1937’de, Cumhuriyet Bayramı’nda yazdığı “Kaside“de şöyle diyor: “Başka bir iyddir bugün mâziye yoktur nisbeti / Çünkü mehrûlarda yok bir şey tesettür nâmına / … / Hande-zen olsun serâser mülk-i millet..
1937’de, Cumhuriyet Bayramı’nda yazdığı “Kaside“de şöyle diyor: “Başka bir iyddir bugün mâziye yoktur nisbeti / Çünkü mehrûlarda yok bir şey tesettür nâmına / … / Hande-zen olsun serâser mülk-i millet ey Nezîh / Çünkü girdik devr-i Cumhuriyetin bayrâmına.”
(Bugün başka bir bayramdır, geçmişle ilişkisi yoktur; çünkü ay yüzlü [güzel]lerde örtünme nâmına bir şey yok. Ey Nezih, ülke baştanbaşa gülsün, çünkü Cumhuriyet döneminin bayramına girdik.)
Divan şiirinin kalıplarıyla Cumhuriyet’i savunan Haşim Nezihi Okay anlatıyor:
“Trabzon’da, Dârülmuallimîn-i Osmanî’de (öğretmen okulu) iken edebiyat öğretmenimizin derslerini doyurucu bulmuyordum. O yıllarda gazeller yazmaya çalışıyordum, Divan edebiyatına hayrandım. Okul dışında bir yol gösterici arıyordum. Baba Salim’e git, dediler. Baba Salim, okula yakın bir dükkânda şekercilik yapıyordu. Okuma yazması yok, ama usta bir şair, Sad hezar şükrân sana ey Gazi-i satvet-nisâr / Bir yıkılmış devleti azminle bünyâd eyledin diyebilen adam! Gittim, görüştüm. (“Benim usulüm çok basit, evlat” dedi. “Önce açacaksın Fuzuli’yi, beğendiğin beş gazeline nazîre (benzek) yazacaksın.” Yazıp götürdüm. “Olmuş” dedi, “Seni Baki’ye geçiriyorum.” Beş benzek daha… Nef’i, Nedim derken Şeyh Galip’e kadar geldik. Sonunda, “Oğlum, sana verecek bir şey kalmadı artık“ dedi. “Aruza yeterince hâkim olmuşsun. Aferin.” Böylece, Baba Salim’in diplomasını elde etmiştim. Elini öpüp duasını aldım.“
Öğretmenlikle ve şiir tutkusuyla geçen ömründen bir yaprak, bu… Haşim Nezihi Okay o günlerden beri şiir yazar. Şiiri yaşar, yaşatır. Sınıfta edebiyat dersi mi veriyor, kapattırır öğrencilerine kitapları, başlar şiir okumaya… Coşkuyla okur, okur… Sonra açıklar.
“Sözgelimi, Osmanlı Devleti’ni anlatmak için, Fikret’in Çınar’ını okumalı, o havayı yaşatmalıdır. Çok kez, ben de öğrencilerim de, şiire dalar gider, teneffüsün başlayıp sona erdiğinin farkına varmazdık. Ta ki benden sonraki dersin öğretmeni içeri girinceye kadar...”
Bir başka tutkusu da törenlerde, toplantılarda konuşmalar yapmak, şiirler okumak. Trabzon’da, öğrenciliği sırasında gelişmeye başlayan bu yeteneği, sonradan, öğretmenlik yaptığı illerde “mülki makamlar“ın her törende, toplantıda konuşma görevini mutlaka ona vermelerine yol açar…
Haşim Nezihi Okay 1904’te Niğde’de doğdu. Trabzon Öğretmen Okulu’nu bitirdi (1924). Trabzon ve İzmir’de beş yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesi’nde sınav vererek (1930) ortaöğretim Türkçe ve edebiyat öğretmenliğine geçti. Sinop, Zile, Develi, Bursa, Bandırma’da öğretmenlik ve müdürlüklerde bulundu. İstanbul Atatürk Kız Lisesi edebiyat öğretmenliğinden emekliye ayrıldı (1969). Şiire gazel ve kasideler yazarak başladı; ilk şiiri 1921’de Trabzon’da yayımlanan İzler dergisinde çıktı. Akşam Şarkıları (1934) ve Ilgar (1935) adlı kitaplarında yer alan şiirlerini, daha önce ve sonra yazdıklarını ekleyerek Ömrümden Yapraklar’da (1978) topladı. Halk edebiyatı derlemelerini Aşık Sümmani, Seyrani, Dertli, Köroğlu-Dadaloğlu başlıklı kitaplarıyla henüz yayımlanmamış Zile Tarihi, Folkloru ve Zileli Halk Ozanları adlı kitabında biraraya getirdi. Haşim Nezihi Okay’ı 9 Mayıs 1998’de yitirdik.
Sekiz yaşındayken babasını yitiren Haşim Nezihi Okay, Birinci Dünya Savaşı yıllarının binbir yoksunluğu içinde Amasya İdadisi’nde öğrenimini tamamlayınca, İstanbul’da lise öğrenimi görmek üzere yola çıkar bir arkadaşıyla birlikte. Yük arabasına binip, üç günde Samsun’a varırlar. Bir hana yerleşir, İstanbul’a hareket edecek vapuru beklerler. Yıl, 1920. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı başlamış; Ankara Hükümeti, İstanbul’la her türlü ilişkiyi ve bağlantıyı kesmiş… Sonunda Trabzon’a gitmeye karar verirler.
Öğretmen Okulu… Parasızlık, sefalet… Haşim Nezihi, yaz aylarında kahveci çıraklığı yaparak, çeşitli işlerde çalışarak kazandığı üç beş kuruşla elden düşme giysiler edinir. O yıllarda okul, öğrencilerinin giyimini sağlayamıyordur.
Trabzon ve İzmir’de ilkokul öğretmenliği… İzmir’de askerlik… “Edebiyat öğretmeni olmak için yanıp tutuşuyordum,” diye anlatıyor. “1930’da, askerlik bitince, Ahmet Haşim’in de yöneltmesiyle, İstanbul Darülfünunu (henüz üniversite olmamıştı) Edebiyat Şubesi’ne başvurdum. Dışardan sınav verecektim. Sınav günü geldi çattı. Yedi öğrenci, bir de ben, kapıda bekleşiyoruz. Namık Kemal’in oğlu müderris (profesör) Ali Ekrem Bey (Bolayır), yanımızdan geçerken saygı ile kenara çekildik. “Nasılsınız çocuklar?” dedi. Hep birden “Ellerinizden öperiz efendim” dendi. Öğrencilerden biri de beni göstererek: “Efendim” dedi, “bu arkadaşımız dışardan girecek. Peder-i âlişânınıza (yüce ünlü babanıza) nazîreler (şiirlerine benzekler) yazıyor.” Ali Ekrem Bey, “Halt etmiş, halt etmiş” diyerek yürüyüp gitti. Ben bittim. Kara kara düşünüyorum…”
Fuat Köprülü, Ritter, Ali Muzaffer, Ferit Kam ve Ali Ekrem’den oluşan sınav kurulunun karşısına çıktığında, Ali Ekrem, “Gel bakalım küstah efendi!” diye karşılar. “Oku bakalım pederime yazdığın nazîrelerden birini!” “Efendim, böyle bir şey yok, teeddüb ederim (utanırım). Arkadaşım bir muziplik yaptı, dedimse de, ‘Yok yok’ diye ısrar etti. ‘Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Önce babamınkini oku!’ Namık Kemal’in ‘Serlevhasında hamd ile başlar kitâbımız / Yok iştika-i cevr-i felekten nisâbımız’ diye başlayan gazelini okudum. Sonra yazdığım benzeği: ‘Biz fedâî erleriz, râh-ı belâdan geçmişiz / Râd ü berk evlâdıyız biz fezâdan geçmişiz’ ikiliğiyle başlıyordu. “Ali Ekrem Bey yerinden kalktı, “Bunda İstiklâl Harbimizin havası var” dedi, “gel seni öpeyim.” O yanaklarımdan öptü, ben de ellerini öptüm. Arkadaşlarına “Bizim haytalar yazılanı bile okuyamıyorlar” dedi. Üstelik bu arkadaş yazıyor. Başka bir şey sormasak da olur. Köprülü, “Yok yok, soralım, usulü bozmayalım” dedi. Fuzuli’nin Su Kasidesi’ni sordular, Nedim’den, Recaizade Ekrem Beyden bazı parçalar sordular. Sınavı verdim.”
Kısa bir süre sonra Sinop Lisesi’ne atanır Haşim Nezihi. Orada, Halkevi başkanlığı yaparken, Sinop Hapishanesi’ndeki mahkûmlara okuma yazma öğretir. Bunlardan birinden, halk ozanı Sümmani’ye yaşlılığında yardım eden, onunla birlikte dolaşan Zekeriya Çavuş’tan, Sümmani’nin 35 kadar koşmasını alır. Bu başlangıçtan sonra, derleme çalışmalarını her gittiği yerde sürdürür. Ünlü halk ozanlarının şiirlerini yayımlar; Zileli halk şairleri üzerine –henüz basılmamış– bir kitap hazırlar.
Yine Sinop’ta, Atatürk için bir “kaside” yazar. Divan edebiyatı yolunda kaleme alınmış, “Vücudunla acep mi fahr edüb düşsek senaya / Düzeldi mülk-i millet himmetinle serteser âyâ” ikiliğiyle başlayan bu kasideyi vali, Çankaya’ya, Atatürk’ün özel kalemine gönderir. On gün sonra, yine valiliğe gelen yazıda, şöyle denilmektedir: “Paşa hazretleri, bu çocuğa söylensin, madem beni anlatmak istiyor, bu yapmacık Osmanlı diliyle değil, halkın konuştuğu dille anlatsın buyurdular. Kendisine tebliğ ediniz.”
“Bu utançla, o büyük insanı yeniden, halk diliyle anlatmaya çalıştım,” diyor Haşim Nezihi. “Rahmetli vali Abdülhak Savaş, yazdığım yeni şiiri yolladı. Atatürk bu sefer şiiri çok beğendiğini belirtmiş, ancak üç Arapça sözcüğü çizmiş, Türkçelerini yazmış: Millet yerine ulus, iman yerine inanç, asırlar yerine yüzyıllar.”
Divan edebiyatı yolunda (aruzla) gazel ve kasideler yazarak edebiyata giren, Servet-i Fünun etkisinden geçerek heceye, oradan da “serbest nazım“a kadar uzanan Haşim Nezihi Okay’ın hemen her anısında şiirler, şairler var. Bunlardan birini daha aktaralım:
“Her hafta, Behçet Kemal Çağlar, Sadi Irmak, Kâzım İsmail Gürkan’la birlikte Park Otel’e, Yahya Kemal’in ziyaretine gider, el öperdik. Bir gidişimizde, o hafta Hürriyet gazetesinde çıkan ve “Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler” dizesiyle başlayan şiirini Behçet Kemal’le bana birkaç kez okuttu. Sonra sordu: “Nasıl buluyorsunuz?” Ben, “Üstadım,” dedim, “çok güzel ama, kusura bakmayın, galiba biraz Yunus kokuyor.” Yahya Kemal çok hiddetlendi. Salonda gitti geldi, bir ara takma dişlerini düşürdü. Sonunda karşıma dikildi, “Oku bakalım şu Yunus’u” dedi. Okudum: “Biz bu dünyadan gider olduk, kalanlara selâm olsun…”
“Ben okumayı bitirir bitirmez hıçkırarak ağlamaya başladı. “Aman evlat bu Türkçeyi ben yıllar yılı arıyordum” dedi. “Üstadım, sizler bu milletin büyük evlatlarısınız,” dedim. “Biriniz altı yüz yılın başında, biriniz sonunda, aynı diyapozondan ses vermişsiniz. Bunda şaşılacak bir şey yok.” Yahya Kemal, “Kalbini kırdım, gel seni öpeyim” deyip alnımdan öptü, ben de ellerini öptüm.”
Alpay Kabacalı
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.