On yıl önce, “Ökoloji de ne ola?” diyenler bile bugün artık bu kelimenin anlamını öğrendiler. Avrupa‘nın giyim modasını mamun gibi günü gününe taklit eden ortamımız yine aynı Avrupa‘nın uygarlık alanındaki..
On yıl önce, “Ökoloji de ne ola?” diyenler bile bugün artık bu kelimenin anlamını öğrendiler. Avrupa‘nın giyim modasını mamun gibi günü gününe taklit eden ortamımız yine aynı Avrupa‘nın uygarlık alanındaki akımlarını nedense hep yirmi otuz yıllık bir gecikme ile izliyor.
Avrupa‘da, ökolojinin artık liselerde, üniversitelerde bir ders haline gelmesi, çevre kirlenmesine karşı belediyelerin, hükümetlerin önlem alma zorunluluğu duyması, atom enerjisinin sakıncalarına karşı aydınların seferber olması ve nihayet “Yeşil” partilerin politika alanında belirmesi ister istemez ökoloji kelimesini bizde de sık sık geçen, güncelleşen kelimeler arasına soktu. Bizde de kısa zamandan beri “çevre koruma ve yeşillendirme dernekleri”, “çevre vakıfları” gibi ufak tefek platonik girişimler, “çevre sorunları” konulu seminerler duyulur, görülür oldu. Henüz, hayır cemiyetleri romantizmini aşamıyorlarsa da yine de kıyısından köşesinden ökolojinin ilkelerini küçük de olsa bir çevreye yaymaya yarıyorlar. Ankara‘da hava kirliliğinin zavallı kuşları öldürecek hale gelmesinden sonra işin ciddiyeti anlaşılarak son yıllarda bir de Çevre Müsteşarlığı kuruldu.
Goethe‘nin acemi çırak hikâyesinde olduğu gibi insanoğlunun, ilkin kendi başına harekete geçirdiği bu delice teknolojik gelişmeye egemen olamayıp, ipin ucunu kaçırıp onun karşısında şaşkına döndüğü ve bu gidişiyle dünyanın yarınını da tehlikeye soktuğu artık apaçık ortadadır. Her büyük bunalım gibi bu bunalım da yeni çözümlere elbet gebedir. Ökolojinin yirmi birinci yüzyılın sosyal doktrinlerinde çok önemli bir rol alacağını şimdiden kestirmek için de kâhin olmaya gerek yoktur.
İlk kuşak ökologlar, mesela Henry David Thoreau ve benzerleri, daha çok romantik idiler. İnsanla doğanın kozmik ilişkilerinin kesilmesinden yakmıyor ve doğa ortasındaki azla yetinir, ama iç mutluluk içinde bir yaşamın, yararlarını belirtmeye çalışıyorlardı. İkinci kuşak, şimdi daha çok evrenle insan arasında daha dinamik bir denge arıyor, bunu yalnız aramakla yetinmeyip yaratmak için harekete geçmiş de bulunuyor. Bu ise, ancak politika alanında olur. Bırakın icraatı, sesini duyurmak için bile şimdilerde ancak parti haline gelip, parlamento hoparlöründe konuşmak gerek. İşte bu gerçeği gören Yeşiller Fransa‘da, Almanya‘da politik bir güç olarak seçimlerde kendilerini duyurmaya başladılar. Alman Yeşiller‘in önce Bremen‘de, sonra Stuttgart‘ta şaşırtıcı zaferler kazanıp oraların meclislerinde dörder beşer milletvekilliği kazanmalarının, durmuş oturmuş partileri nasıl telaşa düşürdüğünü sizlere bu sütundan tam üç defa ayrı ayrı belirtmiştim.
Gidiş o gidişti ki, Yeşiller asıl parlamentoda da bu başarıyı sürdürürlerse, içeriye sokacakları milletvekili sayısının az olmasına karşın yine de parlamento aritmetiğini altüst edip iktidarın el değiştirmesine neden olabileceklerdi. Ve işin tuhafı nasıl aşırı sağ NPD, bir vakitler yine sağcı CDU‘dan oy çalıp sosyalistlerin iktidara geçmesine istemeden yol açtı ise, bu sefer de asıl oylarım SPD‘den çalan Yeşiller‘in de Strauss‘u istemeden iktidara getirmesi ihtimali öylece kuvvetli idi. Parlamento aritmetiği bazen mantık kurallarının tersine işler.
Geçtiğimiz aylarda, Almanya‘da yeni bir yerel seçim oldu. Bu sefer de, Saarbrücken‘ de Yeşiller güçlerini denemek fırsatı buldular. Programları yine aynı idi.
Atom enerjisinin kısıtlı kullanılmasını, nehirlerin, denizlerin kirden arınmasını, büyük kentlerdeki hava kirlenmesinin önünün alınmasını, sanayiin ve “kullan at”çı tüketim toplumunun bu gözü doymaz bencil ve çılgın gidişine son verilmesini, insanlar arasında yine dostluğa, insanlığa, sevgiye, dayanışmaya yer verilmesini, yeryüzü nimetlerinin hesapsız kitapsız, frensiz değil, yarınki kuşakların da hakkını düşünüp bilinçle kullanılmasını isteyen bu aydınlar, özellikle üniversite kentleri seçmenlerini arkalarına alıyorlardı. Oyları particiliğin gözü ve mantığı bulanmış fanatizmi ile değil de, serinkafalı bir sağduyu ile tartanların çoğu bu idealist yeni akımı sempati ile karşılıyorlardı.
Hal böyle iken bakın ne oldu? Yeşiller‘in oy yarışındaki bu çıkışlarından pirelenen kodaman partiler bir yerde birbirlerini bırakıp bu “oy kemirici yeşil yaprak kurtları”na saldırdılar. CDU‘nun Yeşillere karşı olmasından daha doğal ne olabilirdi? Strauss‘un büyüme programının esasını atom enerjisi oluşturduğu için ve CDU kapitalizmin deklare uygulayıcılığını yaptığı için, elbet Yeşiller‘e vuracaktı. Ama, Yeşiller‘in, “Ehveni şer” saydıkları SPD Alman Sosyalist Partisi‘nin Yeşiller‘e çullanışı, CDU‘yu da bu sefer gölgede bıraktı. SPD‘nin Bremen ve Württemberg‘de Yeşiller yüzünden hayli oy kaybetmesi bu partinin gözünü açmıştı. Ağır toplarının hepsini birden Saarbrücken seçiminde seferber etti. Willy Brandt‘ı hep tanırsınız. Sempatik, özü sözüne nisbeten uyan, dürüst bir politikacı tipidir. Üstelik, Nobel Barış Ödülü‘nü iyi niyetli girişimlerinden ötürü gerçekten haketmiş büyük bir devlet adamıdır. Güzel konuşur. İnandırıcı konuşur. Görünümü ile, kişiliği ile insanı kavrar. SPD‘nin bu sempatik başkanını bir de Saarbrücken seçimleri öncesi kürsüde görecektiniz. Yine parlak bir hatipti, yine kitleleri kavrıyordu. Fakat ne söylüyordu bilir misiniz? Bu sefer de, partisinden oy sızdırmasını önlemek için Yeşiller‘e fena bindiriyordu. Onların arasında evet iyi niyetli, has yürekli idealistlerin de bulunduğunu, bir insaf sahibi olarak kabul etmekle birlikte, aralarına karışmış sözümona bazı entrikacıların Yeşiller‘in sempatisini SPD‘nin oylarını çalıp CDU‘yu iktidara getirmek için kullandıklarını, bunların oyununa gelmemelerini seçmenlere salık veriyordu. Yeşiller‘e gidecek her oyun CDU‘nun işine yaradığını belirten Brandt, Yeşiller‘in programının da aslında uygulanma kabiliyeti olmayan bir program olduğunu vurguluyordu. Yeni yeni politikaya geçen Yeşiller içinde politika terminolojisini, taktiğini, ayak oyunlarını bilenler hemen hemen yoktu. Çok halis niyetlerini bile henüz tam halkoyunu kazanacak nitelik ve teknikte yayamadıkları da ortadadır. Usta ve kodaman politikacıların bu suçlamalarını yeterince güçte cevaplayamadılar. Hatta, SPD‘nin CDU‘yu bırakıp kendilerine daha şiddetle hücum etmesinden biraz da şaşırdılar. Sonunda, Yeşiller Saarbrücken’de yenildi. Bu yenilginin onların bir buçuk yıldır çıkış halindeki zaferlerini kestiği görüşünü savunanlar olduğu gibi, tersine, Yeşiller‘in şimdi yeni bir hız ve zevkle daha başka taktiklerle kendilerini duyurmalarına yol açacağını iddia edenler de var.
Bütün bunları neden yazdım? Politikanın, gözü kızmış iktidar savaşının bazen ne kadar insafsız ve sağduyudan uzak olabileceğini bir kere daha gösterdiği için. Brandt ki, bu sütunlarda çeşitli fırsatlarda büyük meziyetleri övülmüştür. Brandt ki, Avrupa‘nın belli başlı, kültürlü, ahlak sahibi yüksek kaliteli bir devlet adamıdır. İşte o Brandt bile bakınız, konu partisinin iktidardan düşme tehlikesi olduğu zaman naifliklerinden başka kusurları olmayan bu halis niyetli, insancıl mı insancıl, zavallı küçük partiye yüklenirken, saflıklarından dolayı CDU‘ya alet olma şaibesi yamamaktan kendini alıkoyamadı. SPD seçmenlerinin bir kısmı onları tutuyor, bir kısım SPD oyları onlara kayıyor diye ne yapsındı fakirler? İlkelerinden vaz mı geçsinlerdi. Politikadan mı çekilsinlerdi? Demokrasi her partinin kendi görüşünü savunması ve seçmen kazanması demek olduğuna göre, Yeşilcikler de buna inanmış, samimi bir seçim kampanyasına girmişlerdi. Şimdi oy almaları, tartaklanmalarına yol açıyordu. Karalanıyorlardı.
Kaldı ki, tesadüfen şu günlerde yine SPD‘nin kurucularından insancıl ve kültürlü, candan ve babacan Prof. Carlo Schmidt‘in bir anılar kitabı çıkmıştı. Geçen yıl ölen bu büyük politikacı, kitabına, “Politika İnsanca Olmalıdır” adını koymuştu. Politika insanca olabilir mi? İşte bütün mesele. Ben de öyle olmasını istediğim için Yeşiller‘in suçlanmasından üzüldüm? Ama belki ben de onlar kadar naifim. Belki, belki değil muhakkak ki, Brandt daha gerçekçi. O bugünün yarın nasıl yorumlanacağını değil, daha çok hemen önündeki seçim engelini en kestirme yoldan ve kendi partisi çıkarı açısından nasıl aşacağını kendine baş tasa yapıyor, yarından önce bugünü kazanmayı düşünüyordu. Belki politikacılık da bu. Her geçen gün durmadan değişen koşullara göre, durmadan değişen tabiyeler kullanmak.
Yeşiller‘in politikada başarıya varmaları politikanın bu kuralını da öğrenmelerine bağlı, ama o zaman insanlara önerdikleri yeni “insanca yaşam üslubu”ndan eser kalır mı?
Politikasız bir şey olamıyor. Kabul, Ama, ben insanlığı, insancıllığı sevdiğim için bu tarz politikayı sevemiyorum.
8 Haziran 1980
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.