olarak, Türkiye’nin Sovyetlerle stratejik işbirliğine dayanan bir ekonomik-toplumsal tercihtir. Bu bağlamda, Halkçı devrimci cumhuriyet rejiminin bir başka toplumsal-kültürel niteliği (buna ideolojik de diyebiliriz), daha önceki bir iki yazımda vurguladığım gibi, Atatürk’ün deyişiyle “Devlet Sosyalizmi”dir.
***
Bütün bunlar şunun için anlatıldı: Atatürk’ün bizzat Altı Ok ilkelerine, Türkiye Cumhuriyetinin Anayasasına, ekonomik modeline ve kültürüne yansıttığı gibi, “çağdaş uygarlık” sadece Batı’daki bilim, sanayileşme ve teknolojiye dayanan akılcı, ilerici, devrimci değerler değildi. Aynı zamanda ve çok daha önemli olarak, 20. yüzyılda insanlığın özgürlükçü, eşitlikçi ve paylaşmacı ideallerini somutlaştıran sosyalizm deneyimleri ve ezilen dünya uluslarının bağımsızlık ve özgürlük mücadeleleri de çağdaş uygarlık hedefinin ana içeriğini oluşturuyordu.
Bizim sığ kafalı, sivri zekalı işbirlikçi-mandacı budalalar ise, Atatürk’ün konuşmalarındaki Avrupa ile ilişkili bazı olumlayıcı -ki onlar devrimci, aydınlanmacı Avrupa’yı ifade ediyordu- sözlerini, yani hedef gösteren parmağını, güneşin, asıl hedefin yerine koymaktalar. Yani parmağı güneş yaptılar ve sahibine övgüler, güzellemeler, dalkavukluklar yapmakla yetindiler. Aracı amaç, söylemi gerçeğin yerine koydular. Böylece Atatürk’e sevgiyi ve bağlılığı en iyi şekilde gösterdiğinin gösterisini, reklamını yapan kasaba kurnazlığının, siyaset düzenbazlığının yüksek erdemlerine (!) ulaştılar. Başka deyişle, Atatürk’ün sözleri, gerçek fikirleri, içi/içeriği boşaltılıp ruhsuzlaştırılarak, yeri geldikçe göz boyamak, halkı aldatmak, kamuyu soymak ve ikbal avcılığında kullanmak için papağanca ve yüzsüzce tekrar edildi.
Kuşkusuz amaç, küçük ve sığ beyinleriyle Atatürk’ü ve gerçek Atatürkçüleri kandırmak ve böylece kendi ikiyüzlü çıkar gemilerini her koşulda en elverişli ve kazançlı sularda yüzdürmekti. Böylece Batı işbirlikçisi sınıfların çıkarlarına çıpalanmış ve onların sağ ya da sol devşirilmiş, besleme aydınlarının ezberine işlenmiş olarak “çağdaş uygarlık”, emperyalist ABD-AB düzeyine ulaşmak, onlara banzamak, emir ve taliatlarını yerine getirmek, onları taklit etmek, hatta onlara yaltaklanmak olarak algılandı ve uygulandı. Bilim, estetik/sanat, etik/ahlak, günlük yaşam ölçütleri, refah düzeyi konularında bütün gelişme göstergelerini Avrupa’ya göre ayarlamak olarak çarpıtılıp yorumlandı. Gerçek hedef bulandırıldı, çarpıtıldı, sahteleştirildi.
Bizim Tanzimat kafalı -yarım- aydınların, Avrupa emperyalist devletlerinin, daha 20. yüzyılın başında, Aydınlanma ve Büyük Fransız Devrimi ile yükseltilen “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ideallerini çoktan terkettiğini görmemeleri olanaksızdır aslında. Buna karşın, hâlâ “AB’ye girme” boş umutlarıyla çürümüş, köhneleşmiş Bat uygarlığına kapılanma çabaları zavallılıktır, gülünçtür. Oysa, aslında modern çağın kurucu ve öncü nitelikteki temel değerlerinin en çarpıcı ifadesi olan “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” idealleri, artık 20. yüzyılın başından itibaren çoraklaşmış emperyalist Batı’nın topraklarında yeşerme olanağını yitirmiştir. Son Ukrayna savaşında somutlaşan, iki uygarlık-iki kültür çarpışmasında, Batı’nın Rus sanat ve edebiyatının evrensel değerlerine karşı uyguladığı ırkçı, bağnaz, hoşgörüsüz, yasaklayıcı ve dışlayıcı tavrı son derece öğretici bir göstergedir.
Konu, Sovyetler, Türkiye, İran, Çin, Hindistan, Küba, Vietnam, Arap BAAS milliyetçiliği deneyimleri temelinde 20. yüzyıl boyunca, bazen çarpıtılmış bir şekilde “Doğu-Batı çatışması” ya da “Doğu-Batı Sentezi”, “uzlaşması”, “dengesi”, “barışı” vb bağlamlarında tartışıldı. Bugün bu olgu, yüz yıllık bir deneyim ve tartışmadan sonra, bütün açıklığı ve inandırıcılığıyla insanlığın önüne geldi.
***
Ve geldik 21. yüzyıla… Asya çağına… Peki, Atatürk’ün “çağdaş uygarlık” hedefi geçerliliğini hâlâ koruyor mu? Koruyor. Bilimde, teknolojide, ekonomide güç merkezi ve dünya ekonomisine yön verme yeteneği ve kapasitesi ABD’den Çin’e geçmekte mi, geçmekte… Demek ki doğada olduğu gibi uygarlıkta da güneş -simgesel güneş- yer değiştirmekte. Batı’nın, ekonomik siyasal üstünlüğünü Çin, Rusya, Hindistan ve İran’nın başını çektiği Avrasya bloku, hatta Güney Afrika ve Brezilya’yı da içine alan BRİCS ülkeleri, karşısında yitirmekte olduğu açık.
Postmodernizm gibi, aydınlanma, akıl, bilim ve toplusallık karşıtı, ütopyayı değil disütopyayı (karşı-ütopyayı, çöküş ütopyasını) yücelten bir anlayışla kültür ve sanat alanında da günü ve geleceği yeniden kurma anlamındaki enerjisini ve üstünlüğünü yitirmiştir. Sadece bu olgular bile, hedeflenen ilke ve ideallerin, onları yeniden üretip yaratacak dinamiklerin Asya merkezli bir dünyaya kaydığını göstermiyor mu?
20. yüzyılın başında, 1920’lerde Hakimiyeti Milliye ye gazetesinde “Biz Asyai bir milletiz” diyen, Batıcı, Amerikancı mandacılara rest çeken Atatürk’ün etrafında, onu ikna edemeseler de gerici karakterleri ve siyasal taktikleri gereği dalkavukça ve ikiyüzlüce ona bağlılıklarını gösteren Avrupacı mandacılar ne yazık ki çoğunluktaydı. Kuşkusuz 1920-30’ların koşullarında henüz aydınlanmacı ve devrimci enerjisini tam olarak tüketmemiş bir Batı gerçeği sözkonusuydu. Bu nedenle, mandacı-liberal aydının toplumu ikna etmesini kolaylaştıran bazı gerekçeleri vardı: Bilim, teknoloji, ekonomi, sanat ve modern yaşam tarzı ağırlıklı olarak hâlâ Batı’daydı.
Şimdi, aynı sözde Atatürkçü çevrelere sormak gerekir: Yukarıda sayılan aynı üstünlükler bugün Doğu’ya, başta Çin, Japonya, Kore, Hindistan vb’ye kaymış durumda ise, yani güneş yer değiştirmişse, yarım gözle bilgenin parmağına bakarak bile bunu görmek mümkün değil mi? Taşıdıkları büyük potansiyel dinamikler açısından Rusya, Türkiye ve İran’ı da bunlara eklemek gerekiyor. Yani geleceğin, 21. yüzyılın salt ekonomik ve siyasal şekillenmesi açısından bile “çağdaş uygarlık hedefi” Batı’da, ya da ABD ve Avrupa’da değil, Asya’dadır. Kuşkusuz bunlar yetmez. Çağdaş uygarlığın diğer önemli bileşenlerini de eklemek gerekir.
Benim ve benim gibi düşünenler açısından, insanlığın daha ileri ve daha yetkinleşmiş yaşam değerlerini üretme, geliştirme anlamında bir çağdaş uygarlık, salt ekonomik ve siyasal gelişme ve güç oluşturmakla açıklanamaz. Ancak şu da bir gerçektir ki, yukarıda belirttiğimiz gibi, çağdaş uygarlık merkezinin Asya’ya kaymasının asıl nedeni insani ve kültüreldir. Yeni bir uygarlık ve kültürün yaratılmasında tayin edici olan enerjiye sahip passiyoner (tutkulu), öncü, fedai nitelikli insan unsuru Doğu’da ya da en genel anlamda ezilen ve gelişen dünyadadır. Elbette bu insani enerjinin ürün vermesi için ekonomik-siyasan koşullar da çok önemlidir. Batı’da ise, kültürel çürüme ve entropi ile birlikte insani enerji de çürüme ve dağılma sürecine girmiştir. Batı’da kıyametçi, karşı ütopyacı sanat ve edebiyat modasının yaygınlaşması bu kültürel iklimin bir sonucudur.
Böyle bir tablo karşısında, bugün Türk aydını ve sanaçısının, -ister sağ olsun ister sol, fark etmiyor- dünyada sözkonusu köklü değişimi dikkate almadan hiçbir alanda geleceğe öncülük etmesi olanaksızdır. Bu yeni olgunun muhtemel sonuçlarını derin bir akıl-muhakeme sürecinden geçirip bu yeni çağa, Asya Çağı’na ilişkin özgün sonuçlar çıkarmadan hiç bir yere varılması mümkün değildir. Batı merkezli bir Çin düşmanlığına, Rus düşmanlığına takılıp kalarak, Doğu’daki devrimci enerjiyi görmezden gelip, onun geri, kaba, tutucu, gelenekçi, mistik, cahil vb yanlarını eleştirerek Batı güdümlü, modalaşmış sahte modernlik, ilericilik taslayan tavırları görüyor ve yaşıyoruz. Bunun gibi, Batı merkezli gösterişli şablonları, ezberleri, derinliksiz, sığ söylemleri tekrarlayarak Atatürkçülük yapmak zavallılıktır, çapsızlıktır. Bütün bu yaklaşımlar, ne modernliği anlamıştır ne de çağdaşlığı; Atatürk’ü, onun devrimci düşüncelerinin özünü ise hiç anlamamıştır.
Mehmet Ulusoy
Ağustos 2022
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.