Stefan Zweig, “Dünkü Dünya” adlı anılar kitabında Londra‘ya her uğrayışında, Saint Paul Katedrali‘ndeki pazar vaızlarını kaçırmadığını söyler. Kulaklarını halis Cambridge İngilizcesi ile yıkamak ihtiyacını bir bu vaızlarda, bir de BBC‘nin..
Stefan Zweig, “Dünkü Dünya” adlı anılar kitabında Londra‘ya her uğrayışında, Saint Paul Katedrali‘ndeki pazar vaızlarını kaçırmadığını söyler. Kulaklarını halis Cambridge İngilizcesi ile yıkamak ihtiyacını bir bu vaızlarda, bir de BBC‘nin haber spikerlerini dinleyerek giderdiğini belirtir. En güzel Fransızca Paris Fransızcasıdır. Bunu da Comedie Francaise‘de olduğu kadar, Sorbonne‘daki hocaların ders takrirlerinden duyabilirsiniz. Almanlar kıstas olarak ne Berlin, ne Münih Almancasını alırlar. Onların örneği bilindiği gibi Hochdeutsch dedikleri Hannover Almancasıdır. Tiyatrolardaki klasik oyunlarda aktörler, televizyon ve radyo programlarında spikerler ve moderatörler Hochdeutsch konuşurlar.
Diksiyon bakımından konulan ve özenilen bu kıstaslara herkes elden geldiğince uymaya çalışır. Yerel şive-diyalekt her ne kadar Goethe‘nin dediği gibi insanın köklerine bağlılık gibi övünülecek bir yanını belirtirse de, belli bir öğrenim seviyesinden sonra bertaraf edilmesi gereken bir çocukluk alışkanlığıdır. Yerelden genele, hatta evrensele yönelen bir aydın kişi bize artık lütfen doğduğu şehrin diyalektiği ile değil, dilimizin örnek diksiyonu ile seslensin isteriz. Osmanlı İmparatorluğu döneminde imtiyazlı İstanbulluların kaz beyinlileri taşrayı ve taşralıyı horgörmeyi de marifet sanırlardı. Vezir olmuş biri için, “Mevki almış ama dangul dungul bir adam! Daha dilini bile düzeltememiş” derlerdi. Yerel dilini düzeltemeyen o taşralı, öte yandan neleri düzeltmiş onu görmezden gelirlerdi.
Çok şükür ki bu budalalıklar aşıldı. Ama Fransa‘nın başına geçtikten sonra aktör Talma‘dan hal, tavır ve ayrıca diksiyon dersi alan Napolyon gibi hiç değilse büyük mevkilere geçenlerin yine de dillerine biraz özen göstermeleri uygun olur.
Örnek Türkçe saptanmış olan, gerçekten de İstanbul Türkçesini Türkçenin en güzeli olan dinlemek fırsatı artık gitgide azalıyor. Ne vaiz, ne üniversite, ne de politika kürsüsünden bile bu Türkçeyi duyamaz olduk. Spikerlerimizin çoğu her gün Türkçe yanlışları yapıyorlar. Ercümend Behzat Lav dostumuz bir tarihlerde İstanbul ve Ankara radyosu spikerlerine diksiyon dersleri verirdi. Çok yararı olmuştu. Şimdi, anlaşılan, spikerler böyle bir elekten geçmiyorlar. “Bekaya” kelimesinin aslını bilenler, televizyonlarımızdaki Rum taklidi gibi uzatmasız “ka” ile söylenen bu kelimeyi duyunca, önce gülümsediler. Sonra sonra hep tekrarlanınca acı acı düşündüler. Becerilemiyorsa öz Türkçesi ne güne duruyor?..
Bir köylü kardeşimizin gardroba gordolap, otobüse otübüs, elektriğe alantrik, asansöre asansor demesini sevimli bulup geçelim. Sporcularımızın çoğunun yarım tahsilli oluşlarını hafifletici sebep sayıp hakeme haakim, rakibe raakip demelerini de bağışlayalım!.. Ama bir gazetenin birinci sahifesine “Bergama mabedinin aynısı yurdumuza inşa ediliyor” diye manşet atmasının özrü var mıdır?.. Aynı benzer, aynı benzeri olduğuna göre, aynısı ev sahibisi gibi bir komik bileşim olmuyor mu?
Hizmet ya yapılır, ya edilir. Şimdi de “hizmet vermek” diye bir terimi bir bankamız yeni bir işlevle tedavüle sürdü. Matah gibi kapışan kapışana. “Bankamız, yahut bakanlığımız yahut hükümetimiz iki yıldır halkımıza şu hizmetleri vermiştir.” Oysa hizmet vermek denince birine bir iş vermek, bir vazife vermek anlaşılırdı. Himmetleri var olsun. Önüne gelen dilimize yeni terimler kazandırıyor.
Fazıl Hüsnü Dağlarca‘nın “Türkçem Ses Bayrağım Benim” dediği anadilimizi gerektiği saygıyla dalgalandırabiliyor muyuz dersiniz?.. Hiç sanmam. Herkes o kadar aceleci, o kadar savruk ve üşengeç ki, ağzının içinde yuvarlayarak, çoğu heceleri yutarak, tükürük saçarak acele acele konuşuyor öz dilimizi. Bu sade dile değil, karşısındakine de saygısızlığın daniskası. Okullara doğru nefes almayı, lafı yuvarlamamayı, dilini asgari bir fonetik disiplininden geçirme zorunluluğunu öğretecek bir Türkçe konuşma dersi konulmalıdır. Bu trafik dersi kadar zorunludur. Dil daha da önemli bir trafiğin, bir fikir trafiğinin aracı değil mi?..
Bunlar niye oluyor?.. Düzelten yok, bir de iyi örnekler yok da ondan. İstanbul Türkçesini en iyi konuşanların başında Mesut Cemil‘i, gelin de rahmetle anmayın. Ses tonunda o kadife yumuşaklığındaki mahviyet, cümlesine vermeyi bildiği o rahat ve zengin hareket, her kelimenin, her hecenin hakkını hiç vurgulamadan veren o akıcı mükemmeliyet sade Türk dilinin güzelliğini değil, gün görmüş ince İstanbul terbiyesinin de ta kendisini yansıtırdı. Ne yazık ki, o yumuşak ses, şu hoş kubbede bir hoş seda oldu, kaldı.
Sağ olanlar içinde Cevat Memduh Altar da böyle bir güzel İstanbul Türkçesi ustasıdır. Hanımlar arasında İstanbul Türkçesinin en belirgin temsilcilerinin başında Gülriz Sururi‘nin billur gibi saydam ve zarif Türkçesini, İzmirli olmasına karşın Nedret Güvenç‘i ve televizyon spikeri Başak Doğru‘yu gösterebilirim.
Stefan Zweig‘in kulaklarını Cambridge İngilizcesi ile yıkamak istemesi gibi eminim ki, sizler de ne zamandır İstanbul Türkçesine öylesine açsınızdır. Bu özlemi kötü örnekleri bırakıp iyi örnekler vererek en iyi, şu her eve giren penceresiyle televizyonumuz giderebilir. Gidermelidir de.
9 Ocak 1983
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.