Avrupa merkezcilik, uluslararası sermayenin neoliberal ideologlara dikte ettirdiği, manüplatif ve kültürcü bir kurgudur. Büyük miktarda artı değer biriktiren sermayenin öncelikli varoluş şartları, bu artı değere pazar oluşturacak ve yeniden üretilmesini..
Avrupa merkezcilik, uluslararası sermayenin neoliberal ideologlara dikte ettirdiği, manüplatif ve kültürcü bir kurgudur. Büyük miktarda artı değer biriktiren sermayenin öncelikli varoluş şartları, bu artı değere pazar oluşturacak ve yeniden üretilmesini sağlayacak bir insan nüfusunun iskan edilmesi ve gerek ticaret hammaddeleri ile metalarının üretim ve nakliyesinde olsun, gerekse içerden veya dışarıdan gelebilecek isyan ve saldırılara karşı güvenlik sağlayabilecek, gerekirse merkez devletler dışında, yeni pazarlar ve hammadde ile işgücü sömürge bölgeleri oluşturabilecek, kontrollü bir devlet yapısı oluşturmak, olmuştu. İşte bu durum, varoluş nedeni feodal krallıkları yıkarak kapitalist burjuva sosyoekonomik sisteme geçmek olan Aydınlanmanın evrenselci yapısını, sadece büyük kapitalist yapıların ve burjuva ideolojilerinin işbirliği kapsamında güdükleştirerek, merkezi ulusal devletlerin önünü açmıştır.
Bu duruma en güzel örnek, 16. yüzyılda ulusal birliği kuramamış şehir devletlerinden ve küçük feodal prensliklerden oluşan İtalyadır. Rönesansın başladığı bu topraklarda ulusal birliğin kurulamaması, hem kapitalizmin oturmasını geciktiriyor, hem de onları, Almanya, Fransa, İspanya ve Osmanlı İmparatorluğu karşısında potansiyel bir yem konumuna getiriyordu. İşte bu şartlar altında Machievelli 1513 yılında parçalanmış İtalya’nın yöneticilerini uyarmak için Hükümdar adlı eserini kaleme almıştır. Feodalizmi yıkan egemen burjuva kapitalist sistem, Avrupa’yı önce merkez ulus devletleri, hemen arkasından da bu merkez ülkelere ucuz sanayi hammaddesi veya işlenmiş yarı mamul hammadde aktarımı sağlayacak çevresel (bağımlı) ülkeler oluşturacak şekilde dizayn etme çalışmalarına başlamıştır. Kapitalist sosyoekonomik yapı, bu projesinde çok büyük ölçüde başarılı olmuştur ve sıra, projenin büyümesini ve kalıcılığını sağlayacak olan ideolojik altyapıya gelmiştir.
Neoliberal ideologlar, Avrupa’nın kapitalist ekonomik, kültürel ve siyasi sisteminin dünyadaki en iyi sistem olduğunu ileri sürerler. Buna gerekçe olarak da; kapitalizmin girişim ve pazar özgürlüğü, laiklik, seçimlere dayalı çoğulcu demokrasi ve ifade özgürlüğü yapılarına sahip olan tek sistem olduğu tezini ortaya sürerler. Uluslararası tekelci sermaye piyasasında işbirlikçi olarak yer almayı çağdaş globalizm ve evrenselcilik olarak yüceltirler, parlatılan bu sömürü sistemine dahil olmayanları dar ufukluluk ve gericilikle yaftalarlar. Liberal kapitalist ekonomik sistemlerle yönetilen toplumlardan oluşan dünya düzeninde, endüstriyel ve teknolojik gelişmelerin yegane gayesinin insanın gereksinimleri doğrultusunda, refah seviyesini arttırmak olduğu algısını oluştururlar. Oysa kapitalist mülkiyetçi sistemde, endüstriyel ve teknolojik gelişmenin tek amacı; sermayenin yeniden üretimi doğrultusunda, artı emek değerinin performansının arttırılarak kârın büyütülmesi, hammadde ve pazar alanlarının yaygınlaştırılarak kontrol altında tutulmasıdır. Bu amaç doğrultusunda, doğal ve çevresel ekolojinin gözünün yaşına dahi bakılmaz.
Fakat neoliberal kapitalizmin en iyi toplumsal sistem olduğu önermesinde, üstü örtülen ve bahsedilmeyen husus; çokluğun seçimiyle belirlenen iktidarların, az gelişmiş çevre ülkelerde, gelişmiş merkez ülkelerin istihbarat birimleri tarafından kurulup, şekillendirilip, yönetime getirildikleri, merkez ülkelerde ise, uluslararası petrol, silah, iletişim ve medya kartelleri tarafından fonlanıp, desteklenmeleri halleriyle, uluslararası sermaye aleyhinde, çokluğun yararına hiç bir kanun ve düzenleme yapamayacakları durumudur. Kapitalizmin temel tezlerinden teşebbüs ve pazar hürriyetinin, aslında tekelci sermayenin piyasa hakimiyeti nedeniyle, sadece mülkiyeti elinde tutanlar ile, sermaye çıkarlarına hizmet etmeleri şartıyla, üstün yetenekli azınlık olan, bilim – teknoloji insanları, sanatçı, ve sporcular için geçerli olduğudur. İfade özgürlüğünü üretici emekten yana kullananların, egemen merkez ülkelerde sosyoekonomik dışlanmaya uğramaları, sömürülen çevre ülkelerde ise direkt soruşturmaya maruz kalıp, haklarında infaz yasa ve kurumlarının işletilmesi de üstü örtülen kapitalist liberal demokrasi özelliklerindendir. Sonuç olarak, neoliberal demokrasinin kurucu gücü, gerçekten çokluğun dayanışma iradesi midir, yoksa uluslararası sermayenin, merkez devletlerin iktidarları aracılığıyla yönlendirdiği bir menfaat iradesi midir? Gösterilenin başka, verilenin başka olma durumu mudur? Bu durum feodal monarşinin yıkılıp, seçimle oluşturulan parlementer demokrasiye geçilen dünyamızda yüzyılı aşkın bir süredir tartışılmaktadır.
Neoliberal ideoloji, bir taraftan kapitalizmin dünyanın en ileri sosyoekonomik yapısı olduğunu ileri sürerken, çevre ülkelerin geri kalmışlığını, onların tarihi, coğrafi ve kültürel yapılarının basiretsizliği olarak değerlendirir. Tabiki de neoliberal Batıcı ideologlar, az gelişmiş, uydulaşmış çevre ülkelerin en önemli talihsizlikleri olarak, Yahudi-Yunan-Hıristiyan kökenli bir kültür geçmişine ait olamayışları algısını yayarlar. Aynı zamanda, bilim ve teknolojinin Yahudi – Yunan ve Hıristiyan kökenli kültür tarafından oluşturulup geliştirildiği ve sosyoekonomik yapıdan bağımsız olarak, kendi özerk ilerleyişi ile toplumsal yapıyı ilerlettiği algısı da, Avrupa merkeziyetçi söyleme eklenir. Şu anda Avrupa merkezciliği yaklaşımında, hem bilimin, hem de kültürün, bir araç olarak kullanılması alanına girmiş bulunmaktayız. Dolayısıyla kültüralizm adı verilen bu tür yaklaşımı tanımlamamız ve nasıl bir manüplasyon aracı olarak kullanıldığını ifade etmemiz gerekir.
Konuya başlamadan önce, yanlış anlaşılmaya neden olmamak için kültüralizm ve kültür kavramlarının ayırımını tanımlamamız gerekir. Kültür, bir toplumun soyut ve somut tüm birikimlerinin ortak söylemidir, kültür toplumsal söylemdir. En önemli üstyapı bileşeni olan kültür olmadan insan doğası gelişemez, insanın doğadaki hayvanlardan hiçbir farkı kalmaz. Fakat illaki de Kore, İngiliz, Felemenk, Arap Selefi kültürü vb. ya da feminist, sosyalist, liberal, ulusalcı, mezhepsel, yöresel vb. kültür gibi belirli bir kültür yapısı olmadan, diğer herhangi bir kültürel topluluk içinde de insan doğası gelişebilir. Benzetme yapacak olursak insan hiç su içmeden beş gün bile yaşayamaz ama hiç Pozantı Şekerpınar suyu içmeden bir ömür boyu yaşayabilir. Kültüralizm kavramı; kültürün, somut, doğal, toplumsal gerçeklere dayalı nicel yapısından, soyut ve köpürtülmüş kavramlara dayalı, kendisine özgü nitel yapısına indirgenmesi halidir.
Kültüralizm aynı zamanda, kültürün nitel yapısını dejenere edebilecek yüzeysel indirgemeler de içerir. Örneğin, kültür yeme içme tarzına, giyim tarzına indirgenebilir, çocuk, kadın ve erkeğin toplum içersindeki hiyerarşik yapısına indirgenebilir, kadın ve erkeklerin birliktelik ilişkilerine indirgenebilir, toplumun varlıklara ve olaylara yaklaşımı, hurafi kavramlarla, büyüyle, ruhçuluk vb. metafizik mitolojik kavramlarla açıklanarak, o toplumun kültürü uhrevi bir kültür yapısına indirgenebilir. Bütün bu yüzeysel ve çağdışı yaklaşımlar o kültürün belirleyici unsurlarıymış gibi gösterilebilir. ”Bizim geleneğimizde kadın, erkeğinin arkasındaki yerini bilecek.” şeklindeki kültürün çarpıtılarak erkek egemen yapıya indirgenmesi örneğinde olduğu gibi.
Kültüralizm yaklaşımında evrensel birleşik aklın motivasyonuyla hareket etmek, yerini, iç dünyası, arzu, ihtiras, güç istenci, libido, tarzını yaratma vb. bireysel aidiyet duygularının motivasyonuyla hareket etmeye bırakır. Dolayısıyla bireyler, kendilerini, feminist, LGBT, çevreci, meslek grubu, falanca tarikatlı veya mezhepli, filanca partili, o şehirli, bu yöreli, şu etnik kökenli (Boşnak, Laz, Yörük, Çerkez, Kürt, Ermeni, Rum, Arnavut vb.) gibi yüzlerce alt kimliğe ait kılarak, ya da ait kıldırılır ki, bu aynı zamanda, böl ve yönet taktiği ile yöneten iktidarların genel politik yaklaşımıdır. Böylece, biyo politikacı ideologların (Negri ve Hardt) ”Çokluk” adını verdikleri çok kültürlü, çok iktidarlı ve otonomcu bir toplumsal yapı tarif edilir.
Kültüralizm, farklı toplumsal yapılar arasındaki ayrımları, toplumsal ilerlemeyi, öncelikle coğrafya verileri, tarih, din, dil, gelenek, töre gibi kültürel ölçütler üzerinden değerlendiren, insanlığın genel olarak, tarihsel ve evrensel kültür birikimini göz ardı eden, bir bakış açısı olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan kültüralizm, toplumsal yapıdaki üretim, mülkiyet ve emek ilişkileri ile birlikte bir sınıfsal çelişki olgusu olarak yöntem anlayışının merkezine koyan ve toplumların iç ve dış dinamiklerini sınıf çatışmasıyla açıklayan tarihsel materyalizmin tam karşısında yer almaktadır. Kültüralist yöntem anlayışının 19. ve 20. yy. daki en açık temsilcilerinden Emile Durkheim toplumsal yapıyı kollektif bilinç ile, Max Weber Protestan ahlakı ile, Arnold Toynbee Hıristiyanlık kilise kültürüyle, Ziya Gökalp Türklük bilinci kollektif vicdanıyla açıklamışlardı. Son zamanların medeniyet kuramcısı Samuel Huntington ise Medeniyetler Çatışması adlı kitabında medeniyet kavramını önceki isimlere benzer biçimde medeniyet kavramını din olgusunun belirleyiciliği yoluyla tanımlamış ve siyasal içerikli çözümlemelerinde sınıf kavramını kullanmaktan özellikle kaçınmıştır. Hatta Türkiye’nin lider İslam ülkesi olamamasının nedenini de, hilafeti kaldırarak cumhuriyet yönetimini tercih etmesine bağlamıştır. Ona göre, bir toplumun üyelerini birleştiren temel değişken; emek, üretim ve üretim araçları konusundaki mülkiyet ilişkileri değil, ortak tarih ve ortak kültürdür.
Kültüralizm, üretim ilişkilerinde uzlaşmaz çelişkilere sahip ve karşıt taraflarda yer alan işçi ve işveren kesimleri, ortak tarih, din, dil ve gelenek çatısı altında uzlaşabilecekleri gibi, soyut kültür algısı üzerine kurulmuştur. Kültüralist yaklaşımda, üretici emeğin, gelenek, din, dil ve ırksal hamaset söylemlerine, uyum sağlaması, modernleşme sürecinde bir toplumsal yapının başarısını ya da bir uygarlığın genel karakteristiklerini belirleyebilecek derecede baskın bir değişkendir. Yani kültüralizme göre; bir toplumda kadınların yönetim ve iş hayatında yer alıp almamasının, çalışan kitlelerin çalışma saatlerinin, çalışma koşullarının, toplam gelirden aldıkları payın, eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim hizmetlerinin ücretli olup olmamasının, üretim araçlarının o toplumda kimin elinde olduğundan vazgeçtik, belki de toplum dışı kişilerin elinde olduğunun, ulusal gelirin adaletli paylaşımının, toplumun gelişim sürecinde, ortak dini, kültürel, etnik kimlikler ve geleneksel değerler kadar etkisi yoktur.
Prof. Mehmet Devrim Topses, ”Kültüralizme göre; yozlaşan, hoşgörüsüzleşen, dejenere olan, insanın şeyleştiği, ilişkilerin metalaştığı bir toplumu düzeltmenin tek yolu, bireyleri dinsel, kültürel, ırksal kimlikler içeren önerilerle toplumsal özlerine döndürmektir. İlk bakışta hepimize çekici gelen bu öneriler, gerçekte idealist ve metafizik felsefeden kaynak alan, toplumsal üst yapıyı, toplumsal ekonomik üretim ilişkileri gerçeklerinden yalıtılmış biçimde tasavvur eden çizgi romanlar gibidir.” ”Örneğin, siyasal dinci hareketler, din esaslarına göre bir devlet kurulursa emeğe dayalı geniş toplum kesimlerinin gönenç (refah) düzeyinin yükseleceğini ileri sürmektedirler.Fakat içinde yaşadıkları toplumun mülkiyet ilişkilerine hiç dokunmamaktadırlar. Bu özcü yaklaşımlara göre ”tarlaların, fabrikaların, ormanların, şirketlerin, demiryollarının mülkiyeti, gene özel kişilerde kalsın, emekçi sınıfların ve kadınların yönetime katılmaları yine zayıf kalsın; ama biz kültürümüzü değiştirelim.” İşte Samir Amin’ in eleştirisi bu noktada odaklanmaktadır. Ona göre özcü yaklaşımlar, kapitalist dünya sisteminden ve içinde bulundukları toplumun bu sisteme kökten bağlılığından hiç söz etmemektedirler. Oysa ona göre asıl çelişki kültürel değil, ekonomik ve sınıfsaldır.” demektedir.
Çağdaş sosyolojide kültüralizm eleştirilerinin en belirgin temsilcilerinden biri, Mısır kökenli Fransız toplumbilimci Samir Amin’dir. Amin’e göre, uygarlığın dinsel ve kültürel sınırları yoktur. Uygarlığın ilkel – köleci, feodal (haraççı), kapitalist ve sosyalist sınırları vardır. İnsanlık tarihinde ilerici yöndeki bütün uygarlık kazanımları yine bütün insanlığın ortak evrensel değerleri biçiminde anlam kazanmıştır. Amin’e göre, çevre ve merkez ülkeler arasındaki çelişki, örneğin; entelektüel yetersizlik, laiklik ve demokrasinin zayıflığı, insan haklarının eksikliği, asıl olarak kültürel değil, ekonomik ve sınıfsaldır. Samir Amin, merkez ülkelerdeki ve onların çevre ülkelerdeki işbirlikçileri ideologlarının, sınıfsal ve ekonomik çelişkiler yerine, hamaset ve romantizme dayalı kültüralist çelişkilerle dikkatleri sömürüden uzaklaştırma politikalarına engel olunamadıkça, dinsel ve soyut kültürel sınırlar içinde, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin somut bilincinden koptukça, merkez ülkelerin kültüralist stratejilerinin meşruiyet kazanacağı görüşündedir. Sonuç olarak da çevre ülkelerde üretilen bütün zenginliklerin doğrudan doğruya merkez ülkelere akacağını, çevre ülke emekçilerine hiçbir faydası olmayacağını ifade eder. Küresel kapitalist sömürü ağına, hammadde ve işgücü olarak, sömürülen çevre ülke olarak entegre olmuş bir devletin, her ne kadar geçmişten gelen, kendine özgü, korunmuş bir kültür yapısı olsa dahi, kalkınma ve uygarlaşma konusunda hiçbir şansı yoktur.
En üstün uygarlık seviyesi olarak Hıristiyanlık efsanesi, Yahudi, Hellenik ve Latin atalar efsanesi, karşıtlık olsun diye yapay olarak kurgulanan Oryantalizm, neoliberal Avrupa kültürcülüğünün ve Avrupa merkezciliğinin temel yaklaşımıdır. Neoliberal egemen ideoloji, bu şekilde hem toplumsal sistem olarak kapitalizmi, hem de onun dünya çapında yol açtığı eşitsizliği, yani merkez ülkelerin çevre ülkeler üzerindeki kolonyalizmini meşrulaştırır. Çevre ülkelerin halkları bu meşrulaşmayı kabul eden sözde liberal demokratlar ile Avrupa merkezli kültüre karşı Doğu merkezli kültürü alternatif olarak kabullenen, fakat kapitalizmi de savunan muhafazakarlar ve radikal bir öfke ile tepki veren ırkçı şovenist ve radikal dinciler olmak üzere ikiye, üçe, beşe bölünürler. Ve böylelikle de sınıfsal bilinci olmayan, kültüralist bilgi kirliliği içinde boğularak ortak hareket etme kabiliyetini yitirmiş yönetilmesi kolay çokluklar haline gelirler.
Yeni dünyanın internet, medya, sosyal medya ve dijital platformlarla hegemonya kurmuş olan uluslar arası neoliberalizm ideoljisi, birbirini tamamlayan ve birbirine bağlı üç işlevi yerine getirmeyi hedefler. Birincisi kapitalist üretim tarzının sınıfsal ve artı değer üretimine dayalı ve nefes almadan sürekli olarak kaynakları tüketimi körükleyici yapısının özünü gizlemek, obskürante etmek ve bunun için de toplumun soyut kültürel değerlerini, geleneksel ve dinsel yapısını mülkiyetçi üretim ilişkilerini olumlayacak bir araç haline getirmek. İkincisi kapitalist uygarlığın oluşumunu Hellenistik kökenli Yahudi – Hıristiyan yüksek kültür değerlerine bağlayarak, dünyanın diğer kültürlerini zıt ve alçak yapılar kapsamında değerlendirerek, karşıt bir kutup oluşturmak. Üçüncüsü ise, ancak ve ancak Avro-Amerikan kökenli ülkelerin, sahip olduklarını iddia ettikleri yüksek kültür nedeniyle merkez ülke konumunda olabileceklerinin, diğer ülkelerin toplumsal söylemlerinin geri kalmışlığı nedeniyle sonsuz ve değişmez olarak çevre ülkeler olarak, uydu konumunda kalacakları algısını tüm dünyaya kabul ettirmektir.
Batı merkezci düşünce dünyasında, Avrupa merkezciliğe destek olan düşünce akımlarından biri olan, biyolojik yaklaşım, naturalizm (doğalcılık) olarak adlandırılır. Bir diğer tanımı da yaşam bilimselciliktir. Buradaki doğa, bildiğimiz tabiat anlamında değil, coğrafyası da dahil olmak üzere insanın içinde yaşadığı çevre ve toplumdur. Felsefe, kültür, gelenek, ahlak, töre, sanat, üretim, bilim üretim, ekonomi her şeyin niteliği ve gelişimi insanların çevresine indirgenir. Sınıfsal ilişkiler, bu yaklaşımda da gözardı edilir. Bu ve benzeri yaklaşımlar, düşünce akımları, metafiziğe karşı çıkışlarıyla ilerici unsurlar barındırmalarına rağmen, cinsiyetçilik ve soy ıslahına yol açacak gerçeklik dışı yaklaşımların, tüm dünyada yaygınlık ve sanki doğru argümanlarmış gibi geçerlilik kazanmasına neden olmuştur. Bu gerçekmiş gibi gösterilen gerçeklik dışı yaklaşımlara örnek verecek olursak, ”zenciler beyazlara göre daha kıt anlayışlıdır, yerliler vahşidir, şu yöre insanları kaba ve barbardır, falanca millet haindir, arkadan bıçaklarlar, filanca şehirden adam çıkmaz.” gibi gerçek dışı argümanlar toplumsal birliktelik alanlarında yaygınlaştırılır ve böylelikle bir cinsiyetin başka bir cinsiyet üzerinde, bir ırkın başka bir ırk üzerinde, bir etnik unsurun başka bir etnik unsur üzerinde üstünlük ve baskı kurması için alan açılır.
Çevre ülkelerdeki küreselleşmiş sermayeyle olan komprador (işbirlikçi) yapı, kompradorlaşmış yerel yönetici sınıf ile kurulmuş olan uluslararası ittifak, ülke içi ilerici sınıfların harekat alanını daraltır. Dolayısıyla iç etmenlerle dış etmenler arasındaki bu küresel sermayenin çıkarlarını ve hegomonyasını gözetmeye yönelik işbirliği, süreklilik arz eden bir sömürü sistemine dönüşür. Bu sömürü sistemi de, çevre ülkelerde, kapitalizmin merkez ülkelerde ulaştığı refah ve adalet sistemine ulaşmasına, asla izin vermez. Hak, hukuk, adalet ilkelerine göre vicdan yapısı oluşturmuş, ilerici Cumhuriyet aydınlarının motivasyonlarını ve mücadelelerini, doğaüstü, mistik, yaşamın ve pozitif bilimin nesnel gerçeklerinin dışındaki soyut ve manüpülatif kültür kavramlarının yerine, üretim, emek ve mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan yaşamın nesnel gerçeklerini, eşitlik ve özgürlük üzerinden tanımlayan, somut kültür kavramları öncülüğünde gerçekleştirmeleri, varlık borçlarıdır.
Ümit Şenel
Kaynak : Avrupa Merkezcilik – Bir İdeolojinin Eleştirisi – Samir Amin – Yordam Yayınları
Kültüralizmlerin Eleştirisi, Modernite, Demokrasi ve Din – Samir Amin – Yordam Yayınları
Gençler İçin Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm – Mehmet Devrim Topses – Paradigma Akademi Yayınları
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.