Önümde bir Alman dergisi duruyor. Bir foto muhabiri, kent dışı bir yolda bir otomobil kazasına tanık olmuş. Gelip geçen otomobil sürücülerinin umursamazlığını saptamak için makinesine davranmış. Birbirinden ilginç yirmi resim..
Önümde bir Alman dergisi duruyor. Bir foto muhabiri, kent dışı bir yolda bir otomobil kazasına tanık olmuş. Gelip geçen otomobil sürücülerinin umursamazlığını saptamak için makinesine davranmış. Birbirinden ilginç yirmi resim çekmiş. Araçların hiçbiri durmuyor. Sürücüler kanlar içinde baygın yatan kadınla, ona eğilmiş yaralı kocasını görmezden gelip geçiyorlar. Herkesin işi gücü, randevusu, acelesi var. Arkadan gelenlerden biri elbet ilgilenir umuduyla gaza basıp gidiyor. Arkadan gelen de daha arkadan gelenin insafına güvenip aynı umursamazlıkla gözden kayboluyor. Foto muhabirinin son karesi, çaresiz kalan adamın kanlar içindeki kadını kucağına alıp taşıma denemesini saptamış. Belli bir şey ki, fotoğrafı çeken de ancak ondan sonra yaralıların yardımına koşmuş. Onda bile meslek aşkı, sansasyonel bir röportaj yapmak hevesi insanlık ödevini biraz olsun erteletmiş.
Geçen hafta Milliyet redaksiyonunda bir fotoğraf gördüm. Ağır hasta bir adam sokakta yere oturmuş, bir ineğin memesinden süt emmeye çalışıyor. Çevresinde çocuk, büyük beş altı kişi onu seyretmedeler. Hatta biri gülüyor. Oysa, kendi yazgısı ile başbaşa bırakılmış bu kimsesiz adam, toplumdan göremediği şefkati bir ineğin memelerinde arıyor. Bu fotoğrafı bana gösteren Tümer arkadaşım gözlerimde beliren yaşları görünce hemen geri çekti. Sonra Pendik‘teki bu mutsuz hasta hakkında bilgi verdi. Hiçbir yazı, hiçbir açıklama, hoyrat gerçeği bu fotoğraf kadar acı yansıtamazdı.
Biz pek ayak uyduramıyoruz ama, büyük çoğunluk artan hoyratlıkla orantılı olarak duygusallığını azaltıyor, giderek büsbütün yok ediyor. Acımaktan kaçıyor herkes… Arkasından yardım gerekecek diye “Allah acısın” deyip insanlık borcunu sırtından atıveriyor sokaktaki adam. “Benden atlasın da nerde patlarsa patlasın” diye umursamazlığına atasözleri hikmetinden bir kılıf giydirmeye çalışıyor yarı aydın. Aydın bozuntusu da acımayı bir irade zaafi sayan Niçe‘nin papağanı kesiliyor bu durumlarda. İşine geldiği için.
Kendi derdimiz başımızdan aşkın, bir de başkasının derdi ile uğraşacak vaktimiz yok. Bencillik özveriden çok daha rahat.
Geçen hafta, Uğur Dündar üşenmeden, gitti karakışın ortasında Çaldıran‘da çadırlarda soğuktan kırılan yurttaşlarımızın perişan halini bizlere ekrandan yansıttı. Depremde yersiz, yurtsuz kalan bu mutsuz insanlara “Devlet Baba” konut vaat etmişti. Bütün yurt onlara yardım için seferber olmuştu. İlk hızla bulup buluşturup yollananların büyük bir kısmının onların ellerine varmadığına dair söylentiler çıkmıştı. Ve her milli felakette olduğu gibi, ilk heyecan ve yardım hevesi saman alevi gibi geçmişti. Bugünkü acı gerçek, onları karakışın ortasında, soğuk denen acımasız güçle başbaşa bıraktığımızdı.
Ekrana gelen köylüler, barındıkları çadırlarda artık yakacak tezek ve lastik bulamadıklarını, günde bir iki küçüğün soğuktan öldüğünü söylüyorlardı. Kar dediğin, hele güneş de vurunca, insanın içini açar. Temiz hava, sağlıklı hava, bol bol nefes alma, kanına oksijen doldurma hevesi verir. Ama aç ve açık olunca o güneşli kar da, o sağlıklı hava da insanın acımasız katili oluyor. Hele soğukla bu savaşım aylarca sürünce, en dayanıklılar bile, bir yerde, fire veriyor. Pırıl pırıl karların sürdinlediği bu cinayet karşısında, “Devlet Baba” başta olmak üzere, hangimizin kılı kıpırdadı? Ortaçağda bile insanlar doğa ile savaşımda böylesine yetim bırakılamazdı. Ve ötede alay eder gibi yeni konutların yarım kalmış duvarları görülüyordu. Üstlerine kar yağmış çarpık taşları ile acı acı gülümsüyorlardı. Karakıştan önce bitirilmiş olması gereken bu inşaat neden bitirilemedi? Neden yörenin âdetleri hesaba katılıp evlerin yanına hayvan ahırları düşünülmedi? Bu işleri üzerlerine alanlar neden insan canı konusunda bu kadar vurdumduymaz, sorumsuz ve utanmaz olabiliyorlar?
İnsanca dayanışmayı sade sosyal bir zorunluluk olarak değil, candan bir insan sevgisinin manevi borcu olarak bellemiş bir uygarlığın insanları olarak bu şimdiki durumdan milletçe utansak yeri değil mi?
Yine gazeteci yükümlülüğünün bilincinde başka bir arkadaşımız, Emin Çölaşan, geçen hafta Milliyet‘te, yine “Devlet Baba”nın üvey evlat saydığı ve nimetlerinden yararlandırmadığı 297 kişilik bir başka grup yurttaştan söz açtı. Karakışta soğukla, yazgılarıyla başbaşa bırakılan deprem kurbanları gibi, hepsi hasta, yaşlı ve küskün olan bu yurttaşlar da bugünün ağır iktisadî koşullarının karakışında sefalete terk edilmişlerdi. Kimdi bu 297 kişi? Hepsi de İstiklal Savaşı’nın ünlü kahramanları, ödev şehitleri, yurtseverlik sembolü seçkin insanların, örneğin Mareşal Fevzi Çakmak‘ın, Ziya Gökalp‘ın yaşlı, hasta, yoksul, kırgın yakınları… Bir zamanlar her biri hakkında ayrı ayrı yasa çıkarılarak “Vatana Hizmet” aylığı ile onurlandırılan bu insanların yakınları bugünkü koşulların komikleştirdiği 200 ya da 300’er lira maaş alan insanlar…
“Devlet Baba”nın sosyal güvencesiz bırakmamaya çalıştığı her çeşit yurttaş arasında “Vatana Hizmet Cetveli”nden maaş alan şu 297 kişi kadar düşük maaşlı insan yok! Bu sayın yurttaşlar, asker ve memur dul ve yetimlerinin zaman zaman yararlandığı katsayı artışlarından, pahalılık zamlarından, maaşların yeniden ayarlanmalarından, hiç hissedar olamamışlar, dışarda unutulup kalmışlar. Nuhu nebîden kalma miktarları almaktalar. Nedense, gelmiş geçmiş iktidarlar, bu 297 kişinin yazgısı ile ilgilenmek gereğini duymamışlar. Belki de 297 sayısını oy kavgasında kazanılmaya değer bir kalabalık saymadıklarından olacak, onların mağdurluğunu gidermek, onların hakkını korumak çabasına üşenmişler.
Emin Çölaşan gitmiş, Ç cetvelini incelemiş, bir zamanın kahramanlarının yakınlarına bugün reva görülen hazin rakamları bir bir ortaya seriyor.
Geçenlerde, Rauf Mutluay arkadaşım, “Vefa Yalnız Bir Semt Adı mı?” diye nefis bir yazı yazmıştı Cumhuriyet‘te. Bu gidişle öyle olacağa benzer. Yarınki sözlüklerde şöyle açıklamalara rastlarsak hiç yadırgamayalım:
Vefa 1) İstanbul’da Şehzadebaşı’nda bir semt. Bozası ile ünlüdür. 2) Bir spor kulübünün adı. 3) Artık kullanılmayan eski bir sözcük. Eski kuşaklar, “Sevgisini saygısını sürdürmek, iyiliğe karşı bir gönül borcu, bir iç yüküm duymak” gibi modası çoktan geçmiş birtakım lüzumsuz duyguları bu sözcükle ifade ederlerdi.
5 Şubat 1978
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.