Heidelberg Üniversitesi’nde İktisat okuduğum yıllarda, hobby olarak boş zamanlarımda İbsen‘in “Bir Halk Düşmanı” adlı piyesini çevirmiştim. Yurda döndükten on yıl sonra bu müsveddeler bir gün elime geçti. Oturdum temize çektim,..
Heidelberg Üniversitesi’nde İktisat okuduğum yıllarda, hobby olarak boş zamanlarımda İbsen‘in “Bir Halk Düşmanı” adlı piyesini çevirmiştim. Yurda döndükten on yıl sonra bu müsveddeler bir gün elime geçti. Oturdum temize çektim, Muhsin Ertuğrul‘a götürdüm.
Sahnede çok alkışladığım üstatla ilk karşılaşmamdı. “Ne iyi etmişsiniz” dedi. “İbsen’in en beğendiğim eserlerinden biridir.” Çeviriyi elimden kıymetli bir şeymiş gibi aldı. “Yeniden oynamak iyi olur,” dedi. “Ama bildiğim kadarıyla, Matbuat Umum Müdürlüğünde bir yasak eserler listesi vardır, ‘Bir Halk Düşmanı’ o listenin başlarında yer alıyordu, umalım ki o listenin geçerliliği kalkmıştır.” Aradık, sorduk. Listede bazı değişiklikler olmuştu, ama “Bir Halk Düşmanı” yine başlardaki yerinde duruyordu. Sansürle ilk karşılaşmam böyle oldu.
1949‘da telif bir piyes yazmıştım : Günün Adamı. Muhayyel bir ülkede gayretkeş bir parti genel sekreterinin, sınıf arkadaşı olan haysiyetli bir bilim adamını kandırıp kendi partisinin bir listesinde liste başı ve sonra bakan yapması ile başlayan oyun, salt bilimsel mantık ve ahlaka dayanan profesörün politikada karşılaştığı düş kırıklıklarını bir trajikomedi halinde sergiliyordu. San Fransisko konferansında müttefikler safında yer alabilmenin ödünü olarak, o tek parti sisteminden demokratik çok parti sistemine geçtiğini belgelemek için hilesiz bir seçim yapmış olan Türkiye, çok partili demokrasinin o sırada simgesi olan Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti. Bu parti kendini iktidara getiren demokratik rejime henüz dört elle bağlı idi. Tahkikat Komisyonu gaflarına başvurmaktan çok uzaktı. Ülkede liberal bir hava esmekte idi. Buna karşın Şehir Tiyatrosu repertuvarına alınan ve başrolü üstlenen Raşit Rıza‘nın, “Bir sezon boyu oynanır” umudunda olduğu oyun, tüm rol dağıtımı yapıldıktan sonra, tam provaların başlayacağı sırada zamanın Vali ve Belediye Reisinin bir emri ile sahneden indirildi. Ülkenin sayılı aydınlarından olan bu ordinaryüs Vali ve Belediye Reisinin o tarihte böyle bir veto hakkı vardı. Onu ilk defa “Günün Adamı”na karşı kullanışı, basında büyük gürültü kopardı. Başta o zamanki Dünya gazetesi ve eleştirmen Adnan Benk olmak üzere tüm tiyatro eleştirmenleri yazarlar, aydınlar bu karakuşi karara karşı çıktılar. Bu davranışın gerekçesini öğrenmek için kendisinden randevu istediğim Vali, hiç oralı olmuyordu. Gazetecilerin sorularına da cevap vermemesi karşısında herkes çeşitli yorumlar yakıştırmaya başladı. İktidardaki kabinede değerli bir profesör vardı. Muhalefete düşmüş halk partisinin en parlak adamlarından biri de değerli bir devletler arası profesörü idi. Ayrıca Vali de bilim adamı idi.
Piyesin onlarla bir paralele yol açacağından mı korkulmuştu? Oysa piyesteki profesör, piyesin tek temiz adamı olarak hiç mi hiç küçültülmüyordu.
Profesör Vali, nihayet bir gün beni çağırttı. Sizinle bir Vali ve yazar gibi değil, bir profesörle bir asistan gibi –o devirde asistandim– konuşalım dedi.
Bu hiyerarşik hatırlatmadan sonra, kamu ve basın tarafından desteklenen heyecanlı yazar rolümden çıkıp, onu dikkat ve saygı ile dinleyen asistan rolüme girdim. Dedi ki: “Eseri okudum. Şahsen beğendim. Ama biz demokrasiyi millete yeni yeni sevdirmeye çalışıyoruz. Siz tutmuş onun kulis arkasını, kirli çamaşırlarını teşhir ediyorsunuz. Doğru bile olsa şu sıra sakıncalı.” Ben de, “Oyunda demokrasi düşmanlığı yoktur, tersine onu yozlaştıran kulis entrikaları teşhir ediliyor” dedim. Hasılı anlaşamadık. Ama Vali basındaki kampanyanın durması için nedense oyunu benim kendi arzumla geri almamı istiyordu. “Bu isteğinizi hemen bugün tiyatroya gidip eserimi çekerek gerçekleştireceğim. Ama hiçbir kuvvet onu başka bir tiyatroda oynatmama, böyle bir tiyatro bulamazsam kitap halinde bastırmama engel olamaz. Yoksa ona da mı mani olacaksınız?” dedim. “Tabii bastırabilirsiniz” dedi. “Ha bastırıp açıklamışım ha oynatıp açıklamışım ne farkı var?” dedim. İşte o zaman ömrü billah kulağımdan çıkmayan şu vecize ile karşılaştım: “Kitabınızı aydınlar alır okur. Ama tiyatroyu aydın olmayanlar da seyreder.”
O zaman anladım ki sayıları zaten az olan İntelligenzia‘dan korkmuyordu. Ama tiyatro amplifikatörü ile büyük kitlelere gidebilecek piyesin yarı aydın ya da hiç kültürsüz kalabalıklardaki ters tepkisinden endişe ediyordu.
Sansürle, hem de ülkenin en üst düzeyindeki bir aydının ağzından ikinci temasım da böyle oldu.
Dediğimi yaptım. Piyesi bastırdım. Genel olarak piyes bizde çok okunmaz, ama bu yasak edildiği için kapış kapış rağbet gördü. Yıllar sonra sayesinde iktidara geldikleri demokrasiye ihanet eden Demokratlar da 27 Mayıs’ta iktidarı subaylara bırakmak zorunda kaldılar. Yasak oyunum bu rejimde aklandı, Ulvi Uraz onu ramp ışığına çıkardı.
1966 seçimleri sırasında Şehir Tiyatrosu, “Eşeğin Gölgesi” adlı bir oyunumu oynuyordu. Lukianos‘un antikitede geçen bir öyküsünü bir ortaçağ masalı olarak işleyen bu oyunum da sakıncalı görülerek sahneden indirildi. Zamanın iktidarı, tesadüfen seçim öncesine rastlayan bu oyunun kendine düşman bir partiye seçmen kazandırdığı zehabına kapılmış olacak ki, partisinin gazetelerinde hakkımda bir iftira ve ihbar kampanyasına girişti. Bunun sonucu adliyeye verildim. Savunmamı üstlenen Apaydın kardeşler, aleyhime girişilen bu safsatanın kökenlerini bir bir mahkemeye serdiler. Aklandım.
Bu da sansürle bir üçüncü karşılaşmam oldu.
Saf ve mazlum vergi mükellefi Vicdani ile onun mahalle arkadaşı yüze gülücü her dönemde dört ayak üstüne düşen mahalle arkadaşı Efruz‘un, Meşrutiyetten bugüne hayat hikâyesini sergileyen “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı piyesim, yurtta bini aşkın defa oynandıktan sonra, televizyon oyunu haline getirilince yasaklandı. Televizyon filminde piyestekinden fazla hiçbir şey yoktu. Belki eksik vardı. Ama televizyonun tiyatrodan daha büyük bir yayıcı olması, her halde ilgililere bu kararı aldırmış olacaktı.
Bu da sansürle dördüncü temasım oldu..
Bir zamanlar yönettiğim ve oyunlarının çoğunu bizzat yazdığım Kabare Tiyatrosunda da 1960 Sıkıyönetim döneminde yine sansürle karşılaşmalarımız oldu. Repertuvar denetimi ve ön uyarı şeklindeki bu müdahaleler sanatla, dramaturji ile ilişiği olmayan merciler tarafından geliyor ve tabii hız ve heves kesici oluyordu. Bu yüzden bir sıkıyönetim dönemini yabancı yazarlarla geçiştirme yolunu tuttuk. Ionesco’nun, “Gergedan”ını Kabare oyunu olarak sahneledik. Hoşlanılmayan gerçekleri biz değil de yabancılar söyleyince dokunmuyorlardı. Hasılı, bu işin bir tutarlılığı, ipe sapa gelir yanı yoktu.
Sansür işte geldi çattı, bugünün de sorunu olarak yine karşımıza çıktı. Bunca yıllık şahsi tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki, sansürcülerin ölçütleri çok değişkendir. Bir dönem, bir önceki dönemin yasakladığını aklar. Öbür dönem onun akladığını yasaklar. Sansürün değer yargıları sanatın, düşüncenin, bilimin, gerçeğin yasalarına uymaz; çoğu zaman bunlarla çelişki halinde olur. Çünkü sansürü uygulayanlar, sanat ve fikir adamı değil, politik iktidarların kontrol memurlarıdır. Bu bakımdan dünyanın neresinde olursa olsun, zaman, bu tutarsızlığı ortaya er geç çıkarır, tu kaka edilen eserler er geç eski tahtlarına geçer otururlar. Ismarlama sanat, güdümlü sanat sevdası ancak bu konuda bilgisi tecrübesi olmayanlardan sadır olabilir.
Her şeyimizde örnek aldığımız Atatürk‘ün bu konudaki toleransını neden görmezlikten geliyoruz. O Atatürk ki, “Basın özgürlüğünün en iyi panzehirini yine basın özgürlüğünde” bulmuştur. Demokrasi bu demektir. Çokseslilik demektir. Başkasının düşüncesine saygı göstermek demektir. Bilime, sanata, basına kendi düşüncesini, değer yargısını, zevkini empoze etmeye kalkmama olgunluğu demektir. Bunsuz demokrasi olmaz. Olur diyenler, ancak kendini aldatır. Sansür sağlam rejimlerde, kimsenin aklına dahi gelmeyen bir korku psikozunun simgesidir. Sanata, bilime, yaratma ve arama özgürlüğüne karşı konulmak istenen bir korku barikatıdır. Hiçbir zaman, hiçbir yerde tutmamıştır. Düşüncenin özgürlüğünü önleyememiştir. Ancak bir süre için rahatsız etmiş sonra alanı, kutsal düşünce özgürlüğüne bırakıp gitmiştir. O düşünce özgürlüğü ki, onsuz ne sanat, ne bilim, ne kültür, ne de uygarlık olur.
21 Şubat 1973
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.