Sosyal çürüme, Aydınlanma dönemini takiben, burjuva mülkiyetçiliğinin insan emeğini, kendi kendisine yabancılaştırması süreciyle başlamıştır. Emeğinin ve dolayısıyla da zamanının, kendi asgari ihtiyaçlarını karşılayacak miktarının dışında kalan tamamını, üretim araçları ve..
Sosyal çürüme, Aydınlanma dönemini takiben, burjuva mülkiyetçiliğinin insan emeğini, kendi kendisine yabancılaştırması süreciyle başlamıştır.
Emeğinin ve dolayısıyla da zamanının, kendi asgari ihtiyaçlarını karşılayacak miktarının dışında kalan tamamını, üretim araçları ve sermaye sahibinin eline teslim eden insan, birey olarak kendi kendisini yeniden üretecek olan şartları kaybetmişti. Dolayısıyla hem kendine, hem de emeğine karşı yabancılaşma sürecine girmişti. Her şeyin para ya da mal ile sahiplenildiği bir sistemde; hayata hiçbir para-mal ya da üretim aracı sahibi olmadan ya da büyük aile ve klan koruması altında olmadan başlayan insanın, yegane mülkiyeti olan, kişisel emeği de, artık üretim araçları sahiplerinin değerlendirmelerinin insiyatifine kalmıştı. Daha önceleri büyük ailelerin tarımsal üretim yapılarında, büyük hanelerde birlikte geçinerek yaşayan insanlar, ekonomik yapının, aile dışı işletmelerde, üretim araçları ve sermaye sahiplerinin yanında ücretli emek ile çalışma eksenine kaymasıyla birlikte, ya küçük çekirdek aileler ya da tek başına yaşayan bireyler konumuna dönüşmüşlerdi.
Kapitalist ekonomik sistemle işleyen dünyada, üretim araçlarına sahip olmayan bireyin en temel gereksinimlerini karşılayabilmesi için tek güvencesi artık tamamen kendi emeğiydi ve kendi emeğinin değeri, süreci, güvenliği ve güvencesi, hepsi, kendisi dışında bir kısım sermaye sahibinin insiyatifine bağlıydı. Bu durum, hem toplumsal yapı içersinde, hem de kendi bireysel yaşamları kapsamında, sermaye ve üretim araçları sahiplerini kapasiteleri ölçüsünde etkin, karar verici ve kader tayin edici unsurlar konumuna, emek sahibi kitleleri ise; edilgen ve kaderlerinin sermaye sahiplerinin insiyatifine bağlı olması konumuna getirmişti.
Toplumda tek başlarına, güvencesiz olarak kalmış olan kitleler, eğer ki kişisel hak ve özgürlüklerin sağlanmış olduğu, demokratik bir devlet yapısı altında değillerse, işsizliğin, ya da düşük ücretlerin, sosyal güvencesizliğin, yoksulluğun, hastalıkların, yıkımların, kriz ve savaşların getirdiği yoksunluk ve sefalet içindeyseler, acılarını dindirecek bir takım ağrı kesiciler arayışına girerler. İşte Marks’ın “Din halkın afyonudur.” sözü bu durumu yansıtır. Bu sözden; din halkları uyutan bir yapıdır, anlamı çıkaranlar ciddi olarak yanılmaktadırlar. Afyon metaforu uyuşturucu anlamında değil ağrı dindirici anlamında kullanılmaktadır. Marks’ın işaret ettiği şey; sonsuz tanrısal merhamet ve mutlulukla donatılmış yaşamları içeren aşkın evrenleri vaadeden, doğa üstü sosyolojik yapı ve kurumlar, güvencesiz kitlelere, acılara karşı katlanma gücü veren, sığınma unsurlarıdır. Ama sömürücü iktidarlar tarafından siyasallaştırılarak, kitleleri, maddi dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırarak, doğaüstü inanç ve beklentilere sürükleyebilirler.
Evet, kitleler dayanma gücü olarak bilim ve akılcı felsefe yerine, doğa üstü inanışlara yönelirler. Çünkü; doğa üstü inançların, bilimin yüksek formüllerine ve felsefenin yüksek mantığına göre, anlaşılması daha kolay, ulaşılabilirliği daha basit ve maddi bedelsiz, vaatleri ise daha yüksek ve sonsuzdur, insanlar akıllarını doğa üstü mutlak varlıkların sonsuz merhametine ipotek edebilirler, ayrıca mutlak varlıkların hükümleri dikkate alınmadıkları takdirde, vaat edilen bedel ise sonsuz ve cehennem ızdırabıdır. Bu durumu göz önüne alan, neoliberal kapitalist sistem tarafından fonlanan bir takım eğitimciler, ideologlar, kanaat önderleri, medya kurumları ve sanatçılar, ülkelerde; dayanışmacı, akılcı, kamucu, toplumcu ve bilimci ideolojilerin, kültürün ve sanat akımlarının yerine bireyci, doğa üstü, ruhçu, ırkçılık eksenli milliyetçi, mikro kimliğe yönelik etnik kökenci, mezhepçi, yani böl ve yönetçiliğe dayalı eğitim, ideoloji, kültür ve sanat akımlarını yayarlar. İktidarları da gereken zamanlarda, infaz yasalarıyla, infaz kurumlarıyla, toplumcu ve dayanışmacı akımları baskılayarak bireyci ideolojilerin önünü açarlar. İşte bütün bunlar; kendi emeğine yabancılaşan, dayanışma ruhunu, toplumsal destek umudunu yitiren, kendisini, hem kendisine hem de topluma artı değer katamayan bir varlık gibi hisseden bireylerin çoğunluğu oluşturduğu toplumlarda, toplumsal çürüme sürecinin başlangıç kapısını aralarlar. Sosyal çürümenin en etkili başlangıç nedeni, kesinlikle yoksulluk değildir; üretime katılımdaki ve üretimden elde edilen gelir dağılımındaki adaletsizliktir.
Alt yapıyı oluşturan ekonomi, üretim ve mülkiyet ilişkilerindeki çürüme, üst yapı olan kültür ve ahlak çürümesini hızlandırır ve diyalektik birliktelik halinde birbirini etkileyerek, artan ivmeyle devam eder. Kapitalist sistem ideologları, serbest piyasa sisteminde meydana gelen tıkanma, çözülüş ve çürüme safhalarının, emek ve sermayenin uzlaşmaz çelişkilerinden değil de, sistemdeki iç denetim mekanizmaları sorunları, teşebbüs hürriyeti , kuşak farklılıkları, siyasal dinsel ve kültürel özerkliklerdeki yetersizlikler gibi reformsal çözüm odaklı sorunlardan kaynaklandığı algısını yayarlar. Uluslararası tekelci kapitalizm, merkez ülkelerde ulusal yapı bütünlüğünün korunmasına özellikle dikkat ederken, çevre ülkelerde böl, yönet ve sömür taktiği ile ulusal devlet yapısını parçalayıcı, etnikçi ve mezhepçi kültüralist ideoloji ve politikaları fonlayarak destekler. Sınıflar arasındaki artan gelir farkı nedeniyle, kitlelerin gıda, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, iletişim gibi asgari ihtiyaçlara ulaşamaması ve mafyatik, rüşvetçi, kayırmacı, spekülasyoncu kayıtdışı kurum ve yapıların toplumsal ilişkilerin başat unsuru haline gelmesi sosyal çürümenin ivmesini maksimuma çıkarır. Fonlanmış medya, eğitim, kültür ve iletişim organları, sürekli olarak mezhep, etnik, gelenek, öz farklılıklarını pompaladıkça da kitlelerin algıları gerçek sınıfsal farklardan koparak, kurgulanmış kültürel ve özsel farklara yönelir ve toplumsal ayrışma başlar. Bu durum, ekonomik alt yapısal çürümenin, kültürel üst yapısal çürümeye dönüştüğü ve geri dönüşümü en zor olan, uzun vadede toplumsal geleceğe nefret söylemleri taşıyabilecek olan bir süreçtir.
Bir taraftan nefret söylemleriyle eğitilmiş, kendi kimlikleri dışında olanlara kin duyan nesiller, diğer tarafta eğitim ve liyakatın hiçbir önemi olmadığı tamamen kayırmacılığa dayalı bürokratik yapılar, maddi olanakları olmadığı için, bırakın sosyal ve kültürel olarak kendini ifade etmeyi, Maslow değerler piramidinin en alt basamaklarında yer alan; gıda, barınma ve güvenlik gibi en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan aciz, toplumun en büyük yüzdesini oluşturan güvencesiz kitleler, namı diğer prekarya.
Toplumsal çürüme artık devletin en tepe kurumlarından olan yasama, yürütme, yargı organlarından başlayarak bir kanser hücresi gibi tüm eğitim, kültür, sanat, sağlık, iletişim, ulaşım, sivil toplum örgütleri, bankacılık, sanayi, ticaret vb. kurumları da sararak, onları ya belirli bir zümrenin çıkarına hizmet eden kurumlar haline dönüştürür, ya da tamamen etkisiz kılarak, yerlerini mafyatik kayıtdışı kurumların almasına neden olur. Ama en geri dönüşümsüz çürüme, toplumların öz yapılarında, yani ahlak, gelenek, görenek ve kültürel yapılarında gerçekleşir. Ekonomik gelir dağılımında görülen eşitsizliğin uçurum boyutunda çürümeye ulaşması, beraberinde; toplumu o güne kadar kenetleyerek bir arada ve ayakta tutan, toplumsal dayanışma ve yardımlaşma, kadın, yaşlı ve çocuklara pozitif ayrımcılık, farklı düşünce, dinsel ve etnik yapılarına hoşgörü, insanlar arası eşitlikçi hak ve hürriyetler, çevre ve diğer canlılara karşı duyarlılık vb. geleneksel, öz kültürel yapılarını çürütür. Yerlerine, bireyci hırs, ihtiras, güç ve iktidar istenci duyguları, toplumsal yaşam içinde etkili ve geçer akçe haline dönüşür. Emek yoğun mesleklerde çalışan kitleler küçümsenir, kayıtdışı kazanç itibar ve saygınlık kazanır. Yeni kuşaklar arasında ‘’Acırsan, acınacak hale düşersin.’’ anlayışı, ‘’Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.’’ anlayışının yerini alır.
Neoliberal ekonomik yapının fonladığı sosyal ve kültürel medya kurumlarında, kitlelerin önüne çıkarılan makale, belgesel, dizi, film, eğlence ve tartışma programlarında ‘’Tekilliklerin farklılığı, farklılıkların önemi, tarzını yaratmak, farklılıkların önemi, bedenlerin buluşması, kültürel çeşitlilik, her türlü hiyerarşiye karşı yatay örgütlenme, sürü psikolojisini aşmak, kalıpları kırmak, sınır tanımamak, kendin olmak vb.’’ sözüm ona varoluşçu, özbenci bakış açısı kalıpları, sürekli olarak tekrarlanarak, ihtiyaca dayalı üretim motivasyonlu toplumsal birliktelik ve dayanışma ile hareket eden bütüncül bir toplumsal yapı yerine, sınırsızca tüketime ve meta fetişizmine motive edilmiş, bireyci, bencil, hazcı, statükocu, hırslı ve birbirinden koparılmış, otonomlaştırılmış tekil ve yönetilmesi kolay mikro gruplar veya bireylerden oluşan bir toplum hedeflenir. Bu yaklaşımda bilim dahi, hayattaki en hakiki mürşit olmasından ziyade, tüketimi körükleyen bir üst modelin piyasaya sürülmesini sağlayan, teknolojinin önünü açabildiği sürece anlamı olan, bir araçtır. ‘’Batının bilimini al ama kültürünü alma (?)’’ Sanki bilim, ekonomik yapı ile birlikte, skolastik karanlığın yıkılmasının ve Aydınlanmanın ortaya çıkmasının iki temel unsurundan biri değilmiş de, otomobillerin konforunu arttıran basit bir teknik aparat geliştirme yöntemiymiş gibi. Kültür de, bilim ve ekonomiden bağımsız olarak, o topluma gökten zembille iniyormuş gibi algılar oluşturulur.
Neoliberalizmin başat ideolojisi olan post modernist yaklaşımda, gerek fiziksel emeğini kullanan işçi anlamındaki proleteryanın, gerek kırsal tarım emekçilerinin, gerekse zihinsel emeğini kullanan memurun, sanatçının. akademisyenin, hepsinin, artık, kolektif bir iradeyle, kapitalizme meydan okuyacak özne olmaktan çıktığı olgusu geçerlidir. Sınıfsal mücadelenin; Marks, Engels, Lenin vb. ideologların icat ettiği, gereksiz abartılmış ve geçici bir olgu olduğunu iddia ederler. İletişim ve bilişim teknolojilerinin, merkezi konuma geçerek, sanayi toplumunu, hizmet toplumuna dönüştürdüğünü savunurlar. Onlara göre; üretim, mülkiyet ve sömürü üzerine dayalı olan sınıf anlayışı, yerini bilgiyi denetiminde tutan profesyonellerin hakimiyetinde olan teknolojizme bırakmıştır. Emek; biri diğerine alternatif olarak kabul edilen, maddi olan emek ve maddi olmayan (bilişsel) emek şeklinde ikiye ayrılmıştır. Sanki maddi emek olan üretim olmadan tüketim olabilecekmiş gibi, sanki donanım olmadan yazılım olabilecekmiş gibi. Tez (maddi emek) ve antitez (bilişsel emek) bir arada çatışmadan senteze ulaşılabilecekmiş gibi. Yapay zekanın maddi ve maddi olmayan emeği ve dolayısıyla emekçi kitlelerin varlık nedenlerini göz ardı edilebilecek düzeye indireceğini ileri sürerler. Yapay zekanın boşluğa çıkardığı maddi emeğe yönelik iş gücü miktarının boyutu, işsiz ve güvencesiz kalan bu kitlelerin durumlarının ve sosyal çürümedeki ivme arttırıcı etkilerinin ne olacağı, yapay zekanın ulaşabileceği maksimum sınırlar ve yapay zekanın mülkiyet ve kontrolünün hangi ekonomik sınıfların elinde olacağı sorularının cevaplarına hiç dikkat çekmezler.
Post modernist bakış açısında; toplum yapısında sınıflar yoktur, onların yerine feminist, çevreci, etnikçi, yöreci, mezhepçi, meslekçi, partici, cinsiyetçi, vb. kimlikler, aidiyetler, çokluklar vardır ve her bir kimliğin iktidarı ve sorunu diğer kimlikten bağımsızdır. Ve çözümü, sadece o kimliğe ait olanlarla, o kimliğin otonom (özerk) iktidarını ilgilendirir. Örneğin, bu bakış açısına göre; herhangi bir tekstil fabrikasındaki işçilerin sorunları, sadece kendileri ve o fabrikanın yönetimi (otonom iktidar) arasındadır. Çözümü, ulusal işçi ve işveren temsilcisi kurumlarını, partileri veya sivil toplum örgütlerini ilgilendirmez.
Şimdi post modernist yaklaşımın en büyük ideologlarından Lyotard’ın ‘’Post Modern Durum’’ adlı kitabından bir alıntı yapalım; ‘’Yeniden üretim işlevlerinin idarecilerden (makineyi kullananlar – ÜŞ) uzaklaştırılıp, makinalara devredilmesi devam edeceğe benzemektedir. Giderek merkezi sorun, kendisinde doğru kararların alınmasını garanti etmesi gereken bu makinalardaki enformasyona kimlerin girebileceği (ulaşabileceği) şeklinde belirmektedir. Verilere giriş, bütün çizgilerin uzmanlarının ayrıcalığıdır ve olmayı sürdürecektir. Egemen sınıf karar vericilerin sınıfıdır ve olacaktır. Şimdi bile bu sınıf geleneksel siyasal sınıftan değil, şirket önderleri, yüksek düzey idarecileri, mesleki, sendikal, siyasal ve ruhani örgütlerin başlarından ibaret bir tabakadan oluşmaktadır. Bütün bu söylenenlerde yeni olan, milli-devletler, partiler, kurumlar, meslekler ve tarihsel gelenekler tarafından temsil edilen eski cazibe kutuplarının artık cazibesini kaybetmesidir.’’ (Aktaran; Yusuf Akdağ, Burjuvaziye Yedeklenme Teorisi – Kor Yayınları) Yani diyor ki Lyotard; artık egemenlik kayıtsız şartsız holding CEOları’nın, bürokratların, din, mezhep, veya kanaat önderlerinin, parti, kurum, dernek ve sendika liderlerinindir. Yani bilişsel bilgiye hakim olanlarındır diyor. Burjuvazinin çıkış noktası olan, milli (ulusal) devlet yapılanmasının dahi cazibesini yitirdiğini ifade ediyor. Bu durumda, emek veren, üreten kitlelere de, CEOlar’ın gösterdiği hedeflere yönelmek düşüyor.
Sonuçta bilimin, birleşik aklın, adaletin, liyakatın ve toplumsal dayanışmanın yerine bireysel hırs ve güç istencinin, gerçek dışı doğa üstü kavramların geçer akçe olduğu, bilime sadece teknolojik hazza yönelik, ekonomik kâr reytingi yüksek aparatları geliştiren bir araç gözüyle bakılan, üretim araçlarının sadece gözü dönmüş, tekelci, küçük bir zümrenin tekelinde olduğu toplumlarda, hiçbir vicdan ve etik yasasının hükmü olmaz. Topraklardan akarsu ve göllere, ormanlardan, hayvanlara, eşitlik, özgürlükten adalete, canlı veya cansız, soyut veya somut bütün varlıklar ve değerler çürürler ama yok olmazlar; duruma el koyan başka, yeni toplumlarca devir alınırlar ve böylece çok büyük olasılıkla yeniden canlanırlar. Ama en acı olanı, mevcut toplum, hem dışarıdan dayatılan, hem de kendi işbirlikçi dinamikleriyle içerden desteklemiş olduğu tüm bu çürük değerleriyle birlikte, tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalır. Sosyal çürüme, insan emeğinin değerini yitirip çürümesiyle başlar, toplum içindeki eşitlik ve adaletin çürümesine evrilir ve bireyin özgürlük, toplumun ise bağımsızlık yitimiyle son bulur.
Ümit Şenel
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.