Ama ne maceralar! O zamanlar on sekiz (18) yaşında olan Kadir Kaymaz kendisini Tommiks, Texas çizgi romanlarındaki soygun yapıp kara trenin üstünde kaçan soygunculara benzetiyor, soygun günü için sabırsızlıkla ipleri..
Ama ne maceralar! O zamanlar on sekiz (18) yaşında olan Kadir Kaymaz kendisini Tommiks, Texas çizgi romanlarındaki soygun yapıp kara trenin üstünde kaçan soygunculara benzetiyor, soygun günü için sabırsızlıkla ipleri çekiyor ama o gün yaklaşıp da iş ciddiye binince korkuyor, vazgeçmek istiyor. Arkadaşlarının ısrarıyla tekrar kabul ediyor ve sonunda Denizli Ziraat Bankası’nın para taşıyan arabasını soyuyorlar.
Artık kaçmak, saklanmak, paraları Ankara’ya taşımak vb bir sürü iş daha var ve sıkıyönetimin en sıkı zamanı.
Ayrıntılar kitapta ama birkaç gırgır olayı tadımlık olarak anlatayım.
Saklanırlarken kimliklerini gizleyebilmek için bir ara Kadir Kaymaz’ı kadın kılığına sokuyorlar ve Yaşar Ayaşlı ile sahte evlilik yaptırıyorlar.
İki arkadaşımın evlilik olayını kitaptan okuyalım:
“Kadir Kaymaz’ın gazetelerde boy boy resimleri çıkmıştı. Uzun bir çenesi vardı. Çok tipik, hemen anlaşılabilecek yüz hatlarına sahipti. Hızla makyaj yaptılar, peruk takıp kadın kılığına soktular. Evde onun ve Yaşar Ayaşlı’nın vesikalık fotoğraflarını çektikten sonra Dr. Ümit Erel, Ankara’ya geldi fotoğrafları tabettirdi. Osman Yaşar Yoldaşcan’ın maharetli elleri yine devreye girdi. Ankara Belediyesi Evlendirme Dairesi’nden aldıkları cüzdanlara bu iki fotoğraf yapıştırıldı. Kadir Kaymaz ev kadını Nuray Dağdelen, Yaşar Ayaşlı muhasebeci Ziya Dağdelen oldu”…
Ertan Günçiner Ankara’da bindiği dolmuşa para vermek için cebinden bozuk paralar çıkarıyor. Paraların arasında bir de mermi var… Yanındaki adam görüyor. Günçiner bununla kolye yaptıracağını söylüyor. Adam tehlikeye dikkat çekiyor. Okuyalım:
“Bak, bunun haznesini boşaltacaksın. Çünkü içinde barut vardır. Barut boşaltıldıktan sonra yaparlar. Bir de bunun üç ay cezası var…. hayatın mahvolur” …. Ertan Günçiner, “sen ne iş yapıyorsun ki ağabey diye sordu. Adam, ‘Ben polisim’ dedi. Bu sırada karakola geldiler, adam indi. Günçiner rahat bir nefes aldı.”
Anılarım beni İsveç’te 1972 ya da 73 yazına götürdü. Oradaki ilk devrimci arkadaşlarımdan Cavit Kibar bana mermiden bir kolye armağan etmişti. İktidar namlunun ucunda ya… Oysa ben elime kalemden başka silah almamışım. Sonra kayboldu gitti o kolye.
Bir diğer olay Hikmet Çiçek ile ilgili. Yakalanıp gözaltına alındıklarında bir polis Hikmet Çiçek’e okkalı bir tokat atıyor ve kızgınlıkla bağırıyor:
“Ulan niye Ziraat Bankasını soydunuz? Orası gariban çiftçinin parasını yatırdığı yer. Zenginlerin parasını yatırdığı İş Bankası’nı soysaydınız ya!”
Hikmet Çiçek bir gün babasından ayakkabı almak için para istiyor. Babası ikiletmiyor, basıyor parayı. Günler sonra oğlunun banka soyduğunu öğrenen babanın tepkisi:
“Eşekoğlueşeğin cebinde o kadar para varmış ama ayakkabı parasını benden aldı yahu!”
Maceracı devrimci soyguncuların hiçbiri hareketin parasına dokunmadı.
Paraların bir kısmı yakalandı. Bir kısmı da faiziyle geri alındı. Ziraat Bankası’ndaki köylünün parası döndü dolaştı geri geldi.
Son taksitleri Hikmet Çiçek ödedi. Kadir Kaymaz da İsveç’ten kendi payına düşeni İsveç Kronu olarak gönderdi.
Paranın son taksitini de tahsil eden banka avukatı Hikmet Çiçek’e kahve ikram edip borcuna sadık, böyle namuslu soyguncuların görülmediğini söylemiş, onları takdir etmiş.
Aslında soygunculuk da göreceli değil mi? Brecht’in dediği gibi, banka kurmak, soymaktan daha mı az soygunculuk? Ama…
Halk Adına Paralara El Koyuyoruz kitabını okumak bana yeniden, yârin yanağından gayrı her şeyimizi paylaştığımız o eski güzel günleri ve can dostları anımsattı. Değişik gruplardan değişik insanlar tanıdım. Dayanışmanın en özverilisini de gördüm, ihanetin en kalleşini de. Hangi gruptan, görüşten olursa olsun, vatanını seven, emperyalizme karşı dik durabilen arkadaşlarla dostluğum hep sürdü. Emperyalizme karşı en geniş yurtsever birliğimizi kurabilmek için karşılıklı saygı, sevgi ve anlayışın şart olduğunu savundum.
Bu kitapta kendileri için değil, halk ve ülke için doğrusu / yanlışı; günahı / sevabıyla ellerinden geleni yapmaya çalışan bir grup yurtsever gencin ders alınacak serüvenleri anlatılıyor.
Bu tür kitapları ben çok önemli buluyorum. Aslında herkesin, kendisi hiç önemli bulmasa da, anılarını, kendi gerçeklerini, düşüncelerini kendi açısından yazmasını gerekli görüyorum. Nedenlere çok yönlü bakabilmek, daha doğru, gerçekçi bir resim çizebilmek ve dolayısıyla tarih sahteciliğini, kara propagandayı, psikolojik savaşı önlemek için bunu yapmamız gerektiğini düşünüyorum.
Sinan Onuş’a kitabın nasıl ortaya çıktığını sordum. Yanıtı:
Soygun eylemini ve soyguna katılanlardan Hikmet Çiçek’i çocukluğumdan beri biliyor, tanıyordum. 1992 yılında 2000’e Doğru dergisinde gazeteciliği başladığımda derginin Ankara Temsilcisi Hikmet Çiçek’ti. Hikayelerini burada da dinlemeye devam ettim. İlerleyen yıllarda Ertan Günçiner ile de tanıştım ve onunla da birlikte çalıştım.
Ankaralı gazetecilerin yakından tanıdığı, kendisi de bir dönem aktif gazetecilik yapan, şu an bir işçi sendikasında danışman olan Hasan Tahsin Benli, bu kitabı yazmam için ısrar ediyordu. Ancak endişelerim vardı ve bunları ona da aktarmıştım. Eyleme katılanların çoğunu tanıyor olmam ve samimi ilişkilerim nedeniyle kolay reddedilebileceğimi düşünüyordum. Bu düşünce kitabı belki de birkaç yıl ötelememe sebep oldu.
Sonrasında ise özellikle Ertan Günçiner’in konuşma ricamı kabul etmesiyle endişelerim silindi ve çalışmak için kolları sıvadım. Çünkü Ertan Günçiner bu olayda anılarını bugüne kadar hiçbir yerde yazmamış ya da anlatmamıştı. Eylemin bir anlamda “kara kutusu”ydu. Bu sebeple onun konuşmayı kabul etmesi önemliydi.
Ardından gazete taramalarına ve belge toplamaya başladım. Bu süreç birkaç ay sürdü. Araştırma sürecinde beni en çok oyalayan meselelerden biri iddianameyi bulmak oldu. Dava askeri mahkemelerde görüldüğü için belgeler de oradaydı ancak benim ya da sanıkların resmi başvurularında kapı hep yüzümüze kapandı.
Sonrasında sıra, olayın asli ve fer’i faillerini bulmaya ve konuşmaya ikna etmeye geldi. Bulmak için en çok uğraştığım birkaç isim oldu. Biri, soyulan banka aracındaki personel, diğeri Kadir Kaymaz’dı. Banka aracında bulunan üç personelden ikisinin yaşamını yitirdiğini öğrendim. Şoför Yalçın Berber ise hayattaydı. Nihayetinde Denizli’de onu buldum. Artık Kadir Kaymaz’ı bulmak gerekiyordu. Onu bulmasam bu kitap henüz bitmemiş olacaktı. Yani onu bulmadan yazmaya başlamak istemiyordum.
Kadir Kaymaz ise yurtdışına kaçmış ve adını değiştirmişti. Ancak belki şans, bir gün dijital platformlardan birinde Estonya feribot faciasını anlatan “MS Estonia” isimli belgeseli izlerken kendisini tanık olarak gördüm. Adını Karl Ovberg olarak değiştirmişti. Belgeselin yönetmeni gazeteci Henrik Evertsson’a ulaştım ama Kadir Kaymaz, telefonunun verilmesini istememiş.
Tabii yılmadım. En nihayetinde kendisine eski arkadaşlarının biri üzerinden ulaştım. Çifte vatandaşlık aldığını ve sık sık Türkiye’ye geldiğini öğrendim. Türkiye’de yaşadığı ile gittim ve söyleşiyi gerçekleştirdik.
Öte yandan sadece olaya şöyle ya da böyle dahil olmuş kişilerle konuşmayı yeterli görmedim. Aileler, avukatlar, cezaevinde birlikte yattıkları mahkumlarla da görüşmek için yoğun çaba sarf ettim ve önemli bir kısmını buldum ve konuştum.
“Aktan İnce, bugüne kadar ne bu dönem ne de sonraki dönemlerdeki mücadelesine ilişkin konuştu. Kardeşi Altan İnce ile kitap konuştum. Aktan İnce’nin konuşup konuşmayacağını sordum. O da ‘Sorayım ama kimseye konuşmuyor’ dedi. Sormuş, kabul etmemiş. Gerekçesini aktarmadı. Yaşar Ayaşlı, politik sebepler öne sürdü. Benim bir dönem özellikle Aydınlık gazetesinde çalışmış olmamın, konuşmamak için politik gerekçesi olduğunu belirtti. Israrlarımı geri çevirdi. Canı sağ olsun.
Sinan Onuş Yaşar Ayaşlı’nın kitap hakkında yazdığı bir yazısını da gönderdi. Özellikle anı ve söyleşilerin zaman içinde daha da öznelleşeceği uyarısını çok yerinde buluyorum. Tarih, yer ve isimler başta olmak üzere pek çok konuda belirsizlikler oluşabileceğini göz ardı etmemek gerek. Ancak yazının sonuna eklediği şu noktaya katılmıyorum: “Bana röportaj önerdiğinde iki defa kesin bir dille reddettim. Zira kökümüzün sökülüp ulusalcı sola monte edileceğini ve pazarlama konusu yapılacağını biliyordum.” (1)
Bana kalırsa Yaşar Ayaşlı ve Aktan İnce de açık yüreklilikle konuşmalıydılar. Yaşadıklarını, düşündüklerini hiç değilse şimdi yazmalılar. Değerlendirmelerini gelecek kuşaklara aktarmalılar.
Umarım onlar da günün birinde o anıları ve çıkarılacak dersleri yazarlar.
“Halk Adına Paralara El Koyuyoruz” iğneyle kuyu kazar gibi çalışılarak ve önyargısızca ortaya konmuş bir eser. Tarihin ilginç bir yaprağını bize sunuyor.
Halk, yurt ve devrim sevdasıyla, emperyalizme karşı direnenlerin acı / tatlı, haklı / haksız, doğru / yanlış maceraları sizi de hüzünlendirecek, gülümsetecek, düşündürecek; belki gençlerimizin geçmişten dersler çıkarmasına yarayacak.
Viyana’daki devrimci arkadaşlarımdan Mehmet Güneş Şahiner, kendi sitesinde ölümüne yakın bir zamanda yazdığı yazıda devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşanan acıları, kayıpları anlatıp, “Değer miydi?” diye sormuştu.
Ben biraz değiştirerek sorayım: “Değmez miydi?”
Siz ne dersiniz?
(Devam edecek)
Abdullah Gürgün
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Be Anlaradaydım o zaman. Bu soygunu iyi hatırlıyorum. Güzel anlatmışsın,kalemine dağlik.İlk fırsatta kitap ı almaya çalışacam.
Selamlar Abdullah kardeşim..