Yazı dizimizin 3. Bölümünde Yıldırım Dağyeli’den bahsetmiştim. Eleştirmiştim. Dostlardan aldığım habere göre, Yıldırım birkaç ay önce, 15 Mart 2024 tarihinde ölmüş. Ölünün ardından kötü konuşulmaz derler. Kısaca düşüncemi özetleyeyim. 1970’li..
Yazı dizimizin 3. Bölümünde Yıldırım Dağyeli’den bahsetmiştim. Eleştirmiştim. Dostlardan aldığım habere göre, Yıldırım birkaç ay önce, 15 Mart 2024 tarihinde ölmüş. Ölünün ardından kötü konuşulmaz derler. Kısaca düşüncemi özetleyeyim. 1970’li yıllarda Aydınlık hareketinin yurtdışı temsilcisiydi. Günahı: 12 Eylül 1980 sonrası yaptığı ağır yanlışlarla zarar verdi, hareketin çil yavrusu gibi dağılmasına neden oldu. Sevabı: Dağyeli Verlag diye bir yayınevi kurdu. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Sait Faik, Aras Ören ve Fakir Baykurt’un kitaplarını Almancaya kazandırdı. Tanrı taksiratını affetsin.
1969’da İstanbul’da Şişli’de birkaç devrimci arkadaş birlikte kalıyorduk. O sıralarda yirmili yaşlarda olan gençler dehşetli okuyorlardı. Derin, ciddi önemli teorik tartışmalar yapılırdı.
Bizim eve giren çıkan devrimci arkadaşların sayısı belli değildi. Tartışmalarda beni hakem yaparlardı. İtiraz da etmezlerdi. Ama çok konuşulmasını yersiz bulur, emperyalizme karşı tam bağımsızlık mücadelesi verilmesi, toprak reformu, ağa, hacı, hoca takımının etkisinin kırılması, feodalizmin silinip süpürülmesi vb konularda halkı örgütleyecek etkinliklere, eylemlere girilmesini savunurdum. Yürüyüşlere, boykot etkinliklerine katılırdım. Bir ara İstanbul Yıldız Teknik’te “gerilla kursuna” bile gittik Sökeli Mehmet Balıkçı ve Denizlili Gökhan Uysal gibi bazı arkadaşlarla. Judo öğretiyordu biri. Ben 1967-68’de Ankara’da Polis Koleji’nde çalışmıştım judo. Antrenörümüz Atatürk’ün koruması Nazım Canca idi. Ama daha çok oğlu Namık Canca çalıştırırdı. İstanbul’da devam etmekten mutlu oldum. Sözde nasıl yapacağımızı bilmeden dağa çıkma fikri oluşmuştu. Maceracılık vardı demek ki hepimizin kanında… Allahtan bir süre sonra Bafa’ya, oradan İzmir’e ve daha sonra da Viyana’ya gittim de ucuz kurtuldum. Doğrusunu söylemek gerekirse kendisine komünist, devrimci diyen, maceracı, kendi kafasına göre takılan serseri mayınlar gibiydik.
Ama ben o zamandan beri daha çok Milli Demokratik Devrim görüşünü benimsediğimi söyleyebilirim. 1970’li yıllardan bu yana Aydınlık hareketinin yayın organlarına yazdım.
Türkiye’de kalsam nerelere savrulurdum, bilemiyorum. Kalmadım. Macera tutkusu mu yoksa tesadüfler mi demeli, beni Avusturya’ya Viyana’ya sürükledi. Arkadaşım Erdem Özdiş terzi olarak oraya gitmişti. Mektup yazdı. Orada hem çalışıp hem okuyabilirmişim. Bafa, Söke, İzmir, Ankara ve İstanbul öğrencilik maceralarından sonra yurtdışı fırsatını kaçıramazdım doğrusu…
Hiç düşünmeden hazırladım bavulumu…
Viyana’da üç devrimci arkadaş vardı: Erol Sever, İsmail Hazım Yarkın ve Kamil Sedat Uyar. Hepsi Aydınlıkçı. Ben de öyle; dört olduk. Erdem arkadaşlara “Bir devrimci geliyor” demiş. Dört gözle bekliyorlardı. Bir süre Erdem’de kaldıktan sonra Erol’un evine geçtim. Hazım da orada kalıyordu. Erol ile dostluğumuz ölünceye dek sürdü. Hazım daha sonra TİKKO’ya albay oldu. Ama general olamadan istifa etmiş. Şimdi Avusturya’da Linz’de tercümanlık yapıyormuş.
O da ayrı bir alemdi. Ben özellikle hafta sonları çilingir soframı kurar, o güzelim Avusturya şaraplarının tadına bakardım. Hazım bir yandan, benim içki içmemi eleştirir öte yandan da bana Türk sanat müziği şarkılarıyla eşlik ederdi. Avusturyalı arkadaşlar, çarpık bacaklı olduğu için, “O” bacaklı Hatzim Yarkin derlerdi. Kulakları çınlasın. O da öyle bir hızlı devrimciydi.
Sedat, Tıp okuyup doktor olacaktı. İşçilerimize yardım etmeyi yeğledi. Okulu boşladı. Okuyamadı. Viyana’da yardım etmediği kimse yoktur. Viyana’daki Türkler kadirşinaslık edip bir heykelini dikseler yeridir. Benim de çok kahrımı çekti. Çok yemeğini yedim. Hele bazen sütlü irmik helvası yapardı ki, bayılırdım. Şimdi de memleketi Yozgat’ta yoksullara yardım ediyormuş.
Bir süre sonra Mehmet Güneş Şahiner geldi. Kızkardeşi Gülay benim kızkardeşim Günay ile Erenköy Kız Lisesi’nden sınıf arkadaşı çıktı. Tesadüfen rastgelmek bu olsa gerek… Gülay Memo’nun tek yumurta ikizi gibi. Uzun zamandır o da Viyana’da.
Memo Güneş önce Viyana üzerinden İsveç’e gitmiş. Uçakta pasaportunu yırtmış ve İsveç polisine, “Ben Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun neferlerinden Mehmet Güneş Şahiner. Ülkemde yaşama olanağım kalmadığı için ülkenize iltica ediyorum. Bana iş ve konut verin mücadeleme burada devam edeyim” demiş. Pasaport kontrolündeki, “çok insancıl, sosyal demokrat polis” hiç de insancıl davranmamış. “Hoş geldin” bile demeden, “İlk geldiğin ülkeye başvuracaksın” deyip bir hücreye atmışlar bunu. İlk uçakla da Viyana’ya postalamışlar.
Yanlış anımsamıyorsam, Sedat bir papaz ya da haham buldu. Onun yardımıyla Memo Güneş’in siyasi iltica başvurusu kabul edildi. Onu da Erol’un tek odalı, tuvaleti dışarıda evine aldık. Aramızda en aykırı, en matrak adam oydu. Daha gelir gelmez Erol’un evinin duvarlarına çiviler çaktı, bir yerlerden tahtalar bulup bağladı, raflar yaptı. Bir de sazı vardı; gündüz demeden gece demeden Ruhi Su çalmaya çalışıyordu… Zavallı Erol’un küçük bir pikabı ve bir sürü Bob Dylan, John Baez, Beatles, Mireille Mathieu vb plakları vardı. Ama dinleyemiyordu… Kitap okuyamıyordu. Der Spiegel dergisini kahve eşliğinde tadını çıkararak okumayı pek severdi. Ama Memo’nun konuşmasından, sazından, gürültüsünden okuyamıyordu… Ha bire “Hemşeri, bırak, evimi mahvettin, gürültü yapma” diye yakınıyor ama Memo’ya dinletemiyordu.
Hazım bir ev buldu kaçtı. Ama bu kez de Arif diye bir arkadaş geldi. Memo ile hiç anlaşamıyorlar, arada bir ciddi kavga ediyorlardı.
Bir gece Memo, “Ben bu akşam Almanca öğreneceğim” dedi. Bütün gece oturdu. Bizi uyutmadı. Bir şeyler de öğrendi gerçekten. Çok zekiydi. Hatta dâhiydi. Doktora da yapmıştı. Profesör olacağım diyordu, ömrü yetmedi. Sonunda Erol Memo’yu Marksist Leninist Öğrenciler Birliği üyesi öğrencilerin bir evine yerleştirdi. 8. Viyana’da Schlösselgasse 15/3… Memo bu kez de geceleri bağıra bağıra Ruhi Su söylemeye çalışarak oradaki öğrencileri kaçırdı. Viyana’nın en güzel bölgelerinden birinde beş altı odalı koskoca ev ona kaldı. Çok değişik işlerle uğraştı. Onu da yakın zamanda kaybettik.
Memo evden ayrıldıktan sonra Erol, bu da gitse diye benim gözümün içine bakmaya başladı. O sıralar da Basın Yayın Komünü’nden Yaşar Ayaşlı geldi. Onunla minnacık bir oda tuttuk. Aslında asıl kiracı Sevindik isimli bir Ermeni hemşeriydi. Ödediği kiranın üstüne kendi kârını da koyup evi bize ikinci elden kiralamıştı. Ev dediğin de ev olsa… Mutfak yok. Tuvalet dışarıda. Bir yatak, bir soba [yakacak odun, kömür yok]; ne çanak var, ne çömlek… Yaşar ile giysilerimizle yatarak o soğuk Viyana kışını orada geçirdik.
Ev sahibimiz Sevindik’i bize bulan kişi İzmir’den gelen ve bize 1968’in tanınmış devrimci gençlerinden Atıl Ant’ı referans gösteren biriydi. Görünüşte sıkı devrimciydi. Ajan olduğunu ilk anlayan da, onu bize ilk tanıştıran Sedat arkadaşımız oldu. İnan(a)madık. Yıllar sonra pek çok kişiden Sedat’ı doğrulayan bilgiler geldi. Viyana’ya bir ziyaretimde bununla konuşmaya karar verdik. Josef ile birlikte gittik. Biz daha ağzımızı açmadan adam devrimciler hakkında konsolosluğa bilgi verdiğini anlattı. Her bilgi verdiğinde buna 500 Avusturya Schilling’i ödüyorlarmış. Ne kadar pişman olduğunu vurguladıktan sonra kendi arkadaşları olan bizler için hiç konuşmadığının altını çizdi. Güvendiğimiz dağlara lapa lapa karlar yağıyormuş. Şaştık kaldık.
Burdur’da askerlik yaparken on iki kişiyi sorguya çektiler. Avusturya Türk Öğrenci Derneği’ndeki sekreterlik görevimden İsveç’teki dernek başkanlığına, yazdığımız bildirilerden afişlere dek her şeyi biliyorlardı. Benim, bunlardan ötürü hakkımda herhangi bir dava açılmadığını belirtmem üzerine, beni sorguya çeken albay, “Biz burada suçlu aramıyoruz. Bil!” dedi. Yani gözdağı veriyorlardı. Verdikleri bilgiler arasında 3-5 kişilik çok dar bir gruba ait bilgiler de bulunuyordu. Anladım ki, yerin bile kulağı var. Ya da “Su uyur düşman uyumaz” mı demeli?
O sıralarda Cumhuriyet Gazetesi İsveç muhabiriydim. Ondan da haberleri vardı.
Yüzbaşı da terhis olmama yakın çağırdı. Askerlikle ilgili yazı yazıp yazmayacağımı sordu. Çay içmekten başka bir şey yapmadığımız saçma sapan bir paralı askerlikti. “Nesini yazayım?” dedim.
Mehmetçik yerine Mehmet Ağa diyorlardı bize. Belki Aziz Nesin’lik bir gülmece yazılabilir(di).
Viyana’da takım tamamlanmıştı. Maazallah soyacak banka bulsaydık orada da kaçırmazdık doğrusu. Nasılsa bir de deneyimli Yaşar ustamız da vardı artık. Orada da asıl işimiz devrim idi. Kendimize yetecek kadar çalışıyorduk. Kazandığımız bildiri afiş, broşür, dergi vb masrafına gidiyordu. Aramızda grup, etnik köken, din, mezhep ayrımı kesinlikle yoktu.
Banka işlerine bakmadık ama kapitalistlerin tüm lüks mağazaları, büyük self service lokantaları bizimdi.
Yaşar içimizde en temiz görünüşlü delikanlıydı. Ceketli, gömlekli, kumaş pantolonlu, gözlüklüydü. Çok efendi, kendinden emin bir görünüşü vardı. Korkunç soğukkanlı ve cesur bir arkadaştı. Oturduğumuz masayı donatırdı. Çalışanlar saygılı davranırlardı sözde patronlarına. Ne var ki, bir süre sonra turnike koydular, yemek almaya girince kasaya uğramadan çıkıl(a)maz duruma getirdiler.
Yaşar’ın bir de ucu püsküllü bir kukuletası vardı. Ciddi ciddi, “beni Hüdaverdiye benzetirler” der güldüdürdü. Çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Kısa ama yoğun, güzel bir dostluğumuz oldu. Yarım asırdır görmedim. Keşke görsem de kaldığımız yerden devam edebilsek.
Memo’nun on parmağında on marifet vardı. Viyana’nın ünlü eğlence merkezi Prater’de yerlere renkli tebeşirlerle İsa peygamberin resimlerini yapar para toplardı. Ünlü Kärtner Strasse’de milletin profilden resimlerini yapardı. Nedense önden portre çizemezdi.
Mariahilfer Strasse’de sazını alır bir kartona Kendim Avusturya’da özüm Kürdistan’da yazar saz çalardı. Annesi geldi bir ara. Kadıncağız şaşıyor bunun hallerine, “oğlum nerden bulduysa bir kürtlük buldu sülalede, Kürt olduğunu söyleyip duruyor, alakamız yok” diye açıklama yapmaya gereksinim duymuştu. Daha sonra da Rumluk da eklemiş kendine… Türk düşmanlarına yanaşmış. Yazı kitap yazmış. Geçim derdi mi ne?
Biz de cam silme, reklam dağıtma, kocaman panolara reklam afişleri yapıştırma gibi işlerde çalışırdık.
Proletarya diktatörlüğünü savunuyorduk ama bir türlü proleter olamamıştık. Gerektiği kadar çalışıp geri kalan zamanı proletaryayı örgütlemek, harekete geçirmek için harcıyorduk.
Elimde “Devrimciler Ölür Devrimler Sürer” başlıklı eski bir kitapçık var. Viyana’da yayınlamamızın üstünden elli iki yıl geçmiş.
İç sayfada “İşçiden İşçiye Haberler Gazetesi yayınları Cep Kitapları: 1” yazıyor. 6 Mayıs 1972’de, o lanetli günde, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın söyledikleri son sözleri, ailelerine yazdıkları son mektuplar yer alıyor. Kitapçık şöyle sona eriyor:
“İşçimizle, köylümüzle, gencimizle, yazarımızla, öğretmenimizle, yurtsever askerimizle verdiğimiz bu devrim kavgası bütün zorluklara, güçlüklere rağmen her gün zafere doğru ilerliyor. Kaybedeceğimiz hiçbir şeyimiz yok. Kazanacağımız ise yepyeni, pırıl pırıl bir dünya olacak”.
52 yıl bir film gibi akıp gitmiş. Yaşamlarımız birer film.
İşçiden İşçiye Haberler ve kitapçıkları çıkarmak için bir süre bir matbaada da çalışmıştık Memo’yla. Afişler bile hazırlardık. Bir avuç devrimci, soğuk, karlı, fırtınalı sokaklarda gizlenerek koşuşan karanlık gölgelerdik. Afişlerdik sokakları. Protesto ederdik Amerikancı faşist cuntayı.
Memo sonra müzikte ilerledi, Hasret Ensemble isimli bir grup kurdu, Hasret diye bir kaset çıkardı. Bir şarkısını sunalım:
Kendisi yeni bir müzik aleti yarattı. Tarihle uğraştı, şiir yazdı. Çok sonraları benden şiirlerini İsveççeye çevirmemi istedi. Ragıp Zarakoğlu’nun İsveçli eşi yayıncıymış. Onun yayınlayacağını söyledi. Ama yayınlanmadı.
Daha sonra herşeyi sorgulamaya başladı, devrimciliğini, cinsiyetini, ulusunu bile… Bir ara LGBT’cilerin en hızlı aktivisti de olmuş.
Mehmet Güneş Şahiner de öyle alem bir arkadaşımdı işte…
Ben Viyana’dan ayrılıp Stockholm’e yerleştim. Erol sınırdışı edildi, İstanbul, Frankfurt üzerinden Stockholm’e geldi, yeniden buluştuk. Ancak Memo Avusturya’yı bırakmadı. Onun da gelip bizi bulacağını düşünüyordum ama yanıldım.
Viyana’dayken acıktığımızda paramız da yoksa Erol ile Memo’ya giderdik. Mutlaka kuru fasulyesi olurdu. Afiyetle ne var ne yok yer bitirirdik. Kızardı ama sesini çıkar(a)mazdı.
Yıllar sonra kendisini ziyaret ettim. Hoş geldin merasiminden sonra, “Gözün aydın, Erol Viyana’dan ayrılmış, Stockholm’e geldi” dedim. Yanıt tam Memo’luktu:
“İyi ama şimdi de sen gelmişsin!”
Bu kez hazırlıklıydı. Kuru fasulye değil, kendi icadı mangal üzerinde et pişirdi ve yanında güzel bir şarap ikram etti.
Daha sonraları yazıştık ama ne yazık ki, görüşmedik.
Memo da yok artık aramızda. Kötü hastalık onu da aldı götürdü. Mezarını ziyaret edip uzunca bir yazı yazmalıyım.
Şimdi Türkiye’de çoğu genç kurtuluşu Avrupa’ya çıkmakta görüyor. Yabancı olmak hiç kolay değil. Geçim, konut, sağlık sorunları ve en kötüsü yabancı düşmanlığı.
1970’li, 80’li yıllarda pek çok insan hapis, işkence ve en ağır koşullarda mücadele ettiler. Buna rağmen ülkelerini terk etmediler. Gerçekten çıkmak zorunda olanların yanı sıra pek çok yalancı kahraman da kaçtı ülkeden. Vazgeçilemez bir kurtulma içgüdüsü ile ölüm dahil herşeyi göze alabilme arasında yaşayan insan türleri…
Hasan Yalçın yurtdışındakileri Türkiye’de mücadeleye çağırmıştı bir yazısında. Bir radyo programı yaparak birçok siyasi sığınmacıya ne düşündüklerini sormuştum. Birçoğu kızmıştı Hasan Yalçın’a. Gerçekten ülkeden ayrılmak zorunda olanlar, geldikleri ülkelerde mücadelelerini sürdürenler bir yana; birçoğu mülteci değil; kaçkındı. Çok çekmiş kahraman devrimci rolü yapıyorlardı. Mihri Abi (Belli), Kızıl Avukat İhsan doğan gibi çektiklerini reklam malzemesi yapmaya hiç yanaşmayanlar ise hak vermişti Hasan Yalçın’a.
Mihri Abi başkaydı. Çok yer gezmiş, çok adam tanımıştı. Her gittiği yerde mücadeleye katılmıştı. Doğrusu da bu olmalı değil mi? ABD’de Missisippi’de karaderililerin özgürlük mücadelesinde yer almış, Yunanistan iç savaşında komünistlerin safında Kapetan Kemal adıyla savaşmış, ancak yaralandıktan sonra ülkeye dönmüştü. Örnek bir enternasyonalist, komünist idi. İsveç’te de kalmadı. Artık aramızda olmayan Stockholm’deki dostlar geliyor aklıma. Mihri Belli, THKP-C kurucularından Orhan Savaşçı, Basın Yayın Komünü’nden Kızıl Avukat İhsan Doğan, THKO kurucularından Gülay Özdeş Ünüvar, Aydınlıkçı Erol Sever ve daha nice artık aramızda olmayan dostlar. Saygı sevgi ve özlemle anıyorum hepsini.
Kimi dönenler işkence gördü, sonuna dek direndi. Kimi sustu, darıldı, köşesine çekildi. Kimi susturuldu, öldürüldü; kiminin cansız bedeni bile bulunamadı. Kimi “ekmek efeleri” sürgün edebiyatını sermeye yaptı. Şan şöhret peşinde koştu. “Çok baskılar gören, sürgünlerde yaşamış, müzisyen, şair, yazar, sanatçı(!)” oldular. Aralarında devlet sanatçısı yapılanlar bile çıktı.
Bazıları “Bizden bu kadar, bu yabancı ülkede bir şey yapamayız” deyip kıyıya çekilmeyi yeğledi. Ne etliye ne sütlüye bulaştılar. Yuva kurup çoluk çocuk sahibi oldular. Bir işe girip emekli oluncaya dek çalıştılar. Vakti gelenler yabancı topraklara gömüldüler.
Herkesin seçimine saygımız var kuşkusuz. Ama o seçimler olumlu olumsuz zincirlemesine herkesi, hepimizi etkiliyor. Maceracılık da öyle.
“Ben yaptım oldu, kime ne zararım var?” demek olmuyor. Maceracılığın etkileri bugün de sürüyor.
Geçmişin muhasebesini yapmak, ders çıkarmak “halk adına paralara el koymak”tan çok daha önemli devrimci bir görev.
Artık biliyoruz ki, emperyalizme, feodalizme karşı mücadele ve devrim için doğru olan, halk adına paralara el koymak değil; halk için varımızı yoğumuzu ortaya koyarak örgütlenmek, en geniş yurtsever birleşik cepheyi oluşturabilmek…
Ve halkımızın tüm olanaklarıyla katılacağı ulusal seferberliği başlatabilmek.
Bitti
Abdullah Gürgün
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.