Otomobil kullanmanız yasak, ama devlet yönetmenizde sakınca yok, adlı geçen haftaki yazım nedense ilgi çekti. Ülker İzer adlı bir bayan okurum: “Devlet adamlarının devlet yönetişini olumsuz olarak etkileyen hastalıklar bazen bazı..
Otomobil kullanmanız yasak, ama devlet yönetmenizde sakınca yok, adlı geçen haftaki yazım nedense ilgi çekti. Ülker İzer adlı bir bayan okurum: “Devlet adamlarının devlet yönetişini olumsuz olarak etkileyen hastalıklar bazen bazı sanatçılara tam tersine olumlu etkiler yapmıyor mu?” diye soruyor, ona ne şüphe.
Sayın okurumun uyarısı ile şöyle bir düşündüm de, edebiyat, sanat ve düşün tarihinin hastalıklara ve hastalıklılara neler borçlu olduğunu bir kere daha anladım. Belleğimde taradığım yazarların yarısına yakını hastalıklı idiler.
Dostoyevski‘yi alalım örneğin. Onu, bütün öbür yazarlara kıyasla, bunca derin boyutlu yapan ne kültürü ne de bilgisi idi. Dehasını, geçirdiği sara nöbetlerinin şokuna borçlu bulunuyordu. O büyük sarsıntıdan sonraki huzura ulaşınca sıradan ölümlülerin erişemediği bir aşırı duygululuk, olağanüstü bir seziş ve özdeşleşme yetkisine varmış oluyordu.
Sara yanında veremin incelttiği, oldurdugu duyarlıklar da var. Edebiyat ve düşün tarihinin ünlü veremlileri arasında aklıma hemen şu anda geliverenler filozof Spinoza, komedi ustası Moliére, hikâye ve oyun yazarı Çehof,romancı Kafka oluyor. Yaşamlarının bir döneminde bu hastalıkla tanışan Thomas Mann ve Andre Gide de iki şaheserlerini (“Sihirli Dağ”, “L’immoralis- te”) vereme borçlular.
Frengi bir başka kırbaç olmuş başka yazarlara. Akla başta Nietzsche geliyor. Arkasından Strindberg, Maupassant. Beyni aşırı işleten bu öldürücü doping ilkin onları şaheserlere vardırmış, ama sonunda öcünü alıp fena vurmuş. Verdiği dehayı kıskanıp geri alır gibi örneğin Nietzsche‘yi yıllar yılı bitkisel yaşama mahkûm etmiş. O parlak dehayı, donuk bakışlı bir zavallı yapıp bırakmış.
İkisi de genç yaşta canına kıyan Vladimir Majakowski ile Atilla Josef‘in resimlerini gördünüz mü? Bakışları şizofren bakışlarıdır. Ama biri Rusya’nın, öbürü Macaristan‘ın iki şiir dehası idiler.
Dostlarına kırkını bulmadan öleceğini söyleyen ve otuz dokuz yaşında iddiasını kazanan, kısa geçeceğine inandığı yaşamını uykuları büsbütün kaldırıp elinden geldiğince uzatmaya çalışan kalp hastası Boris Vian, bilinçaltındaki bu telaş olmasa idi o kendine özgü ısırıcı taşlamalarını bu kadar kısa süreye sığdırabilir mi idi?
Yakında öleceğini bilinçaltında sezmek siroz hastası Sait Faik‘e en güzel hikâyelerini en son günlerinde yazdırtmadı mı?
Homeros ve Beethoven örneklerini alalım.
Biri âmâ öbürü sağırdı. Ama bir hassalarının eksisini beyinleri kendine artı haline getirebiliyordu.
Felsefi konuları tatlı ve kolay anlaşılır bir sohbet havasına indirgemekte eşsiz olan Alain, bütün o nefis yazılarını felçli olarak yazmıştı. Romain Rolland, üç nefeste bir öksürmeden edemeyen bir astım hastası idi. Tıpkı, “Geçmiş Zamanın Peşinde” gidip kendi hastalığını unutmak isteyen Marcel Proust gibi… Rutubetten sakınmak için yatak odasının duvarlarına mantar kaplatan, her sabah hizmetçisinin hazırladığı kükürt buğusunu yapmadan rahat nefes alamayan, serde yetiştirilmiş nazik bitkiler gibi dış dünyaya çıkamayan, çıkmak zorunda kalınca da sarınıp sarmalanıp, sımsıkı kapalı bir kupa arabasına binen Marcel Proust o dev romanını bitirinceye kadar dişini sıkıp yaşamış, son sahifeleri yazıp son kelimesini ekledikten hemen sonra da dünya yüzündeki işinin bittiğine inanıp ölmüştü. Bir yerde ne güzel söyler kendisi:
“Şanlı hastalar ve zavallı sinirliler soyu yeryüzünün tuzu ve biberidir. Büyük olarak bildiğimiz ne varsa bize onlardan geliyor. Dinleri kuran, şaheserleri meydana getiren, onlardan başka kimseler değildir.”
Ölümle yaşam arasında bir sarkaç gibi sallanan insanların bilinci ve bilinçaltı da, belleği de, muhayyilesi de sıradan ölümlülerden bir farklı gelişiyor. Bunun çeşitli nedenleri olsa gerek. Bir tanesi ölüm boyutunu sağken tatmış olmak. Bir başkası acı çekmenin insanı en içine, taa özüne götüren bir yol olması.
Yine böyle hastalık ermişliğine varmış büyük bir romancımız rahmetli Yakup Kadri Karaosmanoğlu, düşmanın bir yurdu istilası ile hastalığının bir vücudu egemenliğine alışı arasında benzerlik kurarak şöyle diyordu: “Nasıl istila gören bir yurtta en dinç ve cevherli güçler aşılmaz tepelere sığınırlarsa, onulmaz dertlerin acımasız egemenliğine yenilmiş vücudun bütün uzuvlarından çekilen yaşam güçleri de, öylesine, bu mutsuz sanatçıların herhalde beyninde toplanıp birleşmişlerdir.”
Demek oluyor ki, hastalık devlet adamlarını olumsuz, büyük yetenek sahibi sanatçıları ise tam tersine olumlu etkileyebiliyor. “Sağlam kafa sağlam bedende bulunur” lafını biz yine jimnastik okullarının, spor kulüplerinin alınlıklarına yazdıralım, ama yaratıcı sanatçıları bu yargının kapsamının dışında tutmaya dikkat edelim.
Bu slogan, olsa olsa, sıradan insanlar ve dolayısıyla devlet adamları için geçerlidir.
10 Nisan 1977
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.