Bizi bırakıp gideli, buralarla ilgini keseli bir yıl oldu. Ama benim için hâlâ bu yakadasın. Ben seninle ilgimi hiç kesmedim, sık sık konuşuyoruz seninle. Sağlığında bu kadar konuşmazdık belki. Her..
Bizi bırakıp gideli, buralarla ilgini keseli bir yıl oldu. Ama benim için hâlâ bu yakadasın. Ben seninle ilgimi hiç kesmedim, sık sık konuşuyoruz seninle. Sağlığında bu kadar konuşmazdık belki. Her ayki UNESCO toplantılarında sol yanım boş. Yerine kimse oturmuyor. Birlikte izliyoruz sevimli başkanın uzuna kaçan sunuşlarını. Gereğinden fazla uzayıp gündemin yarısını kaplamaya başlayınca da yine fiskos seninle konuşmaya, ya da yan yana olduğumuz halde yazışmaya başlıyoruz. İki yaramaz öğrenci gibi.
Sonra da bir kulakla yine konunun içinde kaldığımızı belgelemek için arada bir ciddi çıkışlar yapıyoruz. Arada yine çaylar, kahveler geliyor. Bu ufak aralarda ben sana o ay boyu öğrendiğim fıkraların en soyut bir ikisini geçiyorum. Senin de o akşam aynı fıkraları hem de tadını benden de çok çıkararak, başkalarına geçeceğinden emin olarak. Sen de bana Thurber‘den, Parkinson‘dan, Waber‘den Greenburg‘dan kaliteli espriler anlatıyorsun. Belki kabare skeçlerime esin kaynağı olabilir diye.
Ne kadar severdin kabareyi ve o çocukları. Dilim varmıyor ayrıldım demeye. On bir yıl süren bir iş, rizikosunu da birlikte getirir. Oluruna ve kolayına kaçmayı, halkın aşağı aşağı çeken gustosuna uymayı önlemek, on birinci yılda yepyeni yollar denemek gereğine inanıyordum. Kendini yinelemek yerine yenilemekten yana idim. Tek neden bu. Bundan böyle dışardan onlara candan başarılar dilemekteyim.
Gelelim Ankara‘ya. Sizinkiler iyiler, tahmin edeceğin gibi olgunca uygarca taşıyor acını. Yaşam duygusundan hiçbir şey eksiltmeyerek. Senin saygın anını ancak böyle sürdüreceğini bilerek. Sarmaşıklı tavanın, çiçeklerin, kitapların, plakların yerli yerinde. Çocukça bir sevinçle kurduğun sarkaçlı Hollanda çalar saatin sensiz saatleri çalıp duruyor. Proust‘u tanımlarken, “İstila altındaki bir ülkede son savunma güçleri nasıl sarp dağlara tırmanırsa, hasta bir vücuttaki son güçler de kafada toplanır” diyen Yakup Kadri‘yi haklı çıkaran o son ve nefis yazılarından birinde, azınlık hükümeti kurma umudu ile güvenoyu isteyen Ecevit‘in bu on bekleyiş gününe “On Umut Günü” adını vermiş ve tükenmez iyimserliğini bu yazıda yine belirtmiştin. Ne yazık ki, o günleri ikinci bir MC serüveni izledi. Bugün CHP koalisyona benzeyen bir tertiple yine iktidarda. Ama gidişi yokuştan kurtarmak henüz gerçekleşemedi. Yılların ihmali kolay onarılmıyor. Anarşi durmadı. Hemen her gün üç dört genç öldürülüyor. Artık namlular bilim adamlarına da çevrilir oldu. Tanilli, Cömert ve Karafakioğlu da, nerden geldiği belli olmayan kurşunlara hedef oldular. DİSK ile Türk-İş ortak tehlikeye karşı bir cephe kurdu. Ama partiler hâlâ boğuşmakta berdevam. MC‘den devralınan
içler acısı mali durum, gitgide etkisini bastırıyor. IMF diktalarını bindirdikçe bindiriyor. Her gün ağız değiştirerek. Dostları sorarsan, Necdet Uğur yeni hükümetin en ağır, en netametli bakanlığını üstlendi. Osman Olcay‘a gelince Montreux‘den sonra birlikte çevirdiğiniz Mondros ve Sevr ile ilgili belgeleri de tamamlayıp yayımladı. Bir de nefis önsözle. Sen onu da bu işe koşarak en yakın arkadaşına kızaktaki günlerini en yararlı kılacak bir olanak sağlamakla kalmadın. Ona bir de öz Türkçe titizliği aşıladın. Şimdi gittiği Bruxelles‘de dışişlerimizin en öz Türkçeci büyükelçisi oldu.
Cumhuriyet bildiğin gibi. Uğur Mumcular, İlhan Selçuklar, Melih Cevdetler, Oktay Akballar, Ali Sirmenler, Hasan Cemaller tam kadro ile çalakalem yazıyorlar. Bir senin yerin eksik. Ve keskin zekânın o yalnız sana özgü kıvrak, bilimsel mizah çeşnisi.
Marmaris de bıraktığın gibi imiş. Orada kalmak isteyişin, onları çok onurlandırdı. Muharrem yeni bir tekne almış. Tatil köyü yine dolup taşıyormuş. Senin belediye reisliği benim de sanat ve açıkhava tiyatro festivalleri danışmanlığı hayallerini artık başkaları üstlensin. Tahmin edeceğin gibi oraya daha bir süre gidemiyorum. Yalnız, geçen yıl iki saat için eşimle gelip baş ucuna bir kır çiçeği bıraktık.
Sevgili Seha, ortak dostumuz Vildan‘ın babası Âşir Efendi ne dermiş biliyorsun. “Ben sırtımı ana toprağa dayayıp rahat uykuma dalacağım. Siz kendi derdinize yanın,” dermiş.
Senin böyle düşünmediğini bilirim, rahattan hoşlanmadığını da bilirim. Sen ancak iyi savlar için savaşım vermekte rahat ederdin. Bunu da biliyorum. Bu ortamda senin seçkin bir yerin vardı. O boş kaldı, boş duruyor. Âşir Efendi‘nin “Ana toprağa sırt verip yatma rahatlığı” imajına yine de inandırmak istiyorum kendimi. Seni rahat bilmek için bir. Belki de yakın ya da biraz uzakta olan ö harfi ile başlayan o iki heceli sözcüğe kendimi alıştırmak için, iki,
söyleyeyim.
Hatırıma gelmişken şunu da erken ölüşünün bir tek küçük avuntusu da yok değil. Çünkü için titreyerek sevdiğin ve uğurlarına yaşamını adadığın gençlerden birinin namlusundan çıkan kurşunla ölmek de vardı. Bu kurşun seni çok, ama pek çok üzerdi.
P.S.-Sahi, sen şimdi bütün bunların üstündesin. Bunları önemli önemli oturup yazışıma bile gülümsersin. Ama sen de bilirsin ki, her diyalog bir bakıma bencil bir monologdur. Bir iç döküştür. Dert yanıştır. Ben Aristophanes‘e, Sipinoza‘ya, Freud‘a, Gandhi‘ye, babama da zaman zaman böyle nice postalanmamış mektuplar karalarım. Kusura kalma.
19 Kasım 1978
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.