Biyopolitika kavramıyla daha önceden karşılaşmamış olanlar, adını duydukları anda, bunu bir sağlık ya da çevre koruma felsefesi olarak algılamaktadırlar. Baştan ifade edecek olursak; buradaki biyo ön takısı insanın bütün yaşamını..
Biyopolitika kavramıyla daha önceden karşılaşmamış olanlar, adını duydukları anda, bunu bir sağlık ya da çevre koruma felsefesi olarak algılamaktadırlar.
Baştan ifade edecek olursak; buradaki biyo ön takısı insanın bütün yaşamını kapsar ve biyopolitika kavramı, yaşam siyaseti anlamıyla da, tamamen bir siyaset felsefesi konusudur, tıbbi sağlık veya çevre ve doğa koruma konularını kapsamaz. Maddi emek ve/veya zihinsel emeğin sömürüsüne dayalı olan siyasetin, günlük yaşamın, çalışma saatleri dışındaki zaman da dahil olmak üzere, her anını kontrol altına alması olarak tanımlanacağı gibi, post modernist yaklaşım tarafından da, sömürü kavramının toplumun ve yaşamın tamamına yayılması nedeniyle, ücretli ve ücretsiz zamanın ve sömürü kavramının sınırlarının netliğini yitirerek ‘’kıyısızlaştığı’’ dolayısıyla da işçi-emekçi sınıfının da toplumu oluşturan bütün farklı kültürel kimlik yapılarından sadece biri haline dönüştüğü şeklinde de tanımlanır.
Kökleri Rönesans’a dayanan modernite, 18. yüzyılda Aydınlanmacı düşünce ile birlikte Batı’dan Doğu’ya doğru etkili olmaya başlamıştı. Merkezine Tanrı yerine insanı alan Aydınlanmacı burjuva düşünce akımı olan modernite, evrensel pozitivist insan aklı rehberliğindeki düşünceyi, nesnel pozitif bilimi, akla dayalı ahlak, insan haklarına dayalı hukuk kurallarını, özgürlükçü ve eşitlikçi toplumsal örgütlenmeleri esas alan, idealizmi, metafiziği, Tanrısal ya da ruhbansal olanı, dogmatik, mitolojik, mistik olanı dışlayan, anti feodalist bir yapıya sahipti. Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapitalist burjuvanın, feodaliteyi tamamen tasfiye ederek, dünyada yegane egemen bir sınıf haline dönüşmesiyle ve yükselen işçi sınıfı karşısında devrimci niteliğini yitirip gerici, emperyalist, tekelci bir yapıya dönüşmesiyle birlikte, kapitalizmin özel mülkiyetçi, piyasacı, tekelci ve bireyci kültürü ile Aydınlanma ve modernitenin akılcı, bilimci, eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı ilke ve değerleri arasında çok boyutlu bir çatışma yaşanmaya başladı. Mülkiyetin ve yatırım sermayesinin sürekli olarak büyümesi gerekiyordu. Yükselen kapitalist burjuva sınıfı, bu büyümenin eşit ve adil paylaşımla gerçekleşmesini asla kabul edemezdi.
20. Yüzyılla birlikte, mülkiyetçi neoliberal egemen yapı, bu sefer de akılcılığın tasfiyesi için, kültürel ve siyasi alanda, sanat, yazın ve düşüncede modernitenin yerini almaya yönelik olarak, bir takım feodal unsurları burjuva toplumuna içkinleştirmek için post modernist akımlara yatırım yapmaya başlamıştır. 20. Yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki adet büyük dünya savaşı, Alman toplumundan Nazi faşizmi gibi katliamcı ve soykırımcı bir rejimin çıkması, bu faşizme İtalya, Fransa ve İspanya gibi Batı Aydınlanmasının en önemli ülkelerinin iktidarlarının ortak olması, Hiroşima ve Nagazaki yıkımları ve Marksist ideolojinin, tarihsel maddeci diyalektik düşüncenin, Avrupa solu ve Stalin rejimi uygulamaları tarafından algı yıkımına uğratılması, moderniteye, kurumsallaşmış kapitalizmin tam da arayıp bulamayacağı darbeyi indirmişti. Başta Frankfurt Okulu olmak üzere bazı aydınlarda, Aydınlanmacı akılcı düşünceye ve tarihsel maddeci diyalektik düşünceye yönelik inanç yıkımı ve karamsar düşünce kökenli eleştiriler gelmeye başladı. İkinci Dünya Savaşından sonra ağırlık merkezini ABD ye kaydıran, post kapitalist, post yapısalcı, post modernist sanat ve düşünce akımları, modernitenin tam aksine tam da uluslararası tekelci sermayenin ihtiyacı olan, öznelciliği, merkezi otoritesizliği, parçalı toplum ve siyaset yapısını, çok kültürlülüğü, çok kimlikliliği, bireysel aklı, bütüncül yapınının sökümünü, ulusal bütünlük yerine, öznelciliği, kimlikçi ve etnik yapıların özerkliğini savunan bir yapıya sahipti. Merkezsizliği savunmak ve bütüncül yapıları sökmek için düşünce dünyasına ‘’Köksap ve Binyayla (Deleuze, Guattari)’’ gibi bireyci metaforlar sokarak, ‘’Her koyun kendi bacağından asılır.’’ algısına alan açtılar.
Bu yüzden post modernist yaklaşım, pek çok düşünceyi manipülatif (kendi çıkarları doğrultusunda) kurgulamayla algı bozumuna uğrattığı gibi, biyopolitikayı da kavram dejenerasyonuna uğratmıştır. Post modernist düşünürler, post endüstriyel bir çağa giren dünyada, kol emeği ve sömürü ilişkilerinin yerini bilginin denetimine hakim olan profesyonellerin aldığını, sınıfsal çelişkilerin yerini, etnik ve mezhepsel kimliklerin, yöreselliklerin, çevrenin, coğrafyanın, cinsiyetlerin, mesleklerin, örgütlenmelerin vb. kendi mikro iktidarları ile aralarındaki çelişkilerin aldığını öne sürerler. Onlara göre, işçi, yoksul ve topraksız köylü, memur vb. emekçi sınıflarının diğer kimliklerden hiçbir temel farkı olmadığı gibi, üstüne üstlük, daha da etkisizdirler ve emekçi sınıflar, varabilecekleri en son noktanın, çokluk olarak adlandırdıkları geçişken yığınların içindeki gruplardan biri olması sebebiyle, üretimdeki rolüyle tanımlanan sınıfsal niteliklerini ve sınırlarını yitirmiş şekilsiz bir kitledirler.
Çokluk tanımları, halktan da farklı bir kavramdır. Halk gibi merkezi iktidar tarafından yönetilen sınıflı, hiyerarşik, bütüncül ve tekil bir yapıya sahip değildir. Hiyerarşik, homojen yapıdaki halkın oluşturduğu kamuya karşın, çokluk, bağımsız, tekil, çoklu heterojen yapılardan oluşur ve ortak bir alanda kamusal iletişimle örgütlenebilme potansiyeline sahiptir. Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar, farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farklılıkların çoğulluğudur. Çoklukta toplumsal ve kültürel farklar korunur.
Sosyalistler, liberaller, feministler, çevreciler, LGBTciler, milliyetçiler, falanca yöreliler, filanca mezhepliler, öğretmenler, doktorlar, öğrenciler, işçiler, çiftçiler, memurlar, emekliler vb. birbirinden bağımsız toplumsal kimlik grupları çokluk kümesinin alt elemanlarını oluştururlar. Post modernistler ortaya koydukları bu çokluk yapısında, çokluğu oluşturan unsurların, insanın, sosyal yapıların, metaların üretiminde, yeniden üretiminde ve dönüşümlerinde birbirlerine nasıl eklemleniyorlar, aralarındaki uzlaşmaz çelişkiler nasıl çözümleniyor, mülkiyet ilişkileri nasıl gerçekleşiyor konularına hiçbir zaman değinmezler. Sömürüye çözüm olarak, çokluğun iletişim, enformasyon ve bilişim ağlarına özgür erişimi ve onları kontrol altına aldığı ütopik bir ‘’Yeniden sahiplenme, Ortak zenginlik – Michael Hardt & Antonio Negri’’ modeli ortaya koyarlar.
İletişim ve bilişim ağlarının çokluk tarafından kontrol altına alındığı ortak zenginlik çözümüne ulaşmak için en önemli dayanak noktaları, emeği, maddi ve maddi olmayan emek olmak üzere iki farklı yapıya ayırmış olmalarıdır. Hardt ve Negri Çokluk adlı kitaplarında şu cümleleri kurarlar; ‘’XX. yüzyılın son on yıllarında, endüstriyel emek hegemonyasını yitirdi ve onun yerine “maddi olmayan emek,” yani bilgi, enformasyon, iletişim, ilişkiler veya duygusal ifade gibi maddi olmayan ürünler üreten emek geçti. Hizmet işleri, entelektüel emek ve bilişsel emek gibi daha eski terimler de maddi olmayan emeğin kimi yönlerini anlatsa da, hiçbiri onu bütünlüğü içinde kavrayamaz. Bir ilk yaklaşım olarak, maddi olmayan emek iki ana biçimde tahayyül edilebilir. Birinci biçim, asıl olarak entelektüel ya da dilsel diyebileceğimiz, problem çözme, sembolik ve analitik görevler ve dilsel ifadeler gibi emek türlerini ifade eder. Maddi olmayan emek, fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler, imajlar gibi soyut ürünler üretir. Maddi olmayan emeğin diğer önemli bir biçimine de “duygulanımsal emek” diyoruz. Zihinsel olgular olan duyguların aksine, duygulanımlar hem bedene hem zihne aittir. Hatta, neşe ve üzüntü gibi duygulanımlar, organizmanın bütünündeki yaşamın o anki durumunu yansıtır, belirli bir beden haliyle birlikte belirli bir düşünce halini de ifade eder. Dolayısıyla, duygulanımsal emek, rahatlık, esenlik, tatmin, heyecan ya da tutku gibi hisleri üreten ya da işleyen bir emektir. Duygulanımsal emek, örneğin; hukuki danışmanların, yaşam koçlarının, uçuş görevlilerinin, sunucuların, tanıtımcıların, kafe, restoran, otel, hastane işçilerinin işinde karşımıza çıkar (güler yüzlü hizmet).‘’ (2004-sayfa 122)
Hardt ve Negri’ye göre; iletişimsel, bilişimsel ve duygulanımsal emek yani maddi olmayan emek, bedenin ve yaşamın her anına yayılarak, maddi olarak meta üreten endüstriyel emeğe göre, niceliksel olmasa da, niteliksel olarak, çok daha baskın duruma geçerek, klasik fabrika ve tarım işçisi proletarya kavramını toplum içinde marjinalleştirerek, çokluğun bir parçası konumuna indirgemiştir. İşçi ve işveren arasındaki emek ve kar çelişkisi yerini, amir ve memur arasındaki iletişim çekişmesine bırakmış, sömürü, maddi emek ve artı değere el koyma ilişkisini aşarak, yaşamın her anına yayıldığı için kıyısızlaşmıştır. Tarımsal ve endüstriyel emeğin üreticisi olan işçi ve topraksız köylü sınıfı artık toplumsal üretim ve çağdaş toplum yapısına katkı konusunda artık göz ardı edilebilir bir konuma sürüklenmiştir.
Post modernist biyo politik yaklaşıma göre; toplumun istisnasız bütün üyeleri biyo iktidarlar tarafından sömürülmektedir. Örneğin televizyon izlerken tercih ettiğiniz programların reytingi üzerinden, internet ve sosyal medyalarda gezinirken tıkladığınız mecralar üzerinden reklamı yapılan metalara veya hizmet bedellerine reklam gideri maliyeti eklenir ve bu maliyet, siz onu satın alırken tüketim bedeline yansıtılır. İnsanlar iş dışı zamanlarında, koltuklarında oturmuş televizyon izliyorken dahi sömürü mekanizmalarına maruz kalırlar. Oturduğunuz veya oturmayı düşündüğünüz semtlere park, AVM, metro, eğlence merkezleri vb. yapılırsa veya tanınmış sanatçı, sporcu, iş insanları vb. taşınırsa, o semtteki kira veya ev satış bedelleri yükselir ki bu da size yansır. Talep artışları, metanın veya hizmetin değişim değerini yükseltir. Burada anlatmak istedikleri husus, toplumların ortak varoluşlarının şekillenmesine ve onların değişim değerlerinin oluşmasına etki eden faktörler, sadece emek, hammadde, nakliye, pazar, kullanım değeri gibi içsel faktörler değildir, hava kirliliği, trafik yoğunluğu, suç oranı vb. negatif dış faktörler ile yeşil alanlara, ulaşım yol ve araçlarına, sahillere yakınlık, manzara güzelliği, dinamik yerel ve kültürel ilişkiler, yüksek eğitim seviyeli birey zenginliği, iletişim avantajı vb. pozitif dış faktörler, asıl olan değişim değerini belirleyici, dışsal, öznel ve kültürel rant faktörleri olarak kabul edilir.
Atatürk’ün yoktan bir ulus yaratan meşhur özdeyişini, ulus parçalayıcı, yapı sökücü anlayışla çarpıtarak, post modernist anlayışa ironik bir yerleştirme yapacak olursak, ‘’Hattı (emekçi kitleleri) sömürü yoktur, sathı sömürü vardır. O satıh da bir bütün olmayan ‘’Çokluk’’tur.’’ Atatürkçü ulusçuluğu çarpıtarak verdiğim ironik örnekte aslında, post modernizmin bir parçası olan post yapısalcıların ifade ettikleri yapı (ulus bütünlüğü) sökümü, tam da budur. ‘’Çokluk’’u oluşturan her bir mikro kimlik, hem kendi iktidarı tarafından, hem de, ‘’imparatorluk’’ adını verdikleri, net olarak tanımı yapılmamış, Negri ve Hardt’ın İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında, DTÖ, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara benzeşim gösterdikleri, bir merkeze bağlı olmayan, ulus aşırı birimler adını verdikleri kurgusal bir yapı tarafından yönetilir. Bu imparatorluk, sınıf ya da kimlik ayırımı yapmadan yaşayan her şeyi tahakkümü altına alır ve her tekil bedeni sömürür ki, bu durumda, özellikle; kitlesel emek sınıfı sömürüsü, ulus bütünlüğü, birleşik akıl gibi bütüncül kavramları çok fazla dert etmenin bir anlamı olmadığını ifade ederler. Bu yaklaşım, aynı zamanda, böl parçala ve yönet şeklindeki, otonomcu (özerk) siyaset sistemine çok güzel alt yapı hazırlayan bir algı yönetim aracıdır. Tüketim odaklı neoliberal kapitalist piyasalarda, bir ulus ne kadar çok kimlik ve alt kimliklere bölünürse, o kimliklere özel, farklı gereksinimler oluşturularak, o kadar çok çeşitli ürün tüketime sunulur ve yeni pazar alanları açılır.
Negri ve Hardt’tan yüz küsür yıl önce yaşamış olan Marks, emeği maddi olan veya maddi olmayan emek olarak veya beyaz yaka, mavi yaka emeği olarak ayırmamış, üretken veya üretken olmayan emek olarak ayırmıştır. Bir işçinin kendisine veya ailesine gömlek dikmesi, kendisi için kullanım değeri sağlayan üretken emektir, ama kapitalist için artı değer üretmediği için, kapitaliste göre üretken emek değildir. Oysa roman yazmak, şarkı söylemek gibi maddi olmayan emek, eğer bir yayınevi veya gazino sahibine artı gelir kazandırıyorsa kapitalizme göre bu üretken bir emektir. Kendi evinizi temizlemeniz değişim değeri olan herhangi bir meta üretmez, kapitalizm için üretken emek değildir ama bir konserve fabrikasını temizlemeniz meta üretimine dolaylı olarak katkı sağladığı için kapitalizm için de üretken bir emektir. Konserve işçisi, temizlik işçiliği olmadan artı değere dönüşecek metayı üretemeyeceği için, sermaye sahibi temizlik işçisi istihdam eder. Bu nedenle temizlik işçisinin emeği de üretken emektir. Emek aynı zamanda hem maddi hem de maddi olmayan unsurlar içerebilir. Heykel, resim, maket yapımcılığı, reklamcılık ve grafik gibi sanat ve zanaat unsurları içeren işler buna örnektir. Bilişim ve iletişim emeği, duygusal emek, hizmet emeği gibi maddi emek kapsamından ayrı tutulan emek türleri sermayedara artı değer kattığı sürece üretken emektir. Gerek maddi emek, gerekse maddi olmayan şeklinde tanımladıkları emek türleri yine post modernizmin çokluk olarak tanımladığı etnik, dinsel, dilsel, sosyal, cinsel, mesleksel, siyasal vb. bütün kimliklerin içinde vardır. Bu yüzden türü ne olursa olsun emekçi sınıfını ayrı bir kimlik olarak çokluğun bağımsız bir paydası boyutunda tanımlamak imkansızdır. Toplumsal ve bireysel ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin yeniden üretimi tek başına maddi emekle gerçekleşmez, kültür, sanat, dil, iletişim, bilişim vb. maddi olmayan üretken emek birlikteliğiyle gerçekleşir.
Biyo iktidarın, insanları, iletişim, rant, reyting, reklam, imaj vb. dışsal değer faktörleriyle dolaylı olarak ve sosyal medya, e-mail, telefon, kişisel bilgisayar vb. teknolojik içsel faktörlerle, iş zamanları dışında da iş yükleyerek doğrudan sömürüyor olması, yani sömürüyü insanların bütün yaşam sürecine yayması, ister üretken, ister maddi, isterse maddi olmayan olarak tanımlansın, emeği ve emekçi sınıfını asla marjinalleştirmez, kıyısızlaştırmaz. Mesleksel ast üst çelişkilerinin, etnik, siyasal ve mezhepsel çelişkilerin, cinsel ve ırksal çelişkilerin, rant, reyting çelişkilerinin alan kazanma mücadelelerinin hepsinin temelinde sınıfsal çelişkiye dayalı olan emeğin artı değer sömürüsü vardır. Artı değer sömürüsü ise, dünya ülkelerinde ortalama toplam nüfus oranları %75-%85 bant aralığında değişen, kol emeğine dayalı maddi emek üreten hizmet, maden, sanayi ve tarım işçileriyle birlikte maddi olmayan ama üretken olan emek üreten beyaz yakalı emekçilerin üzerinden gerçekleştirilir.
Biyopolitik yaklaşımın gözardı ettiği husus; insanların yaşam kalitesini belirleyen esas faktörlerin; üretken emekleriyle elde ettikleri gelirin, ürettikleri metanın değişim değeri içindeki oranı ve yaptıkları işin güvence faktörleri olmasıdır. Yani işin ücreti, mesai saatleri, işin bulunabilirliği, güvenlikli çalışma, kıdem tazminatı, sigorta, sendikal örgütlenme, işte cinsiyet ayrımcılığı, mobbing (yıldırma) vb. geçim kalitesini belirleyen bu esas faktörlerde yaşanan olumsuzlukların önemi, post modernist kuramcılara göre, medya veya sosyal medya aracılığıyla sömürülmenin önemine denktir. Emekçinin iş ve geçim haklarının sömürüsü, ‘’çokluk’’un etnik, yöresel, mezhepsel, cinsel, mesleksel, çevresel, bireysel, kültürel vb. kimlik haklarının sömürüsü kadar öneme sahip değildir ve bunların arasına tekil bir kimlik sorunu olarak karıştırılarak kıyısızlaştırılır, bulanıklaştırılır. Sendikal mücadeleler, çalışma ve iş güvenliği hakları, grev, dayanışma, miting, partili ve dernekli kitlesel örgütlenme faaliyetleri, kimlik ve kültür sorunları arasında önem ve itibar yıkımına uğratılır.
Üretim ilişkileri ve üretim sürecindeki sınıfsal karşıtlıklar, yerini, özerk kimlik iktidarlarıyla somutlaşan kimlik siyaseti ve kutuplaşmalarına bırakır. Yani öğrencinin çelişkisi okuduğu okulun yönetimi ile kendi arasındadır, işçinin çelişkisi çalıştığı iş yeri yönetimi ile kendi arasında, hastanın çelişkisi kendisi ile hastane yönetimi arasındadır. Tek boyutlu bakış açısına sahip olduğu iddia edilen bütüncül (totaliter) yapılar sökülmüş, mikro iktidar, mikro kimlik ve mikro siyaset adı verilen özerk yapılara bölünmüştür. Artık işçi sınıfı yok, sadece o fabrikanın işçisi vardır ve onun çalışma şartları, diğer fabrikaların ve sektörlerin işçilerini ilgilendirmez.
İşte bütüncül yapıların tekil yapılara bölündüğü bu çağa post modernistler, post yapısal çağ adını verirler, düşünce yaklaşımına da yapı sökümü adı verilir.
Sonuç olarak, post modernizmin biyopolitika, çokluk gibi yapı sökücü ve kültüralizm gibi, kültür çeşitliliği ve zenginliği görünümlü ama özde indirgemeci olan yaklaşımları, tüm dünyada, ulusal bütünlüğü parçalama potansiyeli taşıyan yöreselliğe dayalı etnisiteye ve dinsel bütünlüğü parçalama potansiyeli taşıyan mezhepçilik ve tarikatçılığa dayalı yapıların söylemlerini de meşrulaştırır. Bu mikro kimlikçi yapıların söylemlerini, eleştirmeye cesaret edilemeyecek derecede mutlaklaştırır.
Biyopolitik ve kültüralist çözümlemelerde; çokluk adı verilen kültürel yapıların gerek kendi içsel ilişkilerinde, gerekse birbirleriyle olan dışsal ilişkilerinde, eşitsizliğe, sömürü ve tahakküme dayalı siyaset stratejileri ile işsizlik, sigortasızlık, güvencesizlik, kıdem tazminatı, sendikal haklar, çalışma saat ve ücretleri, emeklilik hakları, sağlık hak ve güvenceleri, eğitim, barınma vb. sosyal güvence ve haklar, cinsiyet eşitliği, vb. haklar ile ulusal bütünlüğü ayakta tutan değerler ve kavramlar göz ardı edilirler. Hakların yerini; gerçek üstü kutsaliyet kavramları yüklenmiş mikro kültürel yapı ve aidiyet ödevleri ile canımız feda olsun, kurban oluruz, ölürüz de dönmeyiz gibi inancı akıldan üstün kılan romantizmle köpürtülmüş sorumluluklar içeren, kimlik görevleri alır. Sanat ve kültürde toplumcu, tarihselci ve gerçekçi akımlar, yerini, bireyci, gerçeküstü, bilinç akışçı, mitolojik destansı, kimlikçi, içeriği soyutlaştırılmış akımlara bırakır. Çok kültürlülük söylemlerinin hiç biri, ezilen dünya ülkelerinde açlık sınırının altında yaşayan insanların eşit iş, eşit emek, eşit ücret hayallerine tek sözcük olarak bile katkıda bulunmaz.
Üretim araçlarının mülkiyetinin azınlık bir zümrenin elinde olduğu kapitalist sistemin ideologları, vaat ettikleri ‘’çokluk’’u oluşturan tekilliklerin arasındaki eşitliğin sağlanma biçimini net olarak açıklamazlar. Yöneten ve yönetilen sınıflar arasındaki, yöneten sınıfların güçlenmesine yönelik yontulan uzlaşmaz çelişkinin, iletişimsel ilişkilerle aşılabileceği biçimindeki algı avuntusuyla, kapitalist sistemin doğası dışında kalan çözüm alternatifleri sunarak, dikkatleri başka yönlere çekerler. Düşünce dünyasında, doğanın diyalektik maddeci evrim kuramları, yerini, öznel kurgulara, tasavvurlara, doğada ve insan bilincinde maddi karşılığı olmayan, soyut, romantik ve metafizik ruhçu kavramlara bıraktırılır. ‘’Tekilliklerin farklılığı, farklılıkların zenginliği, sürü psikolojisinin aşılması, içindeki özgür ruhun serbest bırakılması, tarzının yaratılması, vb.’’ arzu, güç, vb. istenç yüklü, bireyi manipüle eden, tekbencileştiren post yapısalcı kavramlaştırmalarla, toplumsal ekonomik yaşam sürecinin gerçek verilerinin üzeri örtülür.
Ümit Şenel
Kaynaklar :
1-Mehmet Ulusoy – Çürümenin Estetiği – 2019 – Berfin Yayınları
2-Yusuf Akdağ – Burjuvaziye Yedeklenme Teorisi – 2022 – Kor Kitap
3-Arif Koşar – Negri Sınıf ve Çokluk – 2017 – Kor Kitap
4-Michael Hardt & Antonio Negri – İmparatorluk – 2003 – Ayrıntı Yayınevi
5-Michael Hardt & Antonio Negri– Çokluk İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi– 2004-Ayrıntı Yayınevi
6-Michael Hardt & Antonio Negri – Ortak Zenginlik – 2011 – Ayrıntı Yayınevi
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.