Andreas Baade ile birlikte Alman anarşistlerinin bayrağı olan Ulrike Meinhof, Stuttgart hapishanesindeki odasında ölü olarak bulundu. Resmî bildiri, onun kendini havlu ile pencere demirine asıp canına kıydığı yolunda idi. Ama..
Andreas Baade ile birlikte Alman anarşistlerinin bayrağı olan Ulrike Meinhof, Stuttgart hapishanesindeki odasında ölü olarak bulundu. Resmî bildiri, onun kendini havlu ile pencere demirine asıp canına kıydığı yolunda idi.
Ama çetenin hapishane dışındaki üyeleri, onun bir tertip sonucu öldürülmüş olduğunu iddia ettiler. İntihar etse, son anında yakınlarına iki satır bir şey yazmaz mı idi? Hem neden otopsi yapılırken içeri yakınlarından hiç kimse, örneğin kızkardeşi, analığı alınmamıştı? Olasılıklar şüphe, şüpheler kesin suçlamaya dönüştü. Almanya‘nın çeşitli kentlerinde bombalar patladı, gösteriler yapıldı, polisle çarpışıldı, kanlar döküldü. Hele geçen haftaki cenaze töreninde yer yerinden oynadı.
Ben bu kızı 1968‘de, Berlin‘deki öğrenci başkaldırıları sırasında tanımıştım. O zaman Rudi Duschke‘nin başı çektiği bu A.P.O. gösterilerinin tesadüfen içine düşmüş ve gözlemlerimi üç gün süren bir röportaj halinde yine MİLLİYET‘e yollamıştım. İsyancılar, Alman Filolojisi binasını gözlerimin önünde yakıp yıkmışlardı. Theater am Hallischen Ufer‘de Stalin‘le ilgili bir piyes oynanırken sahneyi basıp gürültü çıkardıklarında da tesadüfen, seyirciler arasında bulunuyordum. Ulrike Meinhof o tarihlerde solcu gençlerin bazılarının okuduğu Konkret dergisinde fıkralar yazıyordu. Bu derginin sahibi ve yazı işleri müdürü olan salon sosyalisti, entellektüel ve de ayrıca işini bilen Klaus Rainer Röhl’ün karısı idi. İki de şeker çocukları vardı. Röhl çifti, Hamburg‘un kibar semti Blankenese‘de lüks bir villada yaşıyorlardı.
Gel zaman git zaman, öğrencilerin ateşli lideri Rudi Duschke, Batı Berlin‘de bir akşamüstü bisikleti ile evine dönerken kiralık bir katil tarafından beyninden vuruldu. Çocuk hemen hastaneye kaldırıldı, ameliyat edildi, hayatı kurtuldu, ama belleğini yitirdi. Sığındığı Danimarka‘da özel bir eğitimle zihnî yeteneklerine kavuşabilmek için yıllar yılı tedavi görüyor. Bir kelime ile safdışı edildi.
Yine gel zaman git zaman, Konkret dergisinin ılımlı, insancıl fıkracısı güzel Ulrike, günün birinde lüks villasını, iki çocuğunu bırakıp sokağa indi, elinde silah, eylemcilerin arasına karıştı. Fikirleri ile yaşamının büyük çelişkisini farketmişti. Bunu kocasına açtığında aldığı cevap:
–Sosyalizm gün günden hoyratlaşıyor, sen şimdilik kapitalizmin tadını çıkarmaya bak, oldu.
Yakınları Ulrike‘nin yaşamındaki en büyük değişikliğin nedenini kocasının bu yanar-döner cevabına bağlıyorlar. Her sözünde, her hareketinde içten olan, kendi kendini hiç yalanlamayan Ulrike, işte o anda yatağını paylaştığı kocasından da, onun temsil ettiği kaypak salon sosyalistliğinden de soğuyuverdi. Jöton biraz geç düşmüştü ama düşmüştü.
Dünya, Ulrike‘yi, bundan sonra, eli silahlı bir dişi kaplan olarak tanıdı. Yumuşak, seksi, entellektüel insancıl kişiliği gitmiş, radikal, acımasız, aşırı bir tedhişçi kesilmişti. Kısa zaman sonra çetenin başı oldu. Baskınlar tasarladı, hapishaneden adam kaçırdı, beş kişiyi öldürmek, elli cinayete de katılmak suçuyla bir numaralı devlet düşmanı ilan edildi.
Bir arkadaşını hapisten kaçırmak için beş suçsuz polisi öldürmek, davasını belgelemek için on masum yurttaşı kana bulamak elbet onaylanacak şeyler değildir. Ayrıca kafa yerine silahı konuşturmak, kaba güçle terör yaratmak, yüreklilik de değildir bence. Sadece çaresizliktir…
Ne var ki, Ulrike Meinhof, bu ölçüsüzlüklerin kendi davasına yarar değil, ancak zarar getireceğini göremeyecek kadar da hınçlı idi. Nitekim, 1972‘de siyahlar içinde bir rahibe kılığında Hannover‘de tutuklandığı zaman, makyaj çantasının içi silah dolu idi. Ulrike, o günden sonra hapishanede de savaşını sürdürdü. Eylemci her yerde eylem yapmalı idi. Ulrike, “Dünyayı, Amerikan emperyalizminin elektronik beyinler komuta merkezinden” kurtarmak için toptan bir savaşa girişmişti. Onca “Almanya’nın tutumu sömürü, açlık ve sefalet düzenini destekleyen faşist bir tutumdu.” “Yaşam ancak haklı bir dava uğruna kullanılırsa bir anlam kazanırdı.” Ulrike, Dünyadaki tüm bahtsızları savunmayı, hem de silahla savunmayı işte bundan seçtiğini söylüyordu. Hapis onun gözünü korkutmamıştı. Hapiste de eylemini sürdürüyordu. Mahkemede her celse bir gösteri halini alıyordu. Hücresinde tutuklu arkadaşlarının dayanışması için planlar kuruyordu. Dışarıdakilere taktikler veriyordu. Kim ki, sonuna kadar direnmez, diri diri ölmeyi kabullenmiştir, diye yazmıştı yeraltı eylemleri sırasında. Kısacası Roza Luxemburg‘tan bu yana, Almanya böyle bir militan kadın görmemişti.
Evet işte Ulrike Meinhof öldü. Öldüğünde kırk bir yaşında idi, Hapishane müdürlüğünün zaptına göre, o gece, yatağını duvarın kenarından ayırmış, şilteyi hücredeki penceresinin altına sermiş, mavi beyaz hapishane havlusunu boynuna geçirmiş, bir iskemleye çıkıp kendini boşluğa bırakmış, gardiyanlar durumu ancak ertesi sabahki kontrolda öğrenmişler. Doktor raporu da intiharı doğruluyor.
İçine dönük dindar bir çocukluktan sonra yavaş yavaş dünyayı keşfeden, sonunda bir numaralı devlet düşmanı ilan edilen bu kadının yaşamına bir yazar, bir psikolog gözü ile bakınca, çeşitli eğilimlerine çeşitli neden tohumları bulmak mümkün. Kaba sofu bir rahibin kızı imiş. Belki fikirlerindeki taassup buradan geliyor olabilir. Babası Ulrike‘nin hafif- meşrep anasından çok çekmiş. Kadın, adamı durmadan aldatır dururmuş. Ulrike‘deki radikallik eğilimini bu “travma”ya bağlamak da yanlış olmayabilir. Çıkarcılıkla aydınlığı aklınca bağdaştırdığını sanan kocasının pişkin felsefesi de onu kurulu düzenden alabildiğince soğutmuş olsa gerek. Kendi kişiliğini yakalayıp, ona uygun bir yaşamı seçen Ulrike, ihtimal silahı da kadın-erkek eşitliğinin son kertesi olarak ele almış olacak. Psikologlar, Patty Hearst‘ün adını verdikleri bu yeni syndromun yeni yeni üzerine eğildiler. Bir doktor da Ulrike‘nin beynindeki uru tedhişçiliğine neden olarak göstermeye kalktı. Bütün bunlar akla gelebilir, hatta az çok doğru da olabilir de, işi bir Dr. Jekyile – Mr. Hyde ikileminin ilginçliğine indirgemek, acaba Ulrike Meinhof olayının toplumsal boyutunu biraz küllemek olmaz mi?
Bu kadar inatçı, bu kadar sonuna kadarcı bir kızın intihar olasılığını reddedenlere gelince, onlar galiba Ulrike Meinhof’un son durumunu gözden kaçırıyorlar. Kızın aylardır dünya kriminoloji tarihinde hiç bir kadın tutukluya uygulanmayan çok ağır koşullar altında gün günden nasıl eridiğini, nasıl delirecek hale geldiğini unutuyorlar. Bembeyaz duvarlı bir hücre düşünün, içindeki yatak, masa ve iskemle bembeyaz. Tepede yanan neonlar gece gündüz hiç sönmüyor.
Dış dünya ile bütün ilişkileri kesilmiş. Son bir yıldır gitgide ağırlaştırılarak uygulanan bu hücre hapsi, boyuna geçirilecek bir ilmiği insana özletmez mi? Üstüne titrediği kişiliğinin fire vermesi korkusu, bir ihtilalciye, bir vakitler kötülediği intiharı sevimli göstermez mi?
Kaldı ki, Ulrike Meinhof‘un bu son eylemi oldu, Bazı Alman hapishanelerinde politik suçlulara uygulanan Nazi barbarlığının kalıntısı insanlık dışı koşullara dünyanın dikkatini çekmeye yaradı. Bence hikâyenin özeti budur.
“Para yitirmek az şey yitirmektir. Onur yitirmek çok şey yitirmektir. Cesaret yitirmek her şeyi yitirmektir” der bir yabancı atasözü. Sonuncuyu yitireceğine yakın kendi canına kıydı Ulrike Meinhof.
Bir insanı yıpratıp umutsuz bırakmak bile başlı başına ve çok sinsi bir ölüm aracı değil midir?
30 Mayıs 1976
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.