Sade Almanya‘da çıkan gazetelerimize değil, burdakilere de bakın. İşçilerimiz yıllardır hep manşetleri işgal ediyor. Gün geçmiyor yeni bir sürtüşme olmasın, ya haksız tasarruflar, ya insanlık dışı önlemler, ya alçaltıcı davranışlar..
Sade Almanya‘da çıkan gazetelerimize değil, burdakilere de bakın. İşçilerimiz yıllardır hep manşetleri işgal ediyor. Gün geçmiyor yeni bir sürtüşme olmasın, ya haksız tasarruflar, ya insanlık dışı önlemler, ya alçaltıcı davranışlar işçilerimizi tedirgin etmesin. Onların bu çeşit aşağılanmalara karşı tepkileri değişik oluyor. Ya kendini yakacak kadar dünyadan bezme, ya başka türlü intihar, yahu da ham davranışa karşı daha ham bir davranışla, kaba kuvvetle direniş. Hiç bir şey yapamayan da öcünü içine atıyor. Her fırsatta patlayacak bir isyanını, dişlerini sıkıp frenlemeye çalışıyor. Bu da onu hasta ediyor. Ülser ve sinir hastalıkları insana durduğu yerde gelmez. Yeni – Naziler Türklere düşman. Hıristiyan Demokratlar bizi istemiyor. Kohl hükümetinin işçilerimizi uzaklaştıracak yeni kanunlar çıkarması olasılığı büyük. Kısacası istiskal ediliyoruz. Resmen ve açıkça. Sanayilerindek büyük işçi gediğini kapamamız için bizi baştacı edenler, şimdi işleri bitti ya, bizi başlarından dehlemenin yollarını arıyorlar.
Ajda‘nın meşhur ettiği piyasa şarkısındaki gibi,
“Kapı açık
Arkanı dön ve çık
İstenmiyorsun artık.”
diyorlar. Ama işitmek işimize gelmiyor. Bazı işçilerimiz dönmek için kendilerinden yıllardır kesilen sigorta paralarını haklı olarak geri istiyorlar. Verilirse dönecekler. Bazıları da ne olursa olsun dönmemek niyetinde. İş görüp mark istiflemek uğruna yorgunluktan pestilleri çıkmasına ve dünyayı görecek halleri kalmamasına karşın, yine de hâlâ dillerini bile öğrenmedikleri bu tüketim cennetini bırakmak niyetinde değiller. Gerginlik arttıkça artıyor. Devlet işe başında sahip çıkmamış ki şimdi çıkabilsin. Zeminin altlarından kaydığını hisseden zavallı işçiler sinir bozukluğu ile birbirlerine düşüyorlar. Evde barış huzur bozuluyor. Yeni yetişen ve Almanca‘yı Türkçe‘den iyi konuşan çocuklar kabuğundan çıkıp kabuğunu beğenmeyen kestane gibi analarını babalarını hor görüyorlar.
Yurttaki akrabalar biraz da kıskançlığın etkisi ile onları mark uğruna yad ellere gitmiş çıkarcılar sayıyor. Tatillerde kendilerine getirilen hediyeler bile bu horgörüyü azaltamıyor. Tersine bu üstünlük gösterisi yakınların aşağılık komplekslerini, düşmanlıklarını daha da kırbaçlıyor. Devlet işçiyi döviz sağlayıcı bir unsur saymaktan öte, sorunlarına yeterince inemiyor. İnip çıkan hükümetlerin hepsinin ayrı politik çıkar güden çelişkili siyasetlerine karşın birleştikleri tek nokta işçinin döviz sağlayan bir makine oluşu. O bozulmasın da gerisi önemli değil. Almandan horgörü, çocuğundan horgörü, yakınlarından horgörü karşısında şaşkına dönen zavallı işçinin tek avunağı, emeğine karşılık yurtta alabileceğinden kat kat fazlasını, hem de enflasyonsuz, banker fiyaskosuz yarını meçhul olmayan sağlam bir rayiçle alışı. Banka defterindeki Deutsche Mark Hazretleri, taksitle alınmış Mercedes arabası, renkli televizyonu, videosu ve yeşilçam filmlerinden oluşan kaset koleksiyonu her günkü ezikliğini hafta sonları biraz unutturan kısa beyliğinin status simgelerini oluşturuyor.
İşte Almanya‘nın günümüz gündemindeki ilk çağrışımı daha çok bu Türk işçileri sorununda toplanıyor. Bir vakitler savaş arkadaşlığı gibi köklü bir dostluğa dayanan eski bir yakınlaşmanın yerini şimdi şamar oğlanına döndürdükleri Türk işçisi düşmanlığı aldı. Bir zamanlar güvenilir dostluğumuza, cephe arkadaşlığımıza, benzersiz kahramanlığımıza ve haysiyetli kişiliğimize medhiyeler düzen Almanlar, bakınız şimdi pek de yetenekli olmadıkları mizah alanında kendilerini sıkıp zorlayıp nasıl fıkralar icat ediyorlar:
Bir doğum kliniğinde biri Yahudi, biri Alman, biri Türk üç baba sabırsızlık içinde doğacak çocuklarım bekliyorlarmış. Hastabakıcı içeriye girip,
“Size bir müjdem, bir de kötü haberim var, demiş. Önce her üçünüzün de nur topu gibi birer oğlunuz oldu. Ama ne var ki hangisi hanginizin maalesef karıştı.”
Alman hemen atılmış:
“Ben şimdi kim kimin oğlu, bulurum”, demiş.
İçeriye girmiş üç dakika sonra sevinçle çıkmış.
“Buldum” demiş.
“Nasıl buldun?”
“Çok basit, içeri girer girmez Hell Hitler! dedim. Bebeklerden Alman olanı sağ elini kaldırdı. Yahudi olanı korkudan altını kirletti. Türk olanı da hemen eline bir bez alıp yeri temizlemeye koyuldu.”
Her milletin şakası da mizah zevkiyle orantılı oluyor. Buram buram kabalık kokan bu espriyi anlatıp içinizi sızlattığım için özür dilerim. Bunu bana mal bulmuş magribî gibi anlatan, hem de aydın bir Alman‘a aynen şunları söylemiştim:
“Müttefiklerin kol değneği ile kalkınıp Alman mucizesini gerçekleştirdiğinizden bu yana, sizin işçileriniz şımarıp ağır işlerden el etek çektiler diye övünmeyin. Temizlik işlerini ve onları üstlenenleri de bundan ötürü küçük görmeye kalkmayın. Temizlik imandan gelir. Türk işçisi dinî gelenekleri dolayısıyla sizlerden çok daha eskiden temizliğe bağlıdır.
Pisliğinizi temizliyorsa çok sosyal bir işlev görüyor demektir. Biraz iktisat okumuş biri, işin adisi kibarı olmayacağını çok iyi bilir. Geçen yıl Potsdamm’a gitmiştik. Çok uzak bir geçmişte değil, on sekizinci yüzyılda Avrupa krallarının muhakkak ki en kültürlüsü, en hoş görülüsü, en olgunu sayılanı Büyük Friederich’ in Sanssouci sarayında tuvalet olmadığını gördük. Sabahleyin yüzlerini, yüzlerini de değil de, gözlerinin çapağını önlerine getirilen bir tastan aldıkları suyla yalap şap yıkarlarmış. Bir ihtiyaçları gelince de uşaklar çok süslü sandalye oturaklarını getirir, kralî popolar işlerini bitirince dışarı taşırlarmış. O sırada Voltaire‘in misafir kaldığı odayı geziyorduk. “Voltaire’in de böyle oturağı var mı idi?” dedim. Rehber, “Maalesef” dedi. “Oturaklar sadece kral ailesi içindi. Misafirlerin oturağı yoktu.” Eşim “Onlar ne yapıyorlardı?” diye sorduğunda aldığı cevap, Bahçenin uygun bir yanına uzaklaşır, işlerini görürlerdi, oldu.
“Şimdi, Potsdamm‘daki Orangerie kasri bahçelerinin neden bu kadar bereketli olduğu anlaşılıyor. Esans sanayiinin batıda bunca gelişmesinin sebebi de su ve sabunla bertaraf edilmeye üşenilen pis kokuları daha keskinleriyle örtbas etmek istemekten doğmuş olmalı. Haçlı seferlerindeki Alman şövalyelerin pisliğini ise hiç karıştırmıyorum. Biz o tarihte de nezafete taharete riayet eden bir millettik. Almanya bugün nerden nereye gelmiş. Dünyanın en temiz sayılan ülkesi olmuş. Hal böyle olunca neden temizliği eskiden beri, ta onların alıp satmadığı zamandan bu yana benimseyen işçilerimizin sosyal hayatta aynı görevi üstlenmesini yadırgıyorsunuz.”
Muhatabım yine de duyarlı bir adammış ki özür diledi. “Siz ki mizahçısınız, mizaha alınmak olmaz” dedi. “Alınmadım da mizahına bile kabalığını sokan bir zihniyeti estetik bulmadım, o kadar,” dedim.
3 Ağustos 1980
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.