Bir zamanlar ülkelerden birinde eşitlikten, kardeşlikten yana bir padişah vardı. Ülkesinde yoksulluk olmasın isterdi. Ancak yöneticileri hiç de onun gibi düşünmez, yoksulu gözetmez, insanları yoksul-varlıklı, okumuş-bilgisiz, köylü-şehirli diye ayırırdı. Haksızlıklar..
Bir zamanlar ülkelerden birinde eşitlikten, kardeşlikten yana bir padişah vardı. Ülkesinde yoksulluk olmasın isterdi. Ancak yöneticileri hiç de onun gibi düşünmez, yoksulu gözetmez, insanları yoksul-varlıklı, okumuş-bilgisiz, köylü-şehirli diye ayırırdı.
Haksızlıklar sonunda yoksul sayısı artmış, halkın kimi başka ülkelere göçmüş, kimi hırsız olup çeteler kurmuştu. Bir gün bu çetelerden biri sarayın hazine bölümüne girdi. Kırk kişiydiler. Aralarında işşiz kalmış kuyumcular, madenciler de vardı. Başladılar değerli eşyaları cinsine, değerine göre sıralayıp ayırmaya. Kimi altınları, altın yaldızlı gümüşten ayırıp sandıklıyor, kimi sim işlemeli kadifeleri katlıyor, kimi inciler bu kutuya, mercanlar buna diye seçiyordu. Öyle bir çalışma, öyle bir düzenleme ki, hazine hazine olalı böylesini görmemişti. Sonunda hırsızlardan biri bir köşede kutu içinde toparlak bir şey buldu. Kristal dese değil, değerli taşın yontulmamışı dese benzemiyor. Hazinede olduğuna göre önemli olmalı. Evirdi, çevirdi, anlamadı. Yanındaki arkadaşını çağırdı. “Bak hele bu nedir?” dedi. Arkadaşı yaptığı işten ayrılmak istemediğinden eskiden cam ustası olan hırsıza seslendi: “Hasan şuna bakıver!” Hasan usta, arkadaşının uzattığı toparlağı evirdi, çevirdi, sonra tozunu sildi, yine ne olduğunu anlamadı. “Dur hele,” deyip diliyle yalayıverdi. Ve haykırdı, “Tuzmuş, kayatuzu, turşu tuzu. Tuzmuş tuz!” Tuz sözünü duyan çete reisi herkesi durdurup ne olduğunu anlamak istedi. Padişah hazinesine rastlantıyla konulmuş tuzu bir arkadaşının tattığını öğrenince, “Hemen bırakın elinizdeki çuvalları sandıkları,” dedi. Hırsızlar saraydan geldikleri gibi sessizce gittiler.
Padişah ertesi gün yalnız başına sarayı dolaşmaya çıktı. Yolu hazine odasına düştü. Kapıyı itip içeri girince karşılaştığı manzara onu çok şaşırttı. Nöbetçileri belli etmeden sorguya çekti. Hazine sorumlusuna bir iki soru sordu. Anladı ki bu düzenleme sarayın içindekilerce yapılmamış. Hemen şehre haberciler çıkarıp, “Bir gecede hazine düzenleyenlerin, padişaha başvurmasını,” istedi. Bu başvuruya ödül umuduyla pek çok kişi yanıt verdi. Padişah aradığı kişilerin bunlar olmadığını sorduğu sorularla hemen anladı. Sonunda duyurusunu, “Nöbetçilere sezdirmeden saraya girenlerin padişaha başvurması,” biçiminde değiştirdi. O zaman hazineye girip hiçbir mala dokunmadan çıkan çete geldi saraya. Padişah hemen neden hiçbir şeyi götürmediklerini sordu. O zaman çetenin başı, “Padişahım, biz şimdi hırsızlık yapmak zorunda kalsak da hepimiz mesleği olan insanlarız. İnsan katıksız kalınca tuz ile ekmek yer. Bu yüzden halk tuza saygı duyar, ‘Tuz ekmek hakkı’ diye bir gelenek vardır. Tuzunu ekmeğini yediğin kişiye hainlik edilmez. Biz de rastlantıyla tuzunuzu tattık, bu yüzden eşyaları bıraktık,” dedi. Padişah bu sözü çok beğendi. Çetedeki kişileri bağışladı, onlara ülkenin gidişini danıştı. Bir süre sonra ülkede işler yoluna girdi.
‘Tuz ekmek hakkı‘ sözü böylece bugüne kaldı. Siz merak etmiyor musunuz, sarayın hazinesine o kaya tuzu kristali nasıl girmiş? Meğer vergiciler, bir yoksulun tek kıymetli eşyasını, tuzunu da alıp getirmiş saraya. Böyle tuz ekmek hakkı tanıyanlar yönetince ülkeyi, kimsenin tek katığına da el konmadı.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.