Çetin soruya yaman bir yanıt!
Soru, herkesin kendine soramayacağı türden.
Ütopyalarının peşinden hiç ayrılmamış olanlar, iç dünyalarından gelecek yanıttan belki de ürktükleri için, pek soramazlar bu soruyu kendilerine.
Ütopyalarını yarı yolda bırakanlar ise, yeni yaşamlarını kımıldatmamak için, hiç sormazlar. Ama bu, onları, “Enternasyonal“i dinleyen Oya Bayldar‘ınkine benzer gözyaşlarından yoksun bırakır. Geçmişe duyarsızlaşma başka duyarsızlıkları da getirmiş; mutlu yoldaşlıkların üzeri örtülmüştür artık.
İtiraf gerektiren sorular, zordur.
Bu zorluk sorudan değil, itirafın zorluğundandır. Başlı başına inceleme gerektiren dallı budaklı konudur, itiraf.
Edebiyatta yeri hep vardır itirafın; en azından, okuyucusunu içtenliğine inandırmak için başvurur buna yazar.
İtiraf, her dinde önemlidir, ama katoliklikteki yeri neredeyse kurumsaldır. İnananlar itiraf odasına girip içlerini dökerler; günahlarını bırakıp rahatlarlar. Bunun seküler karşılığı psikanalizdir.
Ne var ki, Oya Baydar‘ın itirafları bu kadar sıradan değildir. Atıp da rahatlatacak türden hiç değildir.
Yüzyıl kadar önce Marksist psikanalistler, ezilen sınıfların neden kendi çıkarlarına aykırı politik konumda oldukları sorusuna açıklık getirmeye çalışmışlardı. Freudo Marksizm denen bu akımın yandaşları, toplumsal koşullar ile politik eylemler arasındaki bağlantıları aydınlatmak için “devrimci kolektif bilinçdışı” kavramını ortaya atmışlardı. Rasyonel olmayan insan davranışlarını açıklayabilen bir kuram arayışında olan bu Marksist Freudcular, bir bakıma gelmekte olan “yenilginin psikolojik açıklaması“nın peşine düşmüş olduklarını sonradan anlayacaklardı.
Freud, meslek yaşamına sinirbilimden başladığı halde, pratik hekimliğinde, bu salt bilimsel alana uzak durmuştu. Belki kuramının bilimselliğinden kuşkusu vardı. Aslında haklıydı da; kuramının bilimselliği için inandırıcı kanıta hiç rastlanmadı. Psikanalizin kendisi de, bir inançtı çünkü.
Marksizme gelince: Postmodern dönem, içinde kolektiflik bulunan ve de aydınlanmanın ürünü olan her şeyi süpürmesiyle, ne yazık ki o da ortadan kayboldu. Kendine inanacakları beklemekten yorulmuştu zaten!.
Oya Baydar‘ın “başaramadık” dediğinin arka planı böyledir; ama bu gerçekler, yaşanmış yılların adanmışlıklarını anlamsız kılmaz. İstenen yere varılamasa da, yolculuk önemlidir çünkü. O nedenle yazarımız, klasik trajedilerde koronun söyleyeceği türden bir prologu hem kitabının başında: “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla”, şeklinde, hem de içeride: “Ne yaptımsa kendimi iyi hissetmek yaşamımı anlamlandırmak için yaptım, katlandığım her mihnet başkalarının uğruna değil kendim için” şeklinde dillendiriyor. Bunu derken de, yalın bir gerçeğini vurguluyor. Yaşamın sadece bir yolculuk olduğunu!.
“Tarihi değiştiremedik aksine tarih bizi törpüledi” ile de, ütopyalarını yarı yolda bırakanların kolay dillendiremeyecekleri bir şeyi, meydan okurcasına anlatıyor: Başarısızlığa rağmen dik duruşu…
Bu duruş, kazananların, erişemeyecekleri türden bir şey!.
Böylesi yenilmişlik için yaptığım tüm güzellemeye karşın, yazar gene de: “Bir tek soru var ki, hep gündemde ama kesin cevabına ulaşılamıyor: Hayatın anlamı nedir, sorusu. Soru hayatın amacı nedir diye de sorulabilir… İnsanın boşlukta kalmamak için kendi kendini kandırmaya ihtiyacı var” diyor.
Oysa, hayatın anlamı nedir? sorusu, neden yenildik? sorusundan daha da çetin. Camus ya da Cioran gibi “yaşamın hiçbir anlamı yok” diye de cevaplanabilir; kendini kandırmak için, çeşitli şirin anlamlar vererek de…Böylesi bireyselliğe itiraz olamaz.
Ne var ki, kandırılma, bireysel olmanın dışına çıkarılıp, onun araçları başkalarının aldatılmasında kullanılırsa, itirazı davet eder.
Yazarımız, kefaretini ödediği ütopyası için “başaramadık” gibi bir itirafının eşdeğerini, yakın zamandaki bir siyasi tercihi için yapmıyor. Tersine, ülke üzerindeki vesayetlerin kaldırılmasını, seküler olmayan çevrelerden bekliyor; bunu içtenlikle savunuyor. Bir zamanlar beraber bulunmaktan onur duyduğu “kaybedecekler” cephesinden, günümüzün “kazanacaklar” cephesine geçiyor. Ama bunlar siyasi işlerdir. Herkes farklı yorumlayabilir. Deşmek yararsızdır. İsterseniz, büyük bir yazarın küçük işleri de diyebilirsiniz onlara.
Yazarların yaşamlarındaki tercihler, kuşkusuz onların yazarlıklarını etkiler; ne var ki bizler, onları sadece yazınsal güçleri üzerinden yargılama hakkına sahibiz. Anılar, günlükler için bile geçerlidir bu ilke. Dediğim gibi, Oya Baydar güçlü bir yazardır. Bu kitabındaki gücü, onun benliğinin tanıklığında, bizim kendimize itiraf edemediklerimizi, yüzümüze ayna tutarcasına, hatırlatmasındandır. Sanki, “siz de geçmişinizdekilerle hele bir yüzleşin, bakalım benim kadar içten olabilecek misiniz?” demektedir.
Aslında yazarımızın kendisi için söyledikleri, bizim için de doğru. Ama gene de o, “İnsanın başkalarının değil kendi, yenilgilerinden öğrenerek değişebileceğini düşünüyorum” tümcesinde olduğu gibi, bize diyeceklerini, sözü dolaştırmadan ifade ediyor.
Bu kitabında kötümserdir Oya Baydar. “Bu Dünya hiç güllük gülistanlık olmadı ama umut hep vardı” ile ifade eder bunu.
Ve, “İnsan 80 yaşına varıp da yaşayacak az zamanı kaldığında, bir ömrün bütün çabalarının umutlarının acılarının sevinçlerinin sıfırlanmasını kabullenemiyor” ile, söyleyeceği her şeyi bizim adımıza da söylemiş olur.
Kapanışta, kötümserliğini affettirmek istercesine, 90’ında “iyimser” yazacağına söz verir.
O halde bize düşen, o zamanki okuma keyfine kadar, sabırla beklemek!..
Prof. Dr. Orhan Arıoğul
KAYNAKLAR
-
80 yaş Zor Zamanlar Günlükleri, Oya Baydar, Can Sanat Yayınları, Şubat 2021
-
Politik Psikiyatri, Kaan Aslanoğlu, İthaki Yayınları 2005
-
Sosyal Nörobilim, Oğuz Tanrıdağ, Nobel Tip Kitabevleri 2015
-
Edebiyatta itiraf eylemi
https://serendipstudio.org/exchange/unidentifiedflyingobject/act-confession-literature
-
1920’ler Almanyası’nda Marksizm, Freud ve Psikanaliz Karmaşası, Nazlı Cihan,
Ludwig-Maximilians Üniversitesi, Bilim ve Aydınlanma Akademisi, 2020