“Çiçekbaba ereni ile Bozdağ ereninde karşılıklı iki bulut çıktığında Akdağ’a yağmur yağar” -Bir Gölgeli dağlar demesi- Honaz cıvarlarında bir köy mezarlığının önünden geçiyoruz. Gün ışımaya yeni başlamış. Selvi ağaçlarının arasından..
“Çiçekbaba ereni ile Bozdağ ereninde karşılıklı iki bulut çıktığında Akdağ’a yağmur yağar”
-Bir Gölgeli dağlar demesi-
Honaz cıvarlarında bir köy mezarlığının önünden geçiyoruz. Gün ışımaya yeni başlamış. Selvi ağaçlarının arasından bir kabrin ayak ucuna oturmuş Kur’an okuyan on yaşlarında bir çocuk görünüyor. Kabirin üstünde bir tütsü yakılmış.
Arabayı durduruyorum. Uzak çekim objektifini alıp sessizce yaklaşıyorum iyi bir siyah beyaz kare yakalamak için. Ama çocuk kalkıyor, beyaz takkesini çıkarıp Kur’an’ı koltuğun altına alıyor ve yürüyor. Siyah beyaz kare artık hayal. Çocuğu kabristan kapısında karşılıyorum. Kime Kur’an okuyordun diye soruyorum, konuşma olsun diye.
Dedeme diyor. “Her bayram Kur’an okuyup tütsü yakmak için evden gönderirler de….”.
Tütsü ne ola ki diye soruyorum, sığla kabuğu diyor.
Tekrar yola koyulduğumuzda çekemediğim karenin görüntüsünün belleğimden hiç ayrılmayacağını hissediyorum!.
Zaman zaman, nasıl olsa aslı bende, bozulmaz, diye orasını burasını didiklemeden edemem bu görüntünün.
Bazen, çocuk- ölü dede- Kur’an; bazen de, tütsü-kabir-çocuk düşer aklıma. Bu üçlüleri dillendirmek isterim de sözcüklerim yetmez, beceremem diye sakınırım.
Ne var ki, sığla tek başına yapar bu işi.
Onun Amerika’da bir kardeşi varmış ama, biz, bizim buralardaki sığla‘yı biliriz.
Bir zamanlar Sığla Sancağı demişliğimiz vardır Ege’nin bu taraflarına ne de olsa.
Görmüş geçirmiş bir hanımefendi gibidir sığla. Her şeyi ölçülüdür onun.
Suyu sever ama, su bulduğunda, kökleri gidip onu tüketmez. Su ile sığla, çoğu yerde iki sevdalı gibi yanyana dururlar öylece. Eriştiği suyun tümünü yanmayayım diye kendine çekip, etrafını kurutan Okaliptusa da, Kıbrıs Akasyasına da hiç benzemez huyu.
Yaprağı, çınar’ınkine, iri kıyım bir zorbanın eli, narin küçük bir kızın eline ne kadar benzerse, o kadar benzer.
Büyür büyümesine ama, çınar gibi illa anıt olacağım diye de uğraşmaz.Sizden sonra da yaşayacağım işte, diye böbürlenmez karşınızda.
Ona kıyar da yaralarsanız, özünden vereceği pek çok güzellik, pek çok şifa için hiç yüksünmez, Yaraladığınız için küsmez Vereceğini verir cömertçe, gene de.
Oldum olası insanlarla hep dost kalmıştır sığla.
İnsanlar da sevmişlerdir hep onu; öykülerine, söylencelerine, evlerine almışlardır.
Dillendiremedikleri şeyler için sığla dan yardım istemişler hep.
Muğla köylerinde bazen, öleni gömdükten sonra, ölenin ruhu yerine çabucak gitsin diye hemen o gün, bazen de öleni tekrar hatırlayalım diye. sonradan, sığla buhuru dolaştırma geleneği hâlâ sürer evlerde. Kabul günleri gibi, sığla tüttürüldüğü günler de yapılagelir yörede .
Belki, buralarda, sığla‘ya ‘Günlük‘ denmesi de ondandır.
Evlerden ta uzaklarda, kiliselerde papazların buhurdanlarında, inananların üzerinde de dolaştırılır sığla buhuru.
Balsam olup Eski Mısır’da ölmüş Firavunları sarıp sarmalamışlığı vardır; külleri Ankâ (Phoenix) Kuşunu ölümsüzleştirdiğine inanılmıştır ki, Karya yolunda bugünkü Taşlıca’nın adı Phoenix miş çok evvelde.
Susmayı, söylenemeyeni,ya da sessizliği bir dillendirseler sığla dumanı olur derim ben.
Böylece, söyleyemediğimiz için varlığından habersiz kaldığımız nice bilinmezlikler, ete kemiğe bürünür de, erenlerdeki karşılıklı bulutların Akdağ’a yağmur yağdırması misali, erişebileceğimiz yere gelirler.
İşte o zaman. bayram sabahı mezarlıkta Kur’an okuyan çocuğun, ölen dedesi ve tütsü ile olan gizemli ilişkisini sezeriz belki de.
Prof. Dr. Orhan Arıoğul
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.