Heykel Sanatında 60 Yıl: Zühtü Müridoğlu

Ülkemizde heykel sanatının başlangıcı 1882’ye, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (sonra Güzel Sanatlar Akademisi, bugün Mimar Sinan Üniversitesi) kuruluşuna kadar gidiyor. Mektebin ilk heykel hocası, Yervant Oskan Efendi (1855-1914). Büyükbabası, Darphane’de döküm..

Heykel Sanatında 60 Yıl: Zühtü Müridoğlu
Yayınlanma: Güncelleme: 90 okuma

Ülkemizde heykel sanatının başlangıcı 1882’ye, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (sonra Güzel Sanatlar Akademisi, bugün Mimar Sinan Üniversitesi) kuruluşuna kadar gidiyor. Mektebin ilk heykel hocası, Yervant Oskan Efendi (1855-1914). Büyükbabası, Darphane’de döküm ustasıymış. Avrupa’da öğrenim gördükten sonra, okulun kurucusu Osman Hamdi Bey tarafından görevlendirilerek Heykel Şubesi’ni açmış.

Açmış ama, tek öğrencisi yok… Günün birinde, okulun önündeki heykellere bakan bir delikanlıya, “Sen de bunlar gibi heykel yapmak ister misin?” demiş. Olumlu yanıt alınca, onu kolundan tutup kaydını yapmış. Bu delikanlı, ilk Müslüman ve Türk heykeltraş İhsan Özsoy (1867 – 1944).

Uzun süren öğrencilik döneminden sonra Paris’e gönderilen, dört yıl da orada öğrenim gören İhsan Özsoy, Türkiye’ye dönünce, arkadaşlarıyla birlikte bir atölye açmış. Atölyenin kapısına, insan figürlü bir rölyef koymuşlar. Ertesi gün zaptiyeler gelip hepsini karakola götürmüşler. Orada suçlarını öğrenmişler: Atölye kapısına konulan rölyeften dolayı, saraya şikâyet edilmişler!

Zühtü Müridoğlu02
Zühtü Müridoğlu, 1906’da İstanbul’da doğdu. Sanayi-i Nefise Mektebi’nde heykel öğrenimi gördü (1924-28). Daha sonra Paris’te Collarossi Akademisi’nde Marcel Gimond’un atölyesinde çalıştı (1928-32). Samsun Lisesi resim öğretmenliğinde (1932-36), Arkeoloji Müzesi heykeltraşlığında (1936-39) bulundu. Bir yıl da Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptıktan sonra Akademi’nin Heykel Bölümü öğretim üyeliğine getirildi. (1940). 1969’da profesör ünvanını aldı. 1974’te emekliye ayrıldı. Hadi Bara ile Beşiktaş Barbaros Anıtı’nı, Zonguldak’taki atlı Atatürk ve İnönü Heykelleri’ni yaptı. Anıtkabir kabartmaları ile Büyükada, Muş, Eyüp Atatürk Heykelleri de onun imzasını taşıyor. Yurt içinde ve dışında çeşitli ödüller aldı, 1979’da Görsel Sanatlar dalında Sedat Simavi Ödülü’ne değer görüldü. Pek çok sergi açtı. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde kırk kadar heykeli ve kabartması var. Zühtü Müridoğlu’nu Ağustos 1992’de yitirdik.

Daha sonra Arkeoloji Müzesi’nde heykel onarımcısı olarak çalışan, bir süre de kartonpiyercilik yapan İhsan Özsoy, 1908’de Heykel Bölümü öğretim üyeliğine atanıyor. Mahir Tomruk, Nijad Sirel, İsa Behzad da aynı okuldan yetişiyorlar ve Cumhuriyet öncesi Türk heykelcileri kuşağını oluşturuyorlar. İsa Behzad dışındakiler, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde görev alıyorlar.

Zühtü Müridoğlu03

Zühtü Müridoğlu, İhsan Özsoy’un öğrencisi. Cumhuriyet döneminin, aralarında Ratip Aşir Acudoğu, Hadi Bara, Nusret Suman ve ilk kadın heykelcimiz Sabiha Bengütaş’ın da bulunduğu ilk heykeltraşlarından. Akademi’ye girmeden önce, neredeyse hiç heykel görmemiş. “Heykel hakkında bir fikrim bile yoktu,” diyor. “Belki çocukluğumda, bir kez Arkeoloji Müzesi’ne götürmüşlerdir.İskender’in Lahdi’ni hayal meyal hatırlarım. Hepsi o kadar.”

Akademi’ye nasıl girmiş? “On üç, on altı yaşlarım, bir bunalım dönemidir,” diye başlıyor anlatmaya “Okulu bırakırım, işe gireceğim derim; işi bırakırım, okula gideceğim derim. Yavaş yavaş Köprüaltı’na, serseriliğe doğru ilerliyordum neredeyse… Babam, Gazi Hasan Paşa Camisi’nin imamı. Kasımpaşa’da ‘Hademe-i hayrat evleri’nde otururduk. Evin bir tavan arası vardı, orada öteyi beriyi karıştırırdım. Bir gün bir resim kutusu buldum. Görkemli bir kutu. İçinde boyalar, fırçalar… En büyük ağabeyim deniz subayıydı. Kutu, ondan kalmış. Önce nasıl kullanıldığını bilemedim. Bir rastlantı ile, o zaman Akademi’de öğrenci olan Mithat Özar’la tanıştık. O bana resim yapmayı, boya sürmeyi öğretti.

Arasıra Mithat Özar’la buluşuyor, manzara resimleri falan yapıyorlar. Bir gün, “Gel seni Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisine yazdıralım,” diyor Mithat Özar. Yazılıyor.

Resim öğrencisi olarak girdim. Ama Hikmet Hocayla (Onat) anlaşamadık. Pek sert, pek disiplinli… Yandaki atölyede de çamurla uğraşıyorlar. Oraya gittim birkaç kez, çamur beni sardı. İhsan Hoca (Özsoy) da pek yumuşak adam. Elinden gelen yardımı yapar öğrencilere. Bir gün bana “De gayrım” dedi (öyle konuşurdu), “sen ressam mı olacaksın, heykelci mi?” Şöyle bir düşünüp heykelci olmaya karar verdim. Okula girdiğimin dördüncü, beşinci ayıydı…”

Zühtü Müridoğlu04

Akademi yılları. Sonra Paris. Orada galeriler, sergiler, heykeller, heykeller… Bir şaşkınlık dönemi. Yavaş yavaş Paris’e uyarlanış… Zühtü Müridoğlu’nun Türkiye’ye döndüğü yıllarda, heykel, artık tümüyle yabancısı olduğumuz bir sanat değildir. Krippel’in, Canonnica’nın anıtları, Atatürk heykelleri dikilmiştir İstanbul’a, Ankara’ya, Afyonkarahisar’a…

1940’ta Akademi’nin Heykel Bölümü’ne öğretim üyesi olarak atanır. Çok geçmeden, aynı bölüm hocalarından, arkadaşı Hadi Bara ile birlikte, Beşiktaş’ta Barbaros Anıtı’nın yapımını üstlenirler. İlk kez büyük bir anıt gerçekleştirmektedir Zühtü Müridoğlu:

Öyle büyük heykel yapmaya alışık değilim. Önce 1/3’ünü yaptık. Tam büyüğüne başlayacağımız sırada Hadi askere alınıp Sarıkamış’a gönderildi, orada yedi sekiz ay kaldı. Barbaros’un iki yanındaki leventleri o yokken ben yaptım. Neler çektim… Bir de para sıkıntısı… 1940’ta sözleşme imzaladık. Sonra fiyatlar arttı. Bir an geldi, dökümcüye verecek para kalmadı. Üç figürü bağlayan bayrak bronza dökülemedi. Onu bakırdan dövüp koyduk. O sırada vali ve belediye başkanı Lütfi Kırdar bize yardım etmek istiyordu ama, elinden bir şey gelmiyordu. Sonradan yardımları oldu. O dönemin parasıyla 5-6 bin lira borçla işi bitirdik. Ayrıca, savaş dolayısıyla malzeme bulunamıyordu. Bizim işimize yarayacak alçı, dışardan gelirdi. ‘Falan yere üç çuval gelmiş’ denildi mi, hemen giderdik oraya…”

Zühtü Müridoğlu, bugün heykel sanatı yönünden Batı’yla kıyaslanacak düzeyde olmadığımızı belirtiyor: “Batı’nın yüzlerce, binlerce yıllık geçmişi var; bizimkiyse çok yeni, gerçek anlamıyla 1930’larda başlıyor. Ancak, sanıyorum yirmi, otuz yıl sonra Türk heykelinin dünyada bir yeri olacak. Çok başarılı gençler yetişiyor.”

Yeni akımlardan (Happening vb.) söz ediyoruz. Diyor ki: “Heykel, yüzyıllarca müzede durmuş. Herkes biraz da sıkılmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sanatçı çok özgür oldu. Ayrıca, bu işin ticareti de araya giriyor. Hep aynı şeyler yapılınca piyasa tutmuyor. Gençler de arayış içerisinde. Arada güzel şeyler çıkıyor. Kalıcılıktan bir parça uzaklaşıyor heykel. Bu da hoş bir şey.”

Kendisi de, bir ara ağaç dallarından soyut heykeller yapmış; zaman zaman soyut denilebilecek başka çalışmalara da yönelmiş. Taş dışında, bulabildiği her tür malzemeyi kullanmış. Ayrıca, son yıllarda serigrafiler, gravürler hazırlamış. Beş büyük dosyayı dolduran anıları da yayımlanmayı bekliyor. Değişik bir yöntemle canlandırmış anılarını: Desenler, altlarında açıklamaları… Birkaç da suluboya, yine açıklamalarıyla…

Zühtü Müridoğlu05

Bunlar arasında tiyatro anıları da var. Evet, tiyatro. Muhsin Ertuğrul’un Benden Sonra Tufan Olmasın başlığıyla yayımlanan anılarını okuyanlar, “Ferah Tiyatrosu” döneminden söz edilirken Zühtü Müridoğlu’nun adının da geçtiğini anımsayacaklar. Tiyatroya ilgisi, Akademi’ye girmeden çok önce başlıyor. Çocukluğundan beri Naşit’i, Kel Hasan’ı Burhanettin Tepsi’yi izliyor. Darülbedayi (Şehir Tiyatrosu) kurulunca, yepyeni bir tiyatro anlayışıyla karşı karşıya geliyor… Çok geçmeden, Muhsin Ertuğrul oradan ayrılıp Ferah Sahnesi’ni kuruyor (1924-25):

Bir gün de Ferah’a gittim. Ya İbsen, ya Shakespeare oynuyorlardı. Çok hoşlandım. Ertesi gün doğruca Muhsin Beye başvurdum, ‘Ben aktör olmak istiyorum’ dedim. O da ‘başla’ dedi. Beş ay kadar orada sürttüm, ufak tefek rollerde oynadım, figüranlık yaptım. Anladım ki bu işi beceremeyeceğim. Ama orada bir şey öğrendim: Haftada bir yeni piyes çıkartırlar. Önemli oyunlar. Ne yazık ki seyirci çok az. Orada çalışmayı gördüm, insanın bir şeyi başarabilmesi için çok şeye katlanması gerektiğini anladım.”

Zühtü Müridoğlu’nun önemli bir role çıkması daha sonraya, Akademi’deki öğrencilik yıllarına rastlıyor:

Arasıra Büyük Behzat’a (Butak) giderdim, Tepebaşı’na. Bir gün Hamlet’i oynuyorlardı, beni görünce ‘seni Allah gönderdi’ dediler, ‘gel içeri…’ Hamlet’in iki okul arkadaşı vardır. Birini Vasfi Rıza oynuyor. Ötekini Muvahhit oynuyormuş; o gün kan kusmuş, hastaneye kaldırmışlar. O da benim gibi zayıf. Elbisesini giyecek adam bulamamışlar. Bana giydirdiler, azıcık uzun geldi, kısaltıldı. Hamlet’i Muhsin Bey oynuyor. ‘Vasfi önden girer, o ne yaparsa sen de onu yapacaksın’ dedi. Elime bir kâğıt tutuşturdular, söyleyeceğim sözleri ezberledim. Oyun on iki gün sürdü, ben on gün o rolde oynadım.”

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.