Kimi sorular vardır ki, ardında cevabı bulacağımızı sandığımız adres doğru değilse, işiniz zordur. Örneğin, Nereden geliyoruz? Kimiz? Nereye gidiyoruz? türünde soruyu, ya hiç sormamalısınız, ya da, cevabı nerede bulacağınızın ön-sezisini geliştirmiş olmalısınız…
Kimi sorular vardır ki, ardında cevabı bulacağımızı sandığımız adres doğru değilse, işiniz zordur. Örneğin, Nereden geliyoruz? Kimiz? Nereye gidiyoruz? türünde soruyu, ya hiç sormamalısınız, ya da, cevabı nerede bulacağınızın ön-sezisini geliştirmiş olmalısınız.
Üzerinde “Din” yazan kapı, bu tip sorularınız için sizi buyur eder, cevabın kendilerinden çabucak öğrenileceğinin umudunu fısıldar: ama içerdekiler, verecekleri cevapları kendi kalıpları içinde sorgusuz sualsiz doğru kabul etmenizi isterler hemen. “Dediklerimizi yargılayacaksan başka kapıya ” der gibidirler. Acaba doğru kapıda mıyım? kuşkusu düşer içinize.
Üzerinde Bilim yazan kapıyı çalarsanız duyacağımız söz, “çalışıyoruz, çok meşgulüz, bir şeyler bulur gibiyiz ama kesin değil; doğru cevabı bulursak gelir öğrenirsin” olacaktır. İçeride gördükleriniz ise, o kadar bambaşka bir dünya gibidir ki ve çalışanların yaptıkları işler, o kadar sizin dışınızda dır ki,onların bulduklarını zaten anlayamayacağınız korkusu yayılır bu kez içinize.
Felsefe yazan kapı hep açıktır, çalmaya gerek yoktur, o nedenle. “Önce aklını özgürleştir ve terbiye et sonra gel, En azından üç bin yıldır yazılanı çizileni okuyacak gücün varsa hemen işe başla, belki bir cevap bulursun; ya da, en azından bulduğunu zannedersin sonunda”, der oradakiler..
Çok uzun iş bu. diye düşünürsünüz. Altından kalkamayacağınızı hissedersiniz. Bir varlık olduğunuza göre, varlığın ötesini berisini kurcalayan bir felsefe türü vardır elbette! Başka yerde bir şey bulamazsan, belki dönerim, fikri iyi gelir bir anda size.Ya da, tüm felsefe tarihi yerine, felsefenin bilimsel olanına, bilime göndermeleri olan- nesnelliğe yakın duran-türüne dönebilirim en azından, dersiniz ve çıkarsınız kapıdan.
Ancak, bilimcileri beklerken pek de kötü Iş olmazdı felsefede dolaşmak, gibi bir takıntı kalır gene de içinizde. Umudu canlı tutmak iyidir ne de olsa!
Sanat yazan kapıdan baktığımızda ise, maskeli festival benzeri şenlik görürüz içeride. Her maskeli kişi, hünerini sergilemektedir. Tuval boyamakta, yontuyu tamamlamakta, yazı yazmakta, mim, tiyatro, kompozisyon, yapmakta, performanslarını göstermektedirler.
Maskeleri olduğu için tanıyamazsınız onları. Bir bütünün parçaları gibidirler. Başkalarının duygularını titreştirecek, sözcük bulamadığımız için”güzel” diyebildiğimiz bir yapıt ortaya koyma telaşındadırlar. Kendi derinliklerinden en insansı olanı bulup çıkarmaya çabalamaktırlar. Sanatçılardır onlar!.
Şu sorularıma cevabı olan yok mu? diye seslendiğinizde, kimileri yanınıza gelir.
Biri, ben bu sorduklarını tabloma bile yazmıştım zamanında:renklerimle, koyduğum simgelerle de cevaplamaya çalışmıştım onları.Hatta, tablomu doğum, yaşam, ölüm, sonra tekrar doğrum çemberi gibi tasarlamıştım der.
Tablosuna, imzası dışında yazı yazan ressam pek yoktur. Tanırsınız hemen.
O, Gauguin‘dir.
Soru cümleleri kullanmışsın, soru işaretini unutmuşsun ama! derseniz, vereceği cevap: “Onlar sana göre soru, bana göre çemberin parçaları. Soru işaretleri çemberi böler, dağıtır., Ben tablomda,Tahitili insanlar, hayvanlar ve doğa görüntüleri üzerinden, aslında tüm doğa döngüsünün bütüncül örneğini verdim sana. Anlasana! Döngünün soru işaretleriyle kırpılıp dağıtılmasını akıl dışı bulurum, o nedenle kullanmadım” olacaktır. Soru işaretsiz soru cümlelerin ne anlama geldiğini düşünürken, peki sonra? der gibi olursunuz, yanınıza bir başka kişi gelir:
“Olacağı buydu! Tablosun tamamlamış, Sonra,Tahitide yaşadığı o güzelim köyden çıkmış, civardaki tepelerden birine intihar etmeye gitmiş!!
Hep söylerdim ya, sonu ölümle biteceği kesin olan yaşamı devam ettirmek saçmadır, insana bulantı verir. Yaşamın kendisi de bir “hiçliktir” ve saçmadır o nedenle. Ne var ki, gene de, insan hiçliğin bilincine varmalı ve , baş kaldırmalıdır ona. Yaşayarak göstermelidir bu başkaldırısını. Belli ki Gauguin, bu gücü bulamamış kendinde. Yazık! “
Camus‘dür bunlar söyleyen.
Onu, saçmalık, bulantı, başkaldırı, sözcükleri ele verir size.
“Neyse ki intiharı başaramamış da, bir süre daha yaşamış” der oradan kimileri.
Konuşmaları dinleyen, asık suratı ve maskesinin gizleyemediği öfkelisyle biri çıkar ortaya :
“Tablosuna yazdıklarının kendisini selamete çıkaracağını umuyordu, olmadı işte. Çok sevdiği kızının ölüm haberi onu yıkmıştı zaten... ” İnanır gibi olursunuz.
“Tüm bilinmezlikleri tekeline alan hayatın, ölümden fazla ürküntüntü verdiğini” söylememiş miydim size?
Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkla tek bir gerekçeye sahip olsaydı, kendini yok ederdi zaten.
Kendimiz olan tek bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak doğrulanabilir bir gerçeklik, her an kavranabilen ancak hiçbir zaman kabullenmeye cesaret edilemeyen ve tüketilmeden önce gündeme gelen, uygunsuz, ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu. Gerçek ölçüt odur (hayat değil) ” der bu asık suratlı zat.
Bu kadar tiksindirici ifadeyi bir araya getirebilecek kişi Emil Michel Cioran‘dan başkası olamaz dersiniz!
Sırtını dönüp gitmeden önce de, şu ürpertici cümlesini fırlatır yüzünüze: Albert’in bahsettiği “hiçlik var ya; hayatın bütününe bir anlam katmaz, ama hiç değilse, hayatın olduğu hal içinde sürdürülmesine yardımcı olur: Bir intihar etmeme hali” dir bu !
Boğulma hissi ve ürküntü ile, Sanat yazan kapıdan, dışarı zor atarsınız kendinizi.
Gene mi yanlış kapı çalmışım diye düşünürsünüz.
Başka kapı arayacaksınızdır belki, ama aklınız ressamda kalmıştır. Edebiyatçıların kafanıza tokmakla vura vura kabul ettirmeye çalıştığı kendi gerçekliklerini, ressam ne kadar da kibar, ne kadar duygu yüklü, ne kadar anlamlı, ne kadar zarif biçimde, iletmiştir size . Ne kadar alçak gönüllüdür o!
Yapıtı ise, duvarda sizin kendisini farketmenizii sessizce beklemektedir sadece:
Nereden geldik, kimiz, nereye gidiyoruz. Soru işaretsiz!…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.