İlgi duyarak bakıp incelediğiniz bir nesnede, görmediğiniz bazı şeylerin de var olduğunu sonradan öğrenirseniz ne hissedersiniz? Ya onlar, tekrar tekrar baktığınız halde görmediğiniz şeyler ise… ? Ne kadar dikkatsiz mişim,..
İlgi duyarak bakıp incelediğiniz bir nesnede, görmediğiniz bazı şeylerin de var olduğunu sonradan öğrenirseniz ne hissedersiniz?
Ya onlar, tekrar tekrar baktığınız halde görmediğiniz şeyler ise… ?
Ne kadar dikkatsiz mişim, gözümden kaçmış; bakıp da görmemek buymuş işte, demekle yetinebilir misiniz?
Bakıp da görmemenin nasıl bir şey olduğunu mu düşünmez misiniz hiç?
Mikelanj‘in yapıtlarını sadece sanatseverler değil herkes bilir, zevkle izler. Ben de öyle.
Ne var ki, İlber Ortaylı‘dan okuyuncaya kadar, Mikelanj’ın Roma’daki Musa heykelinde boynuz olduğunu bilmiyordum.. Belki de görmüşüm de ilgilenmemişim. Bir kutsal kişinin boynuzları da nereden çıktı merak edip sorgulamamışım!…
Gariplik eski İbranice‘den İncil‘e yansıyan bir çeviri yanlışından kaynaklanmış. Sina Dağı‘ndan elinde 10 emir ile gelen Musa‘yı tanımlarken İbranicedeki Karan sözcüğünün yerine, Keren diye okunan sözcük tercüme edilmiş. Arapça gibi, İbranice de, yazarken sözcüklerin yapısında ünsüz harfler esas alınıyor. Bunlar okunurken, araya konan ünlüler farklı olursa, sözcüğün anlamı da değişiyor.
İbranice‘deki ünsüz KRN harflerinin arasına, A ünlüsü konursa Karan, ışıklar saçarak gelen ; E konursa Keren, boynuzla gelen anlamları çıkıyor!
Yanlış tercüme 3.yy’ da İbraniceden Grekçe‘ye oradan da Latince‘ye geçip, Mikelanj‘a kadar gelmiş böylece.
Botticelli‘nin de, Musa’nın eylemlerini resmettiği tablosu var ama, Musa‘ların hiç birinde boynuz yok. Buna karşın Chagall‘ın Nice Müzesi‘ndeki resminde Musa‘nın, boynuza da, ışık parlamalarına da benzeyen, bir yapı var kafasında.
Bakmak-görmek ilişkisi insanın başlangıcından beri evrilerek gelişiyor. Hem bireydeki nörobiyolojik gelişmeyle; hem de “Kültürel zaman” kavramı içinde.
Önceleri insan, kendisi ile dış dünya arasındaki ayrımın farkında değildi. Doğa, insan vücudunun inorganik devamıymış gibi algılanırdı. Bu dönemin ne kadar devam ettiğini bilmiyoruz. Milyonlarca yıl diyebilirsiniz.
Ama bildiğimiz bir şey var. Özne olan İnsan, kendini nesne olan dış dünyadan ayırabilecek nörobiyolojik evrim düzeyine erişmesiyle, nesnel olanı algılaması da değişir. Baktığı doğayı artık daha doğru daha nesnel “görür“.
Ne var ki bu kez de, gerçek doğanın (nesnelliğin) gücünden ürker, onunla baş edebilecek türden imgelerini ve kendi işaretlerini üretir; kendi içini görünür kılmak için ürktüklerini iki boyuta indirip, mağara duvarına çizer, yani soyutlar.
Ürküntüsünü yenecek gücü, kendinde hissetmek içindir aslında bu. İnsanın nesnelliğe ulaşması, bu nesnellikle baş edebilecek gücü kendisinde toplamasıyla orantılı olarak, giderek bilgisi de çoğalır., İnsanın bilgilenmesi, soyutlama yetisinin gelişmesi ile başlamıştır deriz, o nedenle.
Bu, aynı zamanda insanın sanat yaratısının da başlangıcıdır.
Öznenin nesneden ayrılmaya başladığı bu dönem, soyut (imgelerle) düşünmenin de başlangıcıdır.
Günümüzde de devam, eden farklı bir görme biçimi başlamıştır artık insanda:
“Bakılan“, örneğin ağaç (nesne olan), “ağaç” adıyla beyine kaydedilir. Bakılmasa da imgesi ile düşüncede “görülecek” hale dönüşür ağaç.
Doğumdan itibaren böylece beynimize işaretleyerek kaydedilip depoladığımız tüm imgeler, bizim görsel düşüncemizin kullanacağı temel malzeme olacaktır. Her şeyimiz budur.
Felsefecilerin Eidetik yapı, Eidetik zihin dediği de budur
Yaşamımız içinde giderek zenginleştirdiğimiz bu malzemeyi, yeni duygular geliştirmede, yeni bilgiler türetmede, kullanacağız ki, bu da davranışlarımızı, kişiliğimizi, kısaca tüm “bizi” oluşturacaktır.
Sanatçı, iç dünyası ile şekillendirdiği yapıtını, dış dünya ile ilişki kurma güdüsüyle yaratır.
Bunu, izleyene kendi duygulanım enerjisini aktararak yapacaktır.
Yapıta bakan ise, sanatçının duygulandırıcı enerjisini yakalar, algılar; gelen uyarılar, izleyicideki duygulanımının titreşimlerini tetikler. İzleyicinin duygulanımının derecesi ise, onun Eidetik yapısı (ya da daha basit ifadeyle, ondaki görsel birikim) oranında, ya yüzeyel, ya da derin duygulanım şeklinde ortaya çıkacaktır.
Eidetik yapı ile derin duygulanım arasında, Kandinsky‘nin kurduğu ilişkiyi unutmadan, tekrar Mikelanj‘a dönersek:
Genel olarak bir yontu ile derin duygulanım yaratabilme, resime oranla zor olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü kullanılan malzeme taştır, bunun da gözün retinasını etkilemesi, resimde kullanılan malzemeye oranla güçtür. Yontu, üstünkörü bir bakışta, bir yapı, construction, izlenimi bırakır. Beyine de bu özelliğiyle kaydolur hemen. Mikelanj‘ın yontusu ise, yaydığı duygulandırıcı enerjinin gücü ile, benim ayrıntıyı yakalamamı perdelemişti herhalde diyebiliyorum!. Bakmanın, bende görmeye dönüşememesinin nedeni, bu olsa gerek.
Şu dersi de çıkarıyorum:
Yapıt, duygulanımların aktarım nesnesidir. Sanatçı, yapıtıyla duygularını ortaya koyarak, sorumluluğunu tamamlamıştır.
İzleyici olarak bize düşen sorumluluk ise yapıttaki duygulandırıcı enerjiyi fark etmek, algılamak, yani onu görmektir.
Böylesi bir görmenin ne işe yarayacağını, zahmetine değip değmeyeceğini soranlara, cevabım kısaca şudur:
Sanatta görebilmek, baktığımız pek çok başka şey için, bir yabancının gözünü ödünç alıp kullanma alışkanlığından kurtaracaktır bizi.
O nedenle, zahmete değer!…
Prof. Dr. Orhan Arıoğul
Kaynakça:
M. Kagan Estetik ve sanat dersleri, İmge kitabevi Temmuz 1993
Özkan Eroğlu, Sanatta Derin hislenmenin Felsefesi Tekhne yay. 2014
Wassily Kandinsky Sanatta tinsellik üzerine Çev. Özkan Eroğlu Tekhne yay.2017
Şafak Ural Bilim tarihi, Kültürel Zaman, ve Fuat Sezgin. www.safakural.com. 2019
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.