Geçen hafta Lozan‘ın yıldönümünü kutladık ulusça. Lozan’ın kahramanı hep biliriz İsmet Paşa‘dır. Garp Cepheleri Komutanı‘nın kurulacak yeni cumhuriyette ikinci adam olması, daha çok önceden kararlaştırıldığı için, Mustafa Kemal Paşa, yakın..
Geçen hafta Lozan‘ın yıldönümünü kutladık ulusça. Lozan’ın kahramanı hep biliriz İsmet Paşa‘dır. Garp Cepheleri Komutanı‘nın kurulacak yeni cumhuriyette ikinci adam olması, daha çok önceden kararlaştırıldığı için, Mustafa Kemal Paşa, yakın çalışma arkadaşını bu Lozan Anlaşması ile taçlandırmak istemişti. Garp Cepheleri Komutanı‘na, “Milletin makus talihini yendiği” mealindeki telgrafın metnini Hamdullah Suphi‘ye yazdırttığı rivayet olunursa da, Lozan‘a komutan olarak gidip, diplomat olarak dönen İsmet Paşa‘yı onurlandıran telgrafı bizzat kendisinin yazdığı şüphe götürmez. Az daha kuşku diyecektim herkes gibi.
Oysa şüphe başka, kuşku başka şeydir. Bir ayrıntı sorunu ama, neylersin ki, dilin inceliği ayrıntılara dayanır. Evet, İsmet Paşa‘ya bir de altın kalem hediye edilir. Muzaffer komutanın kılıcı belinde, Lozan‘ı imzalayan kalemi cebinde, eskilerin deyimiyle “sahib-ü seyfü’l-kalem” bir devlet adamı olarak artık rakiplerinden, özellikle Rauf Bey’den daha saygın bir duruma geçer. İsmet Paşa‘nın heyetinde kimler yoktur? Sonradan İsmet Paşa‘nın da, Mustafa Kemal Paşa‘nın da aleyhine dönüp, en ağıza alınmayacak suçlamalarla bir hatıra kitabı yazacak olan Rıza Nur, Fransızcasından ötürü heyete alınmış Reşit Saffet Atabinen, sevimli Karadeniz şivesiyle Fransızca konuşan ve herkese, “Nasilsun pahayım, pon misun, piyen misun?” diye hatır soran Hasan Saka, daha bir- çok “murahhas aza” ve büyük bir gazeteciler grubu.
Lozan‘daki Türk heyetinin kulisleri hakkında, konferans dışı yaşamı ve anekdotları hakkında pek az şey biliyoruz. Ama bildiğimiz bir şey varsa, hukuk bilimi alanındaki eksiklerine karşın, İsmet Paşa‘nın tam formunda bir sağduyu ve hazırcevaplık havası içinde olduğudur. Bu da bizim elbette büyük şansımız olmuştur. İsmet Paşa‘nın moralinin, inadının, zaman zaman da aşırı ataklığının nedeni ortadadır. Artık Hasta Adam‘ın bir temsilcisi değil, düşmanlarını yurdundan kovmuş bir ulusun temsilcisidir. Savaştan yeni çıkmış, çizmelerini çıkarıp rugan iskarpinlerini giymiştir. İsmet Paşa‘nın iyi bir asker olduğu kadar, hatta ondan da iyi bir diplomat, bir politikacı olacağının ilk belirtileri orada ortaya çıkmıştır.
Rahmetli Yavuz Abadan‘ın bir Alman gazetecisinin anılarından alıp anlattığı, benim de geçende sayın Münir Ongun‘dan dinlediğim bir örnek vermek isterim:
Türk heyeti salona alındığı zaman öbür heyetlerin büyük maroken koltuklarda oturduğu, buna karşılık Türk heyetine alelade koltuklar ayrıldığını gören İsmet Paşa, bu ayrıcalığı askerî bir sertlikle değil, diplomatça bir taktikle şöyle ortadan kaldırmış:
“Salonun tefrişatı. Görüyorum ki,” demiş. “Henüz tamamlanmamış. Bizim acelemiz yok, bekleriz. Bütün koltuklar yerleştirildikten sonra tekrar geliriz.” Ve arkasında maiyeti olduğu halde salondan çıkmış.
Paşa‘nın o zamanki resimlerine dikkatle bakın. Vucudunda yay gibi bir enerji, gözlerinde yumurta tokuşturmaya hazır bir ölçüşme güveni sezeceksiniz. Sezgisi, intikal çabukluğu, rakibin altı hamle sonra nereye varmak istediğinin kokusunu alışı, ani kararlarla bunu önleyişi, hiçbir tartışmadan bıkkınlık göstermeyişi, umutsuzluğa düşmeyişi, dirençle, inatla diyalogları sürdürüşü, bu küçük adamı önce pek önemsememiş olan kurt diplomatları kısa zamanda dize –bu kadarı fazla olacak– evet, kısmen de olsa dize getirmiştir.
Lozan‘ın zabıtlarının dilimize kazandırılmasını rahmetli Prof. Seha L. Meray‘a borçlu bulunuyoruz. Bu ciltlerce zabıtları onun kadar vukufla ve onun kadar güzel bir Türkçe ile kimse çeviremezdi. Seha L. Meray daha sonra Montreux Anlaşması‘nın zabıtlarını da arkadaşı sayın Osman Olcay‘la birlikte çevirip, yayımladı. Seha L. Meray, uluslararası hukuk profesörü olarak kendine düşen işlevleri tam bir bilim adamı, bir yurtsever, tarih sorumluluğu bilincinde bir insan olarak her zaman yerine getirdi. Bu arada Lozan‘da elde edilen, “kayıtsız şartsız özgürlük” ilkesini daha ordularımız düşmanı yurttan kovmadan çok önce, mütareke devrinin en umutsuz günlerinde savunan bir meslektaşının, uluslararası hukuk profesörü rahmetli Ahmet Selahattin‘in o zamanki makalelerini ve nutuklarını da yeni dile çevirip, yayımladı. Böylece yalnız eski Türkçe bilenlerin, onların da pek az bir kısmının bildiği tarihî bir belgeyi her kuşağın anlayacağı arı bir Türkçe ile tarihe hediye etti. Lozan günlerinde, “Lozan’ın bu öncüsü”nü vefa ile andı.
Lozan‘ın yolunu açan Ahmet Selâhattin‘in ilk Türk hukukçusu ve yurtseveri olduğu gerçeğini, mütarekede onun başyazılarını basmış olan Vakit gazetesinin sahibi rahmetli Mehmet Asım Us, bir ayrı basımında Sayın Uluğ İğdemir, “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı yapıtında Sayın Doğan Avcıoğlu da vurgulamışlardır. Bence Ahmet Selâhattin‘in en büyük katkısı “ulusal birlik – ülke bütünlüğü – tam bağımsızlık” ilkesini Türk tarihinin en ölü, en çöküntülü noktasında umutla savunmuş ve bu savunusunu bir bilim adamına yaraşır, ağırbaşlılık, inandırıcılık içinde yerine getirip, Avrupa’nın ortak bilim değer yargılarına seslenecek ve onları etkileyecek seviyede bir dalga uzunluğunu bulabilmiş olmasındadır.
Lozan‘da en büyük katkı payı hiç şüphesiz yine Mehmet‘indir. Onun o gözü pekliği, o nice uygarlıkların birikimi, bilinçli yurtseverliği ve onursuz yaşamaktansa, onurla ölümü göze alışıdır ki, Atatürk‘e olmazları oldurtmak gücünü vermiş ve zaferle perçinlenen bu iman, haklı tezimizi dinlenir hale getirmiştir.
Lozan bize nicedir yitirdiğimiz onurumuzu, kendimize güvenimizi kazandırdı. Kapitülasyonların ezikliğinden, “Hasta Adam” damgasından bir türlü kurtulamayan millet, Kurtuluş Savaşı’nın bu resmî ilamı iledir ki, eski kendini, bir çok uygarlıklar kurmuş, efendi kişiliğini bulur gibi oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nda yurdumuza gelmiş dünya çapındaki profesörlerden biri –küstahlığına bakılırsa, Fransız olması muhtemel biri– o zamanın rektörü rahmetli Cemil Bilsel‘in kapısını vurmadan içeri girmişti. Cemil Bilsel‘in yüzü hemen değişti:
“Burası Türkiye’dir,” dedi. “Rektörün odasına kapı vurulmadan girilmez. Derhal çıkınız ve kapıyı vurunuz.”
Küstah insan en çok sertlikten anlar. Profesör çıktı. Kapıyı vurdu, rektör içerden seslendi:
“Girmeyiniz!”
Bizi hor görmeye yeltenenlere :
“Girmeyiniz,” demek yürekliliğini ona Lozan kazandırmıştı. Ama bu vakur tutumu muhafaza edebildik mi?
İşte Lozan‘ın yıldönümünde sorulması gereken soru bu olmalı.
30 Temmuz 1978
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.