Muhsin Ertuğrul, her tiyatro sezonunu ille bir Shakespeare piyesi ile açardı. Böyle yapmakla da sade tiyatromuza değil, tüm düşün dünyamıza bir la sesi vermiş olurdu. Uygar ve yüce bir seviyeye..
Muhsin Ertuğrul, her tiyatro sezonunu ille bir Shakespeare piyesi ile açardı. Böyle yapmakla da sade tiyatromuza değil, tüm düşün dünyamıza bir la sesi vermiş olurdu. Uygar ve yüce bir seviyeye göre kendimizi ayarlayalım diye. Shakespeare oynamak, sade seyircilere seviye getirmez, aktörleri de sezon başında güzel bir sınav gerilimine sokardı. Ciddileşir, kendilerine çeki düzen verir, olanca psişik ve bedenî güçlerini, rollerine seferber ederlerdi. İlk oyundan kazandıkları maddi manevî çeviklikle ondan sonra oynayacaklarını daha bir rahat ve seviyeli oynarlardı.
Çoktandır unutulmuş görülen bu güzel geleneği, hocanın eski bir çırağı olan Hamit Akınlı‘nın yeniden başlatması sevinilecek bir olay. Şehir Tiyatrolarının Harbiye bölümü bu yıl sezonu Coriolanus‘la açtı. Coriolanus, Shakespeare‘in gerek oynanması, gerek yorumu en güç, en dikenli yapıtlarından biridir. Gözünü daldan budaktan sakınmayan yürekli bir soylunun üstünlük kompleksi sergilenir bu oyunda. Vazgeçilemez olduğuna inanmış üstün bir insan. Ne var ki, plebleri, küçük insanları küçümser. Onlara tepeden bakar, sözünü de sakınmadığından birçok düşman toplar. Yüzyıllarca sonra bir fikir aristokratının, Niçe‘nin, “dünyayı boşuna dolduran kalabalık” dediği bu insanlara Coriolanus da daha o zamandan, “çok başlı hayvan” gibi sıfatlar verir. Onları, “yönetmekten âciz, itaate de isteksiz” bir kitle olarak görür. Bütün kahramanlığına karşın sonunda başını yiyen de işte halkı bu küçük görüşü olur.
Shakespeare, oyununun konusunu İsa‘dan önce 490 yılında gerçekten olmuş ve Plutarch tarafından yansıtılmış tarihî bir olaydan almıştır. Romalı komutan Cajus Marcius tek başına düşmanı yenip Coriolan şehrini zapteder. Roma kendisine Coriolanus adını bir taç gibi giydirir. Komutan onurlanır, konsül seçilir. Ünlenip onurlandıkça pleblere karşı hor görüşü daha da azıtır. Hele onlara senatoda temsilcilik tanınması onu çileden çıkarır. Zıtlık o kerteyi bulur ki, ağzına fren koyamayan Coriolanus, Roma kanunlarını da hiçe sayar, sonunda Roma‘dan uzaklaşmak zorunda kalır. Roma onu darıltmanın cezasını çekecektir. Hele bir savaş çıksın, onun yokluğu Roma‘nın felâketi olacaktır. İhtiras gözünü öyle bürür ki, bu savaşı kendi yaratır. Bir zamanlar yendiği düşmanlarla bir olur, onların ordusunun başına geçip doğduğu şehrin kapılarına dayanır. Kendi kafasında yarattığı kendi imajina o kadar inanmıştır ki, şimdi Roma‘nın kayıtsız şartsız ona teslim olacağını beklemektedir. Eski dostlarının ricası para etmez. Bu sırada anası gelir. Oğlunu korkunç kararından vazgeçirmek için konuşur. Ve hayret, Coriolanus birden bire umulmadık bir dönüş yapar. Roma kurtulur. Ama yönettiği yeni ordusu onun bu dönüşünü ihanet sayar. Onu öldürür. Coriolanus eylemini hayatı ile öder. Coriolanus‘la anası Volumnia‘nın diyalogu sade bu tragedyanın değil, tüm Shakespeare yapıtlarının en unutulmaz pasajlarından biridir. Volumnia‘nın oğluna ne söylediğini tarihçiler aynen saptamışlardır. Bu olayın oluşturduğu efsanelerin başında ana sevgisine düzülen methiyeler en büyük yeri alır.
Ama Brecht‘in de vurguladığı gibi, Coriolanus‘un Roma‘yı almaktan vazgeçişinin tek nedeni ana sevgisi, ana hatırı değildir. Coriolanus anasından duyar ki, bütün o hor gördüğü plebler, ayakkabıcılar, terziler, urgancılar, dam aktarıcılar, hasılı cümle esnaf ve işçi korkudan titreyerek de olsa silahlara davranmışlardır. Yenilgi ile sonuçlanacağını bile bile yine de karşı koyacaklardır. İşte Coriolanus orada uyanır. O biriciklik, onsuz olunmazlık, vazgeçilemezlik efsanesi bir anda yıkılır. Üstelik de, bir zamanlar oğlunun bu vasıflarına herkesten çok inanan bir anadan bunun tam tersini duymak onu yıkar. Coriolanus kendi kendini iki ucundan yakan bir üstünlük kompleksinin tragedyasıdır. Bu bakımdan ibret vericidir. İhtirasının hızına kapılıp giden herkese, küçük dağları ben yarattım diyenlere. Halkı küçümseyen tüm gafillere.
Coriolanus tragedyası her büyük eser gibi hem kahramanın kişiliğindeki bireysel zıtlıkları, hem de kahramanla ortamı arasındaki sürtüşmeleri içerir. Bundan ötürü de kimi rejisör bu oyunda “Halkın bir kahramana karşı nankörlüğü” kimi rejisör de “Bir soylunun küstahlığı” açısını vurgular. Bu bakımdan netameli bir oyundur. 1934‘te Comedie Française‘de oynandığı zaman, halkın tepkisi karşısında kısa zamanda sahneden kaldırılmıştı. 1958‘de yine, Paris‘te oynanırken tesadüfen seyretmiştim. Bernard Dort‘un Theatre Populaire‘de çıkardığı “Faşist Oyun” gürültüsünü pek de haksız çıkarmayacak bir mizansendi. Halkın nankörlüğünü, anlayışsızlığını vurguluyordu. Dort‘un, “gereksiz bir kahraman” dediği Coriolanus‘un anısına gayretkeş bir anıt dikiyordu. Daha sonra aynı tragedyayı Berliner Ensemble da Brecht‘in uygulaması ve rejisi ile de gördüm. Bu sefer oyun dialektik yörüngesine oturtulmuştu. Ama Shakespeare Ustaya büyük hayranlığı olan Brecht, oyunun çatısına hiç ilişmemişti. Cariolanus‘un kişiliğini çarpıtmamıştı. Metni zorlamamıştı. Sadece çağdaş bir açı katmıştı. Klasikleri klasik yapan da bu değil mi? Biraz tozları alınınca her dönem için geçerliliklerini belgeliyorlar.
İhtirasların gözleri bürüdüğü bir ortamda Coriolanus‘u seçmek isabetli olmuş. Akınlı-Uludağ ikilisinin Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda sahneye koydukları Coriolanus çağdaş gelişmelerin farkında bir açıdan sergileniyor. İyi yorumlanınca Shakespeare‘den usta tiyatro hocası olmaz. Muhsin Ertuğrul‘un başlattığı Shakespeare oynama geleneğine bugün dünden de çok ihtiyacımız var. Seviye düştükçe seviye açlığı artıyor.
22 Ocak 1978
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.