Sahipsiz İki Milyon İnsanımız…

Gün geçmiyor ki, bir günlük gazetede, Almanya‘daki işçilerimizi konu edinen bir dizi çıkmasın. Bu yaklaşımların çoğu kısa bir süre Almanya‘ya giden bir gazetecinin oradaki işçilerimizden duyup öğrendiklerini biraz renklendirip yazması..

Sahipsiz İki Milyon İnsanımız…
Yayınlanma: Güncelleme: 49 okuma

Gün geçmiyor ki, bir günlük gazetede, Almanya‘daki işçilerimizi konu edinen bir dizi çıkmasın. Bu yaklaşımların çoğu kısa bir süre Almanya‘ya giden bir gazetecinin oradaki işçilerimizden duyup öğrendiklerini biraz renklendirip yazması ve bundan kendine göre ahkâm çıkarması şeklinde oluyor. Bu yüzeyde yaklaşımlar sorunun kökenlerine pek inemiyor. Ama somut bazı sürtüşmeleri dile getirmesi bakımından yine de yararsız olmuyor.

Alman sanayiinde açılan işçi gediğinin neden olduğu yabancı işçi akını, köyünden büyük şehre dahi çıkmamış yurttaşlarımızı birdenbire hiç hazırlıksız olarak Batı‘nın en gelişmiş sanayi sisteminin ve kesitinin içine atınca birtakım sürtüşmeler beklenmesi zorunlu idi. İkinci Dünya Savaşı hezimetinin dibinden on yıl içinde “Alman İktisadi Mucizesi” denen konforun zirvesine fırlamanın şımarıklığı ile tabiî hepsi değil ama bazı Alman çevreler ille birilerini hor görme huylarına döneceklerdi. Müttefikler önündeki ezikliklerini dengelemek için onlar da birilerine tepeden bakacaklardı. Kabak yabancı işçilerin, bunlar içinde de en çok Türk işçilerin başına patladı.

Din ayrılığı, töre ayrılığı ve hiç alışık olmadıkları bu sanayi toplumunun dilini düzenini bilmemekten gelen şaşkınlık, işçilerimizi ilkin hayli üzdü. Ama tarihin her döneminde kendi başına bırakılmışlığın alışkanlığı ile her güçlük karşısında yine kendi çözüm yollarını kendileri arayıp buldular. Verilen işi hiç küçümsemeden gereği gibi yaptılar. Kadın erkek öbür işçilerden üstün olan el yatkınlıkları ve ödev duygusu ile herkesten iyi yaptılar. Alın terleri ile hakettikleri markları aldılar. Kendilerini küçümseyen, horlayan Alman‘a aldırmadılar.

İki kesimin birbirini harcayan esprileri ağızlardadır. Alman dergilerinden birinde çıkan şu fıkraya bakın: Bir doğum kliniğinde biri Alman, biri Yahudi, öbürü Türk üç müstakbel baba sabırsızlıkla beklemektedirler. Kapı açılır, hemşire girer, “Üçünüzün de birer oğlu oldu beyler” der, “Ne var ki bir yanlışlık eseri olarak bebekleri karıştırdık.” Alman, “Bir dakika” der, “Ben şimdi kim kimin çocuğu, bulurum.” İçeri gider, iki dakika sonra sevinçle döner. “Buldum” der. “Nasıl buldun?” diye sorarlar. “Heil Hitler, dedim, bebeklerden biri sağ elini kaldırdı. Oğlumu tanıdım. Ben Heil Hitler deyince bebeklerden biri hemen yeri pisletti. O da Yahudininki idi. Baktım, üçüncü bebek hemen yerleri temizliyor. O da seninki olacak Türk arkadaş!” der.

İlk bakışta acı gelen bu espri, Türk işçilerini hiç mi hiç ırgalamıyor. “İşin aşağılığı, yukarılığı olur mu? Bütün mesele yaptığı işi iyi yapmak. Temizlik işçiliği de maden işçiliği kadar saygındır” deyip geçiyorlar. Yazgılarına küfretmeden, kendilerine acımaya kalkmadan. İyi de ediyorlar.

Şimdi bir de kendini acımasız disiplinli, kuru, insan sıcaklığından yoksun Alman endüstri âleminin ortasında bulan bizim Anadolulu işçimizin Nasreddin Hoca kokan şu nefis esprisine bakın:

一 Mehmed, Berlin’i nasıl buldun?

Gozel şehir gozel şehir de… Almanı çok.

Bu şaka düellosu sanılmasın ki iki kesimin karşıtlığını yansıtıyor. Anlaştıkları çok yanları da var. Ayrıca Türk işçi düşmanlığı çok yüzeyde kültürlü halk arasında, bir de fanatik çevrelerin dışında sanıldığı kadar yaygın değil. Bir vakitler “Juden Raus (= Yahudiler dışarı)” demeye alışmış bağnaz ırkçılar, şimdi o sloganı “Türken Raus” şekline dönüştürmek istiyorlar. Sokaktaki adamın ve kadının Türk alerjisi ise Türk işçilerin ilk zamanlar çevreye uyuşmada gösterdiği güçlükten kökleniyor. Ezikliklerini sert tepkilerle dışa vuran delikanlılarımız, o ilk dönemde işverenleri de, evsahiplerini de, polisi de hayli yormuşlar. Başta Şansölye Helmut Schmidt olmak üzere tüm SPD partisi ve diğer kesimlerin de, sözde değil gerçek demokrat ve insancıl yöneticileri, basının büyük bir kısmı Türk işçilerin Alman sanayiine yaptığı büyük katkının pekâlâ farkındalar. Onun haklarını koruyor, eşdeğer görmesi için çaba sarfetmekten geri kalmıyorlar. Bu işçiler bir gün çekip giderse yerlerine koyacak adam bulamayacaklarını çok iyi biliyorlar.

Almanya’daki Türk işçilerinin sorunları ne yazık ki bugüne değin iktidara geçen partilerimiz tarafından köklü ve bilinçli bir şekilde ele alınmadı. Bu iş başlarken –yani yirmi yıl önce– bu proje enine boyuna bir satranç oyuncusu gibi ileriki bütün olasılıkları hesaba katılarak hazırlansa idi, bugün iki milyon insanımızı ve dolayısıyla millet olarak hepimizi üzen durumlar ortaya gelmezdi. Partilerimiz, çoğu konuda olduğu gibi, bu konuda da sürekli ve esaslı çözümler aramaktan çok, oradaki işçilerimizi kendi partilerine kazanmaya çaba sarfettiler. Onları iyice politize edip ayırdılar, birbirlerine düşman hale soktular. Asıl sorunlarını görmezden geldiler. “Almanyalı Türk işçisi” denince ilk akla gelen çağrışım, yurda getirdiği döviz ve bir de hacıağaca övündüğü Mercedes‘i oldu.

Oysa bu sorumsuz ve tasasız yaklaşım bize çok pahalıya mal oldu ve oluyor.

Berlin Senatosu Kültür Dairesi‘nde çalışan dostum Bülent Talay anlatıyordu: Geçende yabancı işçiler arasında yapılan bir istatistikte “Yurdunuza dönmek ister misiniz?” sorusuna İtalyan, Yunan, Yugoslav işçilerin yüzde otuzu ya da kırkı evet cevabı verirken, en çok aşağılanan Türk işçilerinin yüzde yetmiş sekizi bu soruyu “hayır” diye cevaplamış. Bizim sahip çıkmadığımız, sorunlarını benimsemediğimiz, Almanların da her zaman eşdeğer insan muamelesi yapmadığı Türk işçileri, bugüne değin kendilerini hep iki ortada, hep iki cami arasında bî-namaz hissettiler. Zemin ayaklarının altında kayıyor. İş mukavelelerinin yenilenmemesi korkusu Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde duruyor. Yarınları güvene alınmamış. Yurda dönseler durumları parlak olmayacak. Bu durumda kendi göbeklerini kendileri kesmek zorunda kalıyorlar.

Yurt dışında iki milyon işçimizin ve ailesinin sorunlarının üstünkörü değil, bilinçli ve esaslı olarak benimseyip sağlam ve sürekli bir çözüme götürmek, öyle umuyoruz ki, yeni yönetimin ve Kurucu Meclis‘in omuzlarına düşüyor.

Sayın Devlet Başkanı’mızın son konuşması yurt dışındaki işçilerimizle ilgili sorunların esaslı çözümlere vardırılması için çalışmalar yapıldığı haberini de içeriyordu. Bu umutların kısa sürede somut olarak gerçekleşmesini bekliyoruz.

Gelecek yazılarımızın birini içler acısı bir başka trajediye, işçilerimizin Türklükten kopan çocukları konusuna hasretmek istiyoruz.

20 Eylül 1981

Haldun Taner

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.