“Stadyumlar yapılıyor kasabalara kadar… Sonra koskoca kapalı salonlar, pırıl pırıl… Milyonlar,milyarlar sarfediliyor. Kıskanıyorum oralarda spor yapan çocukları. Otuz yaşına gelince de bırakıyor sporu. Halk da bunun hastası. Stadyumları dolduruyor, televizyonun..
“Stadyumlar yapılıyor kasabalara kadar… Sonra koskoca kapalı salonlar, pırıl pırıl… Milyonlar,milyarlar sarfediliyor. Kıskanıyorum oralarda spor yapan çocukları. Otuz yaşına gelince de bırakıyor sporu. Halk da bunun hastası. Stadyumları dolduruyor, televizyonun karşısına geçip afyon yutmuş gibi seyrediyor. Avrupa’da da var, deniyor. Evet var ama, daha neler var… Kuyruk oluyorlar müzelere girmek için. Resme ordakinin onda biri kadar önem verilse, yeter. Bulgaristan’da, Yugoslavya’da, Yunanistan’da bile Akademi mezunlarına atölye veriyorlar. Bizim halimiz nedir!”
Türkiye’de ressamlığın çilesini uzun yıllar çekmiş Ali Avni Çelebi. Bunca yıldır bir atölye edinemediğini belirtiyor ve yakınmalarını sürdürüyor:
“Bir yazar değilim ben. Sarfiyatım çoktur. Tuval, boya, fırça, yağ, şusu busu… Bunlar hep masrafa bağlı. Bir peyzaja çıksam, elimde tuvalle, boya kutusuyla falan, nasıl gideceğim? Param yok ki otomobile bineyim. Tramvayla, otobüsle olmaz… Sırtımda boya kutusu, elimde tuval, yürüyerek giderdim.”
Yalnız peyzaja değil, Fatih’teki evinden Fındıklı’ya, hocalık yaptığı Akademi’ye bile zaman zaman yürüyerek gittiğini anlatıyor. Bir de anısı var:
“Fatih’te, türbe içerisinde resim yapıyordum. Yobazın biri geldi, tepeme dikildi, baktı baktı, sonra resmi yemeye kalktı… Demek istedi ki, bununla karın mı doyar? Ne kadar hazindir, Zeki Kocamemi (Almanya’da aynı atölyede çalıştık, beraber döndük), geçimini temin için marangozluk yapardı. Güzel kuş kafesleri yapar, pazara götürür, satardı. Bir ressamın hali bu!”
Ali Avni Çelebi, 1904’te İstanbul’da doğdu. 1918’de Sanayi-i Nefîse Mektebi’ne (sonra Güzel Sanatlar Akademisi) girdi. 1922’de Almanya’ya gitti; Münih ve Berlin Akademileriyle Hans Hoffmann’ın atölyesinde öğrenim gördü. Öğrenimi sırasında yurtdışı devlet bursu kazandı. Türkiye’ye dönünce (1927) öğretmenlik ve İÜ Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nde desinatörlük yaptı. 1938’de Akademi’de asistanlığa başladı; 1968’de emekli olana kadar hocalığını sürdürdü. 1987’de Mimar Sinan Üniversitesi’nce onursal profesörlük ünvanı verilen Çelebi, 1944 Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde birincilik, 5. Uluslararası Tahran Bienali’nde ikincilik, Kültür Bakanlığı Atatürk’ün 100. Doğum Yılı Başarı ödüllerini kazandı. Sanat eleştirmenleri, onu Türkiye’de modern resmin ilk temsilcilerinden biri sayarlar. Akademik anlayışa karşı çıkarak kübizm, konstrüktivizm (yapımcılık) ve dışavurumculuğu kendine özgü modern bir yorumla birleştirmiş; Türk resminde anlatım olanaklarını genişleten bir öncü olmuştur. Ali Avni Çelebi’yi Eylül 1993’te yitirdik.
Sahne sanatçıları gibi ressamların da mahkemede tanıklıklarının kabul edilmediği bir çağı yaşamış Ali Avni Çelebi. Ve sonuna kadar direnmiş… Akademi’ye (o zamanki adıyla Sanayi-i Nefîse Mektebi) on dört yaşında giriyor. Yıl 1918, Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermemiş… İki yıl hazırlık sınıfında, Hikmet Onat’ın atölyesinde çalışıyor:
Ornament denilen geometrik süslemeler, siyah-beyaz, ışık-gölge… Büst, tors çizimleri… Oradan İbrahim Çallı’nın atölyesine geçip iki yıl da desen, boya çalışıyor. 1922’de iki arkadaşıyla, sonradan ünlü birer heykeltraş olacak Ratip Aşir (Acudoğu) ve Kenan’la (Yontunç) Almanya’ya gitmeye karar veriyorlar. Orada enflasyonun alabildiğine azdığını, Türkiye’den gönderilecek pek az bir parayla geçinilebileceğini öğrenmişler. Maceralı yolculuk başlıyor: Bir Bulgar vapuruna binip Köstence’ye gidiyorlar. Karantinaya alınıyorlar Köstence’de. Köstence’den Varna’ya, Varna’dan Sofya’ya, oradan trenle Yugoslavya’ya geçiyorlar. Ve Viyana üzerinden Münih’e…
Heykeltraş Mahir Tomruk, Nijat Sirel de oradalar. Yeni gelen on sekiz yaşlarındaki bu gençlere yol gösteriyorlar, yardımda bulunuyorlar. Ali Avni Çelebi, Heinemann’ın atölyesinde çalışmaya başlıyor. Oradan hoşlanmıyor, Hans Hoffmann’ın atölyesine giriyor. Derken Münih Akademisi’nin giriş sınavını kazanıyor. Bir yıl öğrenim görüp 1923’te Berlin Akademisi’ne geçiyor. Prof. Klein’ın atölyesine. Ama fazla kalmıyor orada da:
“Anlayışı, deseni kuvvetli bir hocaydı. O sırada Zeki Kocamemi, Mahmut Cûda Münih’e geldiler. İstanbul’dan semt ve mektep arkadaşlarım. Münih’e geçtim, onlarla çalışmaya başladık. Hoffmann’a girdim yeniden. Mükemmel bir hocaydı. Atölyesinde Yugoslav, Çek, Avusturyalı, Alman, Amerikalı, İngiliz, Fransız, İtalyan… her milliyetten öğrenci vardı. Her biri de bana göre yaşlı başlı kimselerdi. Atölye ücretliydi, ama Hoffmann halimin vaktimin yerinde olmadığını görür, benden hiç para almazdı. Amerikalı gelirdi, tüpü sıkmaz, balık gibi yarıp paletine koyardı. Artan boyayı ben alırdım. Ayrılacağım zaman Hoffmann yanında kalmamı istedi. Ama devletten burs almıştım, dönmek zorundaydım.”
Türkiye’de devletçe devrimleri, tarih olaylarını konu alan resimler ısmarlanacağını umuyor. Oysa Konya’ya, Kız ve Erkek Öğretmen Okulları resim öğretmenliğine atanıyor:
“Çocuklara pek faydam olmadı. Yüksek matematik tahsili yapmış bir matematikçiyi düşünün. Götürüyorsunuz onu, ilk mektebe koyuyorsunuz; beş kere iki kaç eder’i öğretiyor. Bunun gibi bir şey… Kısacası, baktım ki kayboluyorum, çalışamıyorum, istifa ettim. Uzun zaman ortada kaldım.“
Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği’nin kurucuları arasında yer alıyor, birliğin sergilerine katılıyor. Münih’e, Hoffmann’ın atölyesine dönüyor 1930’da. Ertesi yıl Güzel Sanatlar Akademisi’ne atanıyor. Akademi müdürü Namık İsmail’le anlaşmazlığa düşünce görevine son veriliyor. 6 Eylül 1932 günlü Cumhuriyet’te, Ali Avni Bey’in Beyoğlu’ndaki Glorya Sineması girişinde sergi açtığı haberi var. İlk sergisi bu; çağrılılara ‘bir limonata bile ikram edemediği’…
O dönemde, İstanbul’da yılda bir kez sergi açılıyor. Galatasaray Lisesi’ndeki sergi, on kuruş gibi yüksek bir giriş ücreti ödenerek görülebiliyor. Ankara’da da, yine yılda bir, Devlet Resim ve Heykel Sergisi düzenleniyor. Resim satma olanağını (daha doğrusu şansını) yılda bir elde edebiliyor ressamlar: Sergideki tablosu beğenilirse devletçe satın alınıyor…
1934’te İÜ Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’ne desinatör olarak giriyor Ali Avni Çelebi. Dört yıl sonra Akademi’ye dönüp yeni gelen Léopold Lévy’nin yanında asistanlığa başlıyor. 1938’de ve 1942’de CHP’nin ressamlar için düzenlediği yurt gezilerine katılıyor. İlkinde Malatya’ya, ikincisinde Bilecik’e gidiyor, köyleri dolaşıyor. Yoksulluk içindeki köylere gitmek, bir köyden ötekine ulaşmak için saatlerce yürümek, “sırf resim yapmak için” katlanılan çilelerden…
1968’de emekli olana kadar tam otuz yıl hocalık yapan Ali Avni Çelebi, ikinci kişisel sergisini 1975’te açabiliyor: “Koca Akademi hocasıydım, aldığım maaş 75 lira kadar bir şeydi. Param yoktu ki çalışayım. Çuval alır, onu tuval olarak kullanır, üstüne resim yapardım. Müzede hâlâ çuval üzerine yapılmış resimlerim vardır.“
Son yıllarda resme ilginin artması sonucu, ilerlemiş yaşına karşın, birbiri ardınca sergiler düzenliyor. Geçen yıl Tem Sanat Galerisi’nde dokuzuncu sergisini açtı. “Galerilerin, sanatı halka tanıtmakta büyük hizmeti olmuştur,” diyor. “Eski Yunan’da, halkı tiyatroya alıştırmak için, piyesi görsün diye para verirlermiş. Şimdi bizde galerilere davet edip içki filan veriyorlar. Ama önemli bir başlangıç. Resim diye bir sanat olduğu anlaşılıyor.“
Ali Avni Çelebi, resim öğretiminde belirli bir metottan yana değil: “Önemli olan, görgüdür. En fazla üzerinde durduğum şey şu: Genç kuşak mutlaka Avrupa’ya gitmeli. Grup halinde Fransa’ya, İspanya’ya, İtalya’ya, İngiltere’ye gönderilsinler, görsünler. Bugün Avrupa’da kaç tane spor takımı dolaşıyor. Gol atacak, gol yiyecek… Nedir bu?! Kalıcı olan, bizim işimizdir. Resim, bir medeniyet ölçüsüdür.“
Bugünkü Türk resmini “biraz çalkantı halinde” cümlesiyle değerlendiren Ali Avni Çelebi, “zamanla durulacaktır,” diye ekliyor ve yine çalışma olanağı yaratılması gereğinden söz ediyor. Resim anlayışını açıklarken söyledikleri hâlâ kulağımda:
“… Biz daha ziyade madde üzerinde dururuz. Ama pentürü (boya) de olacak, armonisi de olacak. Bu, müziğidir. Keşke boyanın, renklerin sesi sadası çıksa… Bakınız ne güzel müzik olabilirdi. Resim, anlayan kimselerin işitebileceği bir müziktir.“
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.