“Asya Çağında Kültür ve Sanat” Üzerine

POSTMODERN KÜLTÜR: ÇÜRÜYEN BATI’NIN DİLİ Mehmet Ulusoy‘un 2019 yılında yayınlanan ”Çürümenin Estetiği’‘ kitabı, alanında önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Kitap, neoliberal küresel çokkülürcü paradigmanın, post yapısalcılık, yapı sökücülük, biyopolitikacılık, otonomculuk vb…

“Asya Çağında Kültür ve Sanat” Üzerine
Yayınlanma: Güncelleme: 53 okuma

POSTMODERN KÜLTÜR: ÇÜRÜYEN BATI’NIN DİLİ

Mehmet Ulusoy‘un 2019 yılında yayınlanan ”Çürümenin Estetiği’‘ kitabı, alanında önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Kitap, neoliberal küresel çokkülürcü paradigmanın, post yapısalcılık, yapı sökücülük, biyopolitikacılık, otonomculuk vb. düşünce akımları ile eklektizm, simgecilik, gerçeküstücülük, soyut dışavurum, pop art, vb. sanat akımlarını çatısı altında toplayan, küresel karşıdevrimin felsefi-kültürel boyutunu oluşturan postmodernizmi eleştirel bir bakış açısıyla yorumlamaktadır. Kendi deyimiyle, Yeni Ortaçağın kültürel biçimi olarak tanımladığı postmodernizmin aynı zamanda, kapitalist uygarlığın çürümesinin göstergesi olduğunu, şu sözlerle ifade ediyordu. ”Son 70 yılda Batı’da gelişen neoliberal – postmodern kültür ve sanat anlayışının, Aydınlanma / modernite, akılcılık, bilimsellik, ilerleme, toplumsallık, örgütlülük, ulusal devlet, otorite ve hiyerarşi vb. karşıtı niteliğiyle çöken bir uygarlığın kültür ve sanatı olduğu aşikardır. Bu kültürel çürüme ve zehirlenme, aynı zamanda, tarihsel deneyimlerin de gösterdiği gibi, bir toplumsal sistemin, bir uygarlığın sona erişinin tipik göstergeleridir.”

Günümüzde hem yurdumuzu hem de tüm dünyayı etkisi altına alan, modernitenin dönüşmüş hali olan postmodernizm, burjuva liberal özgürlükçü, bireyci, biçimci, öznel bilinci ön plana çıkaran, toplumsal ve evrensel aklı ve toplumcu dayanışmayı reddeden bir anlayıştır. “Çürümenin Estetiği” Aydınlanma’nın getirdiği evrensel, bilimsel aklı reddeden, çok kültürlülük anlayışına dayalı, çok kimlikçi,  merkezi otorite karşıtı, çok merkezli ve mikro iktidarcı, tüketim kültürü odaklı bu neoliberal postmodernist anlayışın hangi yöntemlerle siyaset, kültür ve sanat dünyamızı yönlendirip güttüğünü, nasıl toplumsal bir yabancılaşma, sığlaşma, yozlaşma ve çürümeye yol açtığını çok yönlü sergiliyor. Bunu yaparken, öğretisel dilinden ödün vermeden, belirli bir düzeyde okumuş kitlelerin rahatlıkla anlayabileceği bir dille, dünyadan ve Türkiye’den örneklemeler ve çözümlemelerle, sosyal bilincimizin hizmetine sunmaktadır.

Postmodernizmin ortaya çıkışının, kültürel ve tarihsel ilerlemesrecinde oynadığı rolün maddeci, sosyoekonomik ve sınıfsal bakış açısıyla analiz edildiği eserlere dünya çapında bile rastlamanın oldukça zor olduğunu biliyoruz. Ulusoy’un kitabını okuduktan sonra, daha önce okuduğum, postmodernizmi en gerçekçi eleştirel yaklaşımlarla tanıttığını düşündüğüm Steven Best ve Douglas Kellner’in ”Postmodern Teori” adlı eserlerinden ulaştığım bilgi doyumunun, nicelik ve nitelik olarak aynısına ulaştığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Felsefe, sosyoloji ya da tarih konularında inceleme ve araştırma amacıyla yazılan bir kitabın ya da eserin, beni bilgisel ve yorumsal anlamda doyuma ulaştırmasını, genelde iki ana başlık altında beklerim. Birincisi, biçimsel anlamdadır ki, bu eserin, sistemli, yöntemli bir dille ve bir konuda tutarlı ve bütüncül bir yapıda oluşturulmuş olması demektir. İkincisi ise, içerik anlamındadır; burada da öncelikli kriterim, somut, nesnel, maddeci (tözcü) bakış açısıyla ele aiınması, yani tarihsel bir bütünlük içersinde olmasıdır. Soyut, gerçek dışı, metafizik yaklaşıma dayalı bir anlatım ve yorumlar o eseri ciddiye almamak için bana göre yeterli sebeptir. Toplumsal pratiğe dayalı kültürel, rasyonel (akılcı) ve bilimsel niteliğe sahip analiz ve yorumlar yerine; birey odaklı, öznelliğe dayalı analiz, yaklaşım ve yorumlara sahip inceleme ve araştırmaların da hiç kimsenin düşünce dünyasına bir katkısının olamayacağı gibi, yanlış bilgi bataklığına sürükleyeceğini düşünmekteyim.

YÜKSELEN ASYA, ULUSAL DEVRİMCİ KÜLTÜR VE SANATIN DİNAMİKLERİ

Ulusoy’un gerek “Çürümenin Estetiği”, gerekse 2022 yılında yayınladığı “Asya Çağında Kültür ve Sanat” adlı kitaplarında yukarıda sözünü ettiğim bakış açılarına fazlasıyla uyulmuş olduğunu görüyorum. Ayrıca bunlara ek olarak, kitaplarında yapmış olduğu bilginin kaynağı analizlerinde, tek başına ne Doğu ne de Batı kültürünün ön plana çıkarıldığını görmüyoruz. Asya, Afrika ve hatta Güney Amerika kültürleri ile Batı kültürlerinin evrensel uygarlığın oluşum sürecinde, tarihsel, coğrafi ve sosyoekonomik yapılarının izin verdiği ölçüde gereken katkıları yaptıklarını ifade eden bir nesnel bakış açısı söz konusudur. Böyle olmakla birlikte Ulusoy’a göre; neoliberal kapitalist sistemin kültürel bir yozlaşma, çürüme ve çöküş yaşattığı, başta ABD ve Avrupa toplumları ne yazık ki bireyin yaratıcılığının, dehasının beslenme kaynağı olan toplumsal gerçekliğin insanı özgürleştirip yetkinleştiren devrimci enerjilerini, dinamizmlerini, en azından son yüzyıl içinde büyük ölçüde yitirmişlerdir.

Evrensel uygarlığın toplumsal, düşünsel – ruhsal enerji kaynağının, küresel kapitalizme karşı, özünde sınıfsal olan mücadeleyi bugün artık Aydınlanmacı, akılcı, ilerlemeci, demokratik, çağdaş ve evrensel değerlerle, toplumcu ve ulusal bir niteliğe dönüştürerek sürdüren toplumlara geçtiğini ifade etmektedir. Ve çağımızda, evrensel uygarlığın yeni dönüşüm merkezini, “Asya Çağında Kültür ve Sanat” adlı eserinin son cümlesinde net olarak işaret eder; ”Önümüzdeki yıllarda daha da belirgin olarak görülebileceği gibi, en heyecan verici, en yüksek, derin ve zengin, insani açıdan en anlamlı sanat ve edebiyat çalışmalarının, yapıtlarının ve etkinliklerinin beslenme kaynakları artık Avrasya’dadır.”

“YABANCILAŞMA”, “SANATIN INSANSIZLAŞTIRILMASI” VE EMEK ETİĞİ

“Asya Çağında Kültür ve Sanat”, dört esas bölüm altında toplanan ve bir de sonuç makalesi olarak, toplam otuz iki makaleden oluşan bir kitap. Fakat birbirinden bağımsız olarak yazılmış olan bu otuz iki adet makaleyi bütüncül bir kitap haline getiren ortak yapı, kapağında da belirtildiği gibi, günümüz kültür, sanat ve estetik anlayışındaki anlamsızlığın, sığlığın ve bayağılığın meydan okumasına karşı,  nesnel, maddeci ve toplumcu gerçekçi bakış açısıyla yapılan neden ve sonuç analizleri olmaktadır. Temel çıkış nedenini, öncelikle, kapitalist sistemin varlığını sürdürebilmek ve halkın ilerleme bilincini kırabilmek için, sahte, göz boyayıcı, günü kurtaran ve tüketiciyi sistemin içinde oyalayan, sözde ”yeniliklere” ihtiyacı olması üzerine kuruyor. Ve arkasından, bu sözde ve sahte yenilikçiliğin bir yansıması olarak, gerek dünyadan, gerekse Türkiye’den “değişim”, “dönüşüm”, “tabuları yıkma”, “tarzını yaratma”, “kültürel çeşitlilik”, “innovasyon”, “kuralsızlaştırma” adı altında özgürlükçü kavramları çarpıtarak ve özüne yabancılaştırarak kutsanmasını, yüceltilmesini ele alıyor. Böylece aslında, aydınlanmacı, ulusalcı – toplumcu ilke ve değerlerin anlamlarını çarpıtan, başkalaştıran aydın, sanatçı ve kuramcıları eleştirisini yapıyor.

Yazar, “çürümüş” olarak vurguladığı neoliberal postmodernist ideoloji ve onun sanat anlayışına karşı, kitapta alternatif olarak ise; toplumsal ve insani içeriğin estetize edilişini yaratıcılığın odağına koymakta. Bu bağlamda biçimi ve üslubu içeriğin bir sanatsal ifadesi olarak ele alan geniş bir yelpazedeki büyük bir sanat hareketi olan Gerçekçilik, Toplumsal Gerçekçilik ve Eleştirel Gerçekçiliği doğru bir estetik ve sanat seçeneği olarak öneriyor.

Kitabın dokuz adet makaleden oluşan ilk bölümünde, yukarıda da değindiğimiz gibi, Batı’daki çürümenin, insanı kendine ve topluma yabancılaştırıcı kültürü inceleniyor. Bu kültürün motoru olan “iletişim etiği”ne, yani içi boş, sahte, içeriksiz şeylerin, içi boş, anlamsız söylemlerin, kanaatlerin iletişim biçimlerini odağına alan ahlak teorisine karşı, Fransız filozof Alain Badiou’nun “emeğin etiği” inceleniyor. Daha sonra da bireyci öznelliği yücelten, anlamlılığı ikinci plana atan, biçimi mutlaklaştıran sanat anlayışı sözcülerinden, İspanyol düşünür Ortega y Gasset’in düşünceleri irdeleniyor. Gasset, “sanatın insansızlaştırılması”nı, kitabına başlık olarak da koymak suretiyle düşüncesini gayet net ve açık olarak ifade ediyor. Ulusoy, Gasset’in kitabın bütünü içinde aslında çok iyi tanımlayıp yorumladığı gibi, sadece yaşayan gerçek insandan kopmayı değil, aynı zamanda bütün canlı doğadan, somut yaşamın bütün biçimlerinden kopmayı, yabancılaşmayı olumlamaktadır. ”Sonuçta, öznel bireyin yaratıcılığının kaynağını kendi ”tanrısal hayal gücünde” (sanki bu hayal gücünün evrenin, maddenin dışında bir kaynağı varmış gibi) arayan, dolayısıyla anlamsızlık, saçmalıklar, hiçlikler üreten bir noktaya varılıyor” diyor.

ULUSAL DEVRİMCİ KÜLTÜRÜN SIKIŞTIĞI BATICI-ORTAÇAĞCI MAKAS

Kitabın ikinci ve üçüncü bölümündeki makalelerde ise, Türkiye’nin gerek tarihinden gerek günümüzden verdiği örneklemelerle, ülkenin düşünce, sanat ve edebiyat alanlarında geçirdiği değişimi anlatıyor ve günümüzdeki ulaştığı yerin analizini yapıyor. Batı’daki ulusal ve demokratik devrimlerinin, evrensel aydınlanmacı-akılcı ilkelerle ulusal kimliğin ve özgünlüklerin sentezine dayanan ikili karakterinin, Osmanlıda o günün bilgi birikimiyle yeterince kavranmasının ve hayata geçirilmesinin olanaksız olduğu vurgulanıyor. Ulusal devrimimizin toplumsal ve kültürel dinamiklerinin gelişmişlik düzeyinin yetersizliğini, emperyalizmin dayatmaları ve ona karşı direnen dar bir aydın kesimin bilgi birikiminin ve örgütlülük düzeyinin sınırlılığıyla ilişkilendiriyor.

Ulusoy’a göre; uluslaşma ve çağdaşlaşma kavramlarına, birbirinden kopuk ve birbirine karşıt dayatmalarmış gibi yaygın bir yaklaşım söz konusudur. Ülke, “Doğuculuk” da denen, ümmetçilikle iç içe geçmiş muhafazakar bir milliyetçilik ile modern yaşam tarzını örnek alan Batıcı bir çağdaşlaşmacılık arasında kültürel bir kamplaşma yaşanmaktadır. Bu kamplaşma; antiemperyalist İslamcı kimliğinden düşünceleri çarpıtılarak kopartılan ve emperyalizm güdümlü İslamcılığın simgesi yapılan Mehmet Akif ile aydınlanmacı ve uluslaşmacı tavırlarına rağmen, fikirlerinin Batı kaynaklı olmasından dolayı emperyalist Batı ile bütünleşmenin bir aracı olarak yorumlanan ve simgleştirilen Tevfik Fikret arasındaki bir çatışma olaran gösterilmek istenmiştir.

O’na göre; günümüzde iktidar, Türk ulusal kültürüne karşıt,  onu tasfiyeyi amaçlayan sınıfların, mafya ve tarikat güçlerinin, cemaatlerin, ümmet kimliğinin ideolojik iktidarıdır. Oysa, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi bir siyasal iktidar, milleti yaratan etmenleri, onun tarihini, bu tarih içinde oluşan kültürünü, ulusal kimliğini ve karakterini, sanatını sahiplenmek zorundadır. Çağdaş sanat ve edebiyat, özünde ilericidir, devrimcidir, insanı ve doğayı değiştirme, insanın yaratıcı yeteneklerini sınırsız özgürleştirme amacı onun vazgeçilmez karakteridir. Bu nedenle emperyalizm ve ortaçağ kültürü, tarikatçılık ve ümmetçilik onun uzlaşmaz karşıtıdır, düşmanıdır. Ve söz konusu ulusal kültürse eğer, ”Türkiye’nin ruhu”ndan önce ”Türk ruhu”ndan, yani ”Türk ulusal ruhu”ndan söz etmek gerekiyor. İngiltere edebiyatı, Hindistan dili, Rusya sanatı ve edebiyatı diye bir tanımlama yoktur dünyada; İngiliz edebiyatı, Hint dili, Rus sanatı vb vardır. Aynı durumun ”Türk edebiyatı, Türk dili ve Türk sanatı” için de geçerli olması gerekir. Böylece küreselleşmenin ulusları, ulusal kimlikleri çökertme programının bilinçlerde yarattığı derin ve çok yönlü tahribata dikkat çekilmektedir.

Türk kimliğini, Türk ruhunu, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, Türk milleti üst kimliğini oluşturan Türkiye halkının yaklaşık yüz elli yıldır emperyalizme ve Osmanlı feodalizmine karşı sürdürdüğü uluslaşma mücadelesinin özü olarak görmekte Ulusoy. Ulusal kültür savaşımızın henüz tamamlanmamışlığını, Attila İlhan’ın 80’lerde yayınladığı ”Ulusal Kültür Savaşı” adlı kitabından alıntıyla açıklıyor; sorunun devam etmesinin, emperyalist sistemden köklü kopuşun gerçekleşmemiş olması, ortaçağ toplumsal ilişkilerinin temizlenmemişliği, aydınlanma ve çağdaşlaşma atılımlarının yani Milli Demokratik Devrim’in yarım kalmışlığıyla doğrudan bağlantılı olduğunu vurguluyor.

Ulusal devrimci kültürümüzün gücünün ve derinliğinin birinci ölçütü, en başta ulusun büyük çoğunluğunun, ulusal kültürün potansiyel dinamiklerinin, değerlerinin yani kendi özgün kimliğinin bilincine varıp içselleştirmesi ve bu durumu çağdaş aydınlanmacı-akılcı bir bilinç düzeyine çıkartma zorunluluğudur. İkinci ölçüt ise, ulusal karakterin ulusal değer ve tepkilerin, davranışların sanat ve edebiyatta, romanda, tiyatroda, sinemada, resimde yetkin imgeler, simgeler ve karakterlerle somutlaştırılması ve evrenselleştirilmesi gerektiğidir. Bilim, sanat, ideoloji-siyaset dahil, Ulusoy’a göre uluslaşmak; Atatürk’ün de belirttiği gibi her şeyden önce bir kültür sorunudur ve hiçbir evrensel değer uygulandığı ulusal coğrafyanın tarihsel-kültürel prizmasından geçmeden başarılı olamaz.

NAZIM’DAN GÜNÜMÜZE TOPLUMSAL GERÇEKÇİLİK VE DÜŞMANLARI

Kitapta, Nazım Hikmet gibi diğer bütün büyük şairlerin bir felsefe sistemi, bir toplumsal görüşü ve sezişi olduğu, bilimsel bir bilgi birikimine sahip oldukları vurgulanıyor. Sanatçı, haksızlığa, eşitsizliğe, sömürüye, adaletsizliğe, emperyalizme, bayağılaşmaya, cehalete, kısacası, insanı ezen, çürüten, insani doğasına yabancılaştıran her şeye karşı, bedelini ödemeye hazır bir dava adamı boyutunda, taraf olmalıdır. Görünüşte değil, gerçekte ve katıksız bir devrimci duruş sergilemelidir.

Herhangi çağdaş bir ulusun edebiyatını veya dilini, onu konuşan toplumdan, ulustan, o ulusun tarihinden, yani maddi gerçeklikten kopartmak, 1960’larda ortaya çıkan yapısalcı öznelciliğin teorisiydi. Bu teorinin mirasçıları daha sonra, gerçekliği, sanat ve edebiyatı, ”dil ve imge oyunlarına”, gerçeklikten kopuk kurgulara, kurmacalara, indirgeyen postmodernizmin bileşenleri haline geldi. Buna tamamen karşıt nitelikte; ulus, ulusal devlet, akıl ve bilimin yol göstericiliği, sınıflar ve sınıf mücadelesi, özgür birey, maddi manevi üretilen her şey (kültür), sanat ve edebiyat, modernliğin, modernitenin, çağdaşlığın temel öğeleridir.

Murat Belge gibi neoliberalist söylemlere sahip teorisyenler, söylemlerinde, nesnel ve bilimsel görünmeye her ne kadar özel bir gayret gösterseler de, postmodernizmin akıl ve bilim dışı tezgahlarında modernite değerlerinin devrimci özgürleştirici değerlerini çökertip çürüten saldırılarını paylaşıyorlar. Postmodernist kuramcılara göre; sanat ve edebiyat, artık ulusal, toplumsal, kamusal alandan bireysel alana çekilmeli, artık sadece yalnızlaşmış, topluma tamamen yabancılaşmış bireyin, bir oyun, eğlence, fantezi etkinliği olarak değerlendirilmelidir. Şiir ve edebiyattaki söz ve imge oyunları, dil üzerinden yapılan hokkabazlıklar, sıradan, bayağı zevke hitap etmektedir. Mehmet Ulusoy, ”Belge’ye göre, şiir hamasetin gürültüsünde barınamaz” der. Nerede barınır? Yalnızlaşmış, bencil bireyin sorunlu, hastalıklı, ölüm, çürüme ve hiçlik üreten, bedeniyle, psikolojik takıntılarıyla uğraşan soğuk hayal aleminin tuhaf, garip imge oyunları dünyasında…

Ulusoy, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat’ın birlikte öncülük ettikleri Anadolucuk akımını da mercek altına almıştır. Eyüboğlu’na göre, Türk kültürü, Anadolu’da daha önce yaşamış olan kültürlerin bir devamı ve senteziydi. Onlara göre, Türk kültürünün kökenini Orta Asya’da aramak, çağdaş Batı kültürüne dolaysızca bağlanmak kadar yanlıştı. Batı kültürünün kaynağı olan Yunan kültürü Anadolu’da doğup gelişmişti. Eyüboğlu ve arkadaşlarının ”Anadolu hümanizmi” kavramı ilkçağ Anadolu toplumlarının kültürlerinden kaynaklanıyordu. Her ne kadar Yunus Emre incelemesinde hümanizmin Türk ve İslama dayanan bir boyutu olduğu vurgulansa da, genel olarak Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini içine almıyordu. Böylece laik ve maddi içerikli bir kültür ortamı yaratılmak isteniyordu.

Anadolu Türk kültürünün oluşmasında; Orta Asya, yerli Yunan-Roma ve İslam olmak üzere üç temel kaynaktan özellikle yerli Yunan-Roma kökenini öne çıkaran bu yaklaşım kuşkusuz eksik ve hatalıydı. Doğrusu ise, son bin yıllık Anadolu kültür mayasının oluşmasında, Orta Asya Türk kültürel öğesinin baskın olduğu ama İslamın ve antik Yunan-Roma kaynaklı öğelerin de etkili bir rolü olduğu gerçeğidir. Eyüboğlu ve arkadaşlarının ulusal kültürün temelleri konusundaki hatalı düşünceleri, son analizde Batı merkezli, oryantalist bir duruşun izlerini ve açmazlarını taşıyordu. Birbirine karşıt iki farklı Batı olduğu gerçeğini görememekten dolayı, Türk aydını, ilerici Batı’ya sahip çıkarken, gerici Batı’yı da savunmak, ya da tam tersi gerici emperyalist Batı’ya karşı çıkarken, ilerici – devrimci Batıyı da toptan reddetmek gibi ciddi yanlışlara düşmüştür. Bunun sonucu olarak da toptan Batı’ya karşı çıkılırken kendi gerici ortaçağ kültürümüzle uzlaşmak, Batı’ya toptan sahip çıkılırken de yerel, ulusal bütün değerlere karşı çıkmak açmazlarından kurtulunamamıştır.

Kitapta, sanatla ilgili görüşlerinde Sabahattin Eyüboğlu’nun sürrealizmi olumlamasındaki bir yanılgısına dikkat çeker. ”Sürrealizm (gerçeküstücülük), düştüğü müspet bilim ve tabiat dışı zeka oyunları bir yana bırakılacak olursa, yüzyılımızın en ciddi sanat hareketlerinden biri ve yarınki yeniliklerin belli başlı bir kaynağı olarak kalacağa benziyor. Çünkü sürrealizm, aslında ne realizmin ne de rasyonalizmin inkarıdır. Tersine aklın sınırlarını genişletmeye, görme ve kurma gücümüzü daha derinlere götürmeye çalışmıştır.” demektedir Eyüboğlu. Ulusoy’a göre ise, gerçeküstücülük bir süre sonra devrimci modernist toplumcu sanatçıların ayrılmasıyla, doğuşundaki gerçekçiliğin ve akılcılığın dışına çıkmıştır. Eyüboğlu her ne kadar yenilikçi, ilerici ve devrimci enerjiyle örtüşen bir yazar olmasına rağmen, 40’lardan sonra ilerlemenin Batılılaşma ile özdeşleştirilmesine yönelik eleştirel ama çelişkili tutumuyla, özellikle kültür ve sanatta modernizm adı altında burjuva gericiliğinin ürettiği sahte, yapay yeniliklerin, avangardçılığın tuzağına düşülmesine katkı yapan bir rol oynamıştır.

Gerek Batı’da, gerek Ahmet Hamdi Tanpınar örneği bağlamında Türkiye’de, Tarihsel ve Diyalektik Materyalist felsefeyi yeterince önemseyip benimseyememiş yazar ve sanatçılardaki bu eksikliğin, onların tarih, toplum ve estetik alanlarındaki görüşleri arasında organik bir bütünlüğün, bir tutarlılığın oluşmasını engellediğini ifade etmektedir. Sınıf mücadeleleri gerçeğini, onun kültürel ve sanatsal dünyadaki zorunlu yansımalarını yeterince anlayamamış olan sanatçı ve yazarlar, öznelliğe ve kaçış edebiyatına yönelmişler, boş hayallere ve gerçekdışı kurgu ve fantezilere sığınmışlardır. Ulusoy, sözkonusu edebiyat tarzının, Selahattin Hilav’ın da tanımladığı gibi, mazmunculuk yani dolaylı anlatım olarak tanımlar. Böylece manevi dünyanın gerçekliğe tamamen yabancılaşması, içi boşalmış soyut fikir ve imgeler çerçevesinde bütün bir somut dünyanın toplanıp özetlenmesi, gerçek dünyanın sınırsız zenginliğinin yerine soyut kavramların geçmesi biçiminde gerçekleşiyor.

Kitapta, Tanpınar romancılığı bağlamında, özellikle gerçeklikten kaçışın biçimleri olan, romanda gereksiz, abartılı imgeleştirmelerin, eğretilemelerin, hayali ve zorlama betimlemelerin, okuyucunun gerçeklik duygusunu zayıflatan bir rol oynadığı belirtilmektedir. Ulusoy’a göre resimde de biçimin temel ifade araçları olan renk ve çizgi, eğer ki bir içeriği anlatmıyorsa hiçbir şeydir. Bugün esas tartışma, akademi veya dışında figüratif gerçekçi sanat ile soyut, güncel, çağdaş, kavramsal vb. sanat arasında yaşanmaktadır. Bugün az sayıda olsalar da toplumsal gerçekçi figüratif ressamlar, dirençleri, kararlılıkları, yurtsever, soylu ülküleri ve tutkularıyla, yüksek, nitelikli bir estetik tavrı ve enerjiyi temsil etmektedirler.

DOĞU MERKEZLİ EVRENSEL BİR KÜLTÜR VE SANATIN DİNAMİKLERİ

Dördüncü ve son bölümdeki makalelerde ise, neoliberal postmodern düşüncenin ürünü olarak, içgüdülerin ve bastırılmışın geri dönüşü, aklın yıkımı, bilinçaltının ve ilkel arzuların sınırsız özgürleşmesi, anlamın yitimi gibi öznelciliği, bireyciliği ve sıradanlığı ön plana çıkaran kavram kalıplarının nasıl yüceltildiği vurgulanıyor. Böylece  evrensel ve bilimsel doğrular, nesnellik, ilerleme, tarihsel ve materyalist felsefe, binlerce yıllık uygarlaşma sürecinde edinilen bilgi, düşünce ve estetik birikimi dışlanarak, toplumsal dokunun nasıl bozuma uğratıldığı, çürümenin, cehaletin, sıradanlığın, dalkavukluğun ve hödükleşmenin yolunun nasıl açıldığı belirtiliyor.

Kitaptaki makalelerde, analizlerin, genel olarak ulusçu, toplumcu, nesnel, tarihsel ve maddeci diyalektik bir bakış açısıyla, doğa-toplum-birey bütünselliği içinde yapılmasına oldukça dikkat edilmiş ki zaten bu durum da yazarın düşünce yapısıyla bire bir örtüşmekte. Gerek Batı tarihinden, gerekse Doğu-Türk tarihinden günümüze kadar, sanatçı, edebiyatçı ve düşünürlerden bire bir örnek, inceleme ve karşılaştırmalarla, düşüncelerinin toplumsal-kültürel gerçeklerle olan bağlantıları, eleştirel gerçekçi bir yaklaşımla ele alınmış.

Ulusoy, Batı merkezli neoliberal çürümüş bir kültür ve sanat anlayışına karşı, Doğu merkezli, evrensel düzeyde yeni bir çağın dinamiklerini yeni bir kültür ve sanat atılımı için tayin edici olarak değerlendiriyor. Sonuç olarak ortaya hemen hemen her cümlesinde, neoliberalist postmodernizmin yapı sökücü, yıkıcı, gerici ve yozlaştırıcı  sanatsal ve edebi argümanlarına karşı, farkındalık yaratacak donanımlara sahip olmamızı sağlayacak, kayda değer ve derinlemesine yoğun bilgiler, tartışma ve çözüm seçenekleri içeren bir kitap ortaya çıkmıştır. Okunmaya ve üzerinde çok boyutlu düşünmeye, tartışmaya değer bir kitap.

Ümit Şenel

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.