“Geleceğe doğru yaşarız, geriye dönüp anlarız” demiş ya filozof, benim de zaman zaman geriye bakasım gelir. Yolu yöntemi ne olmalıdır geriye bakmanın? Nesnel özgeçmişimin, kendime de başkasına da pek sözü..
“Geleceğe doğru yaşarız, geriye dönüp anlarız” demiş ya filozof, benim de zaman zaman geriye bakasım gelir. Yolu yöntemi ne olmalıdır geriye bakmanın? Nesnel özgeçmişimin, kendime de başkasına da pek sözü olmaz. Şurada doğdum, burada okudum, şu işi yaptım, şunu başardım bunu başaramadım, dememi kim ne yapsın.
Özgeçmişimin öznel olanı ise, bunca yılın yaşanmışlığını barındırdığından, içi karışık kırkambar gibidir ki anlatmaya başlasam, bitmez. Ama kimse sadece içinde olduğu zamanda yaşamıyor; farkında olsun olmasın, sürekli yeniden yarattığı anılarındaki geçmişiyle birlikte yaşıyor. Anımsama dediğimiz şey, yaşananı bütünüyle geri çağırmak değil de; dağınık anı parçacıklarından yeni bir şey üretmek. Parçaları tamirde değil, yeniden “yapmalar” için kullanmak. Anı parçalarımızın yapıştırıcısı ise, sonraki dönemlerimizde edindiğimiz bilgi görgü inanç, yani bizi kendimiz yapan her şey olacaktır. Zaman içinde “yeni yeni anı resimler“imiz de böyle şekillenmiştir zaten…
Anılarımızı geri çağırma işi, tüm yaşamı kapsayacak bir değerlendirme amaçlı yapılabilir kuşkusuz. Ama yazıya dökme niyetinde iseniz, yalnızca anı biriktirmiş olmanız yetmez. Hem kimliğinizin ve yaşadıklarınızın, okuyucunuzu davet edebilecek türden olması, hem de, Proust ya da Salah Birsel gibi, yazınsal beceriniz olması gerekir. Buna karşı, Kırkambar‘daki herşeyi önce ortaya saçıp sonra tümünü tekrar toparlamak gibi zor çabaya girme yerine, aradan birkaç parça seçip, sonra “bugünkü kendimiz” ile seçtiklerimizi bir araya getirme işi de hiç kötü fikir sayılmaz. Herkeste yeterli malzeme çıkacaktır bunun için.
Sizinkini bilmem, benim ilk on yılımın ilk yarısı savaş. Birkaç görünüm var oradan: Dolapta çamaşırlar arasına sakladığım “kocaman siyah bir somun ekmeğin görüntüsü” örneğin. Dört yaşında çocuk evdeki ekmeği niye saklar?. Kendine masal anlatan yaşlı teyzeye vermek için!. Masalları arasına kattığı, muhacirlikte çocuklarına ekmek bulamadığı dönemin çaresizlikleri, belli ki etkilemiş beni. Savaş acı, korku, yoksulluk umutsuzluk dolu bu öykülerın tortuları sonraki zamanlarımda hep karşıma çıkıyor. “Nüfus Cüzdanı“ımdaki “Ekmek karnesi verilmiştir” damgası ise o siyah ekmeği hatırlatıyor.
O dönemden kalan diğer görüntü, Işıkları örten koyu “mavi kağıtlar“. Akşamları evlerin pencerelerine kaplanıyorlar; gece dışarı ışık sızmasın diye. Düşman tayyarleri gelirse korunmak için olduğunu öğreniyorum aklım erdiğinde. Ama düşman ne demektir, bilmiyorum ki. Sonra Kütahya… İstanbul‘daki korkudan uzak kalmak için herhalde. Mavi kağıtlar, orada gazlı “idare fenerleri“ne de kaplanmış. Taşlı sokaklarda gece ellerinde bu ölü ışıklarla dolaşanların görüntüsü masaldaki hayaletleri çağrıştırıyor… Tıpta okurken bir hocamız, “Arkadaşlar Cumhuriyet benim için ışıktır; kasabamızda cumhuriyet baloları yapılırken her yer ışıl ışıl olurdu” dediğinde, ışıkları örten koyu mavi kağıtları tekrar hatırlıyorum. “Işık-Cumhuriyet” ile “Karanlık-Savaş” karşıtlığı, daha da pekişiyor.
İlk 10 yılımın ikinci yarısı. Sislerin biraz dağıldığı dönem. “Komünistler geldi-gelecek” korkusu… İlkokul. Siyah önlük beyaz yaka; herkes bir örnek… Okumayı sökmenin sevinci… Okulda Hacivat -Karagöz var. Ama film gösterilerinde hep savaşlar. Amerikalılar düşmanlarıyla savaşıyorlar. Bizler Amerikalıları tutuyoruz. Böylelikle “düşman“ın ne olduğunu da öğrenmiş oluyorum. “Amerikalıların savaştıkları insanlara düşman denir!”. Onlar, artık bizim de düşmanımız. Oyunlarda herkes Amerikalı olmak istiyor. Düşman olmayı ancak dönüşümlü olursa kabul ediyoruz; oyun devam etsin diye. Benzer filmler 25 yıl sonra, askerde, Samsun Sahra Sıhhiye Okulu‘nda da karşıma çıkıyor. Jeneriklerinden tanıyorum.
Komünistler kimdi?. Ruslar. Peki onlar kim?. Okulda büyük haritalar asılı. Oklar Türklerin, yani bizlerin, gittiği yerleri gösteriyor. Haritalar için pek bilgi veren yok. Öylece asılmışlar. Bakıp Ruslar da Türkmüş meğerse, diyesim geliyor. O halde, korkmaya da gerek yok. Zaten Amerika ile de savaşmamışlar. Amerikalı olmaya devam… Evde iki ciltlik çocuk ansiklopedisini karıştırmak çok zevkli.
Kütüphanemizdeki kimi kitapların adlarını garipsiyorum. Basubadelmevt, Adolf, Zadig, Aklıselim. adları tuhaf geliyor bana. Aklıselim adlı kitabını açınca bir papaz resmi çıkıyor. Altında Rahip Meslier yazılı. İçinde, “Tanrıyı boşuna aramayın bulamazsınız. Aklınıza güvenin sadece” türünden nasihatımsı sözlerle karşılaşıyorum. . Babama aklıselimin ne olduğunu soruyorum. Sınıftaki Selim ile kitabın ilişkisini öğrenmek istiyorum. “Doğru düşünmek” diyor babam. Kafam iyice karışıyor. Göztepe istasyon yanı camiden “Allah Uludur…Tanrıdan başka yoktur tapacak…” sözlerini duymuşluğum var çünkü. Var-yok meselesi çocuk kafamı karıştırıyor. Sorularımın altından kalkamıyorum. Çocukluğa devam, en iyisi..
Çok sonra kitabın öyküsünü öğreniyorum. Aydınlanma döneminin tüm düşünürlerine rehber olmuş meğerse bu kitap. Osmanlının son döneminde de dilimize çevrilmiş. Cumhuriyetten sonra Atatürk, yeniden basılmasını istemiş. Bizdeki işte o baskı imiş. Şimdiki Türkiye‘de pek çok kişiyi, hacıyı hocayı ve siyasetçiyi ürkütecek, “cehennemi boylarız” diye el bile süremeyecekleri kitabı, anlamadan karıştırıp durmuşum çocukken. Kitabın yayınlanmasını isteyene karşı sonraki dönemlerde sürdülen kin, aydınlığı örtme çabaları ve ikiyüzlülükler, bana hâlâ “Aklıselim” kitabını hatırlatıyor.
O dönemden, kağıdının parlaklığı yumuşaklığıyla anımsadığım iki kitap daha var. Biri “Yurttaşlık bilgileri“. Devlet nedir, Parti nedir, Seçim nedir, Gümrük nedir, Vergi nedir,? Basit kısa cümleler ve resimlerle anlatılmış her şey. Kimi resimleri aklımda. İçindekiler, bazen okulda işime yarıyor. Ama esas unutamadığım, kağıdın pırıltısı. Kağıdı ve resimleri için seviyorum onu. Diğer kitap ise: “Geometri“. Yazarı ise Atatürk.
Dışarıda, topraktan yapılma boyalı bilyalar ile oynadığımız bir oyun var, adı: “Müselles“. Üçgen, açı, dörtgen, yamuk sözcüklerini okuldan biliyorum .Geometri kitabında da var bunlar. Üstelik Atatürk yazmış. Ama, yere üçgen çizerek oynadığımız oyunun adı, hâlâ müselles. Toprak bilyalar kaybolup, yerine, içi ebruli renkli cam “cicoz“lar gelinceye kadar devam ediyor bu ad. Cicozlarla müselles oynanamıyor. Biz de cicozlu “kafa-karış” oyununa evriliyoruz!..
Zıplamayan topa benzer bir şeyin arkasından koşturduğumuz yer ise, Camii yanı. Çayırlık. Benim, “Allah Uludur“u ilk duyduğum yer. Adı İhsan‘dı galiba, imamın oğlu; okuldan arkadaşımız; “Allah Uludur…” sesi geldiğinde ortadan kayboluyor. Biz koşturmaya devam ediyoruz. İhsan Camiiden gelip bıraktığı yerden oyuna katılıyor.
İlk on yılımın sonuna doğru okul müdürümüz “çocuklar yakında demokrasi geliyor öğrenmeniz gerek” diyor. Bilgilendirilmeye başlıyoruz. Demokrasi denen şey, öyle zannedildiği gibi herkesin kafasına göre hareket etmesi değilmiş. O özgürlük de getiriyormuş ama “bizim özgürlüğümüz başkalarının özgürlüğünün sınırına kadar olabilecekmiş.Fazlası değil“. Nedense bu sözü pek kavrayamıyorum!. Evde babama soruyorum “oğlum ekonomik özgürlük olmadan diğerleri hiç olmaz” diyor. Ben de onu hiç anlamıyorum!.
Oysa partisi bile varmış demokrasinin!.
Ve sonra, el resminin altında “Yeter Söz Milletindir” yazılmış afişleri görüyorum .
“Sonunda geldi işte” dendiğini duyuyorum…
Kırkambar‘ımdaki kırklı yıllardan ilk bunlar çıktı. Diğerleri yerinde..
Filozofun “geriye doğru anlarız” dediği ne olmalı?
“Yeter“lerimizi usanmadan tekrarlayıp duruyoruz. “Yeter“lerin hangisini anlamamız gerekir şimdi?.
En iyisi geleceğe, yani sonraki “yeterlerimiz“e doğru, yürümeye devam etmek…
Filozofun “geleceğe doğru yaşarız” sözüne kulak vermek yeter belki de…
Prof. Dr. Orhan Arıoğul
Not:
Filozof dediğim Kierkegaard‘dır
Tıp’taki hocamız Özcan Köknel‘dir
Camii dediğim ise, Göztepe Tütüncü Mehmet Efendi Camii‘dir.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.