Somurtuk, buruk ve pasif bir ortamın içinde sürekli canlılığı, neşesi, sevimliliği ile manevî bir vitamin gibidir Esat Mahmut Karakurt. Ona ne zaman rastlasanız, iki lokma konuşsanız içiniz açılır, efkârınız dağılır…
Somurtuk, buruk ve pasif bir ortamın içinde sürekli canlılığı, neşesi, sevimliliği ile manevî bir vitamin gibidir Esat Mahmut Karakurt. Ona ne zaman rastlasanız, iki lokma konuşsanız içiniz açılır, efkârınız dağılır. Geçenlerde bir derginin “Eski ünlüler ne yapıyor?” adlı bir röportajına verdiği cevapları okudum.
–Yazacağımı yazdım, diyor Karakurt. Şimdi okuyorum. Gezilere çıkıyorum. Dünyanın gelişmiş, gelişmemiş ülkelerini tek tek geziyorum. Ömründe bir kerecik bile dünyaevine girmemiş olmasına pek yakınmıyor.
Benim ömrümün üç günü üçyüzbin liraya değer diyor. Bu yüzden geri kalan günlerimi kendime ayırdım.
Bir ölçüde haklı Karakurt. Kendinle dolu, kendine yeten, olgun ve aydın bir insanın değil bir günü, bazen bir saatı bile yüzbinlerce lira değerinde olabilir. Bazen yaşamın öyle anları vardır ki, onlarla başbaşa kalınca hiç bir parasal öge beni rahatsız etmesin istersiniz. Bekâr insan, bu bakımdan evlilerden daha şanslı sayabilir kendini. Çünkü zamanını istediği gibi tasarruf etme olanağı elindedir. Evli barklı, döllü döşlü insan öyle mi ya? Onun derdi de dallı budaklı olur. Evli adamın mutluluğu kabilesinin tek tek mutluluğunu koordine edebiliş yeteneğine bağlıdır. Diyelim ki, siz bizzat neşelisiniz. Hava ılık, hafif bir rüzgâr saçlarınızı uçuruyor, balığa çıkmışsınız, eve dudağınızda bir şarkı ile dönüyorsunuz. Bu mutluluğu uzatmak, onun uzantısı ile kanınıza dolan sıcaklığı uzun süre muhafaza etmek istiyorsunuz. Ne haddinize. Büyük kızınız sizi kapıda bir karış suratla karşılar. O gün üniversite test sınavında kazanamadığını öğrenmiştir. Onu yatıştırır, kendi hoşgörülü havanızı ona da geçirmeyi bir nebze başarırsınız, diyelim. Bu sefer eşiniz, gittiği zengin arkadaşının çayından allak bullak gelir. Orada Pierre Cardin‘den, Balmain‘den giyinen hanımların içinde, geçen yazki emprimesi de rezil olmuştur, yer yarılsa da içine geçsem diye aklından geçirmiştir. Hayatın insafsızlığı, kaderin cilvesi ile başlayan bir yakınma tiradı, döner dolaşır sizin para kazanmak alanındaki beceriksizliğinize dayanır. Güzelim güz akşamını tatmaya hazırlanan siz şimdi, bu yavan takazaları bir kere daha ya sabır çekerek dinlemek zorunda kalırsınız. Tam o da yatışır, bu sefer oğlunuz yanınıza yaklaşır, sevgilisi doğum kontrol hapını zamanında almadığı için başı belaya girmiştir. Kanıksamış, vurdumduymaz, içi geniş bazı evliler bu dikenli olaylar arabeskinin arasında motosiklet cambazları gibi hiçbirine değmeden hiçbirine üzülmeden seğirtip neşeli kahkahalarını kesmeyebilirler. Ama ya duygulu iseniz, ya sorumluluk bilinciniz biraz fazla gelişmişse, o zaman yandınız. Onlar boşalır uyur, siz bu sefer sabaha kadar gözünüzü kırpamazsınız. Nerde kaldı sandaldaki mutluluk havası? Aile, elbirliği ile onu torpillemiştir. Derdini size aktarıp arınmış, sizi zehirleyip bırakmıştır.
Evli adamın çoğu saatleri, hiç de onun zevki, özlemi doğrultusunda olmayan ıvır zıvırla, incir çekirdeği doldurmayan şeylerle tükenmiyor mu? Tek başımıza olsak, bir saniyemizi vermeyeceğimiz bu ipe sapa gelmez zorunluklara, hep yakınlarımız uğruna katlanmıyor muyuz? Onların başıboş duygusallıklarının deve yaptığı pireleri biz de ciddiye alıp yatıştırmaya, kendi kendilerine büyüttükleri sorunlarını çözümlemeye çaba harcamıyor muyuz? Bu kabil angaryalar sıradan bir memurun, bir tüccarın zaten tekdüze olan yaşamına hiç değilse bir renk ve canlılık katabilir. Ama bir kafa işçisinin, sanatçının, bilim adamının, gazetecinin düşünmek için bol zamana, hatta bol boş zamana ihtiyacı vardır. Kafaları durmadan işlediği için, sinir sistemleri dingildek olan bu titiz, sinirli adamları domestik uğraşılar büsbütün sinirli ve hırçın yapar. Hırçın yapar, çünkü olumlu verimli bir işe adayacağı zamanını, abur cubur işlere harcamak ağırlarına gider. Hırçın yapar, çünkü belli bir seviye çizgisinde düşünmeye alışık beyinleri, ikide bir düzayak, yavan konularla durmadan işgal edilirse iç dengeleri bozulur. Güzel bir düşün ortasında sık sık dürtülüp uyandırılmışlığın sersemliğini, o arızî uğraşılar geçtikten sonra da içlerinde tortu olarak duyarlar. Kafalarının kontağı bir kere atınca eski rayına oturtmakta güçlük çekerler.
Bekârlık sultanlık mıdır, perişanlık mı sorusunu bunu soran her ilgilinin mesleğine, meşrebine, yaradılışına, maddi olanaklarına göre cevaplandırmak gerekir. Bakınız zengin eski bir romancı ve hocaya göre sultanlıkmış. Fakir, sünepe bir memur haşa diye karşı çıkabilir. Hatta bazı öyle meslekler var ki, bekâr olmak bir handikap bile sayılıyor. Örneğin hariciyecilik, doktorluk, imamlık. Evliliğin kozmik bir kural olduğunu kabullenmek gerek. Ama bozuk koşullandırmaların, çarpık eşitlik sevdalarının at oynattığı bir ortamda bekârlık bazen insanın başını ağrıtmayan akıllıca bir savunuş da sayılabilir. Genel bir sıralama yapmak gerekirse, denebilir ki, dünyada en iyisi mutlu, dengeli bir evliliktir. Ondan sonra mutlu, varlıklı, özgür bir evlilik gelir. Ondan sonra sefil, avare, aylak bir bekârlık. Hepsinden beteri olarak da, eşlerin birbirlerini törpülediği kavgacı bir evlilik.
İnsan soyu ne yazık ki, sükûneti kavgaya, anlaşmayı tartışmaya dönüştürmekte bütün öbür yaratıklardan önde geliyor. Hayvan toplumlarında birbirini üzmek, üzerek öç almak, mutluluk tohumu taşıyan koşullardan felâketler çıkarmak diye bir şey yok. Bunun tekeli yalnız insanlarda. Böyle olunca tek olan, çift olandan, üçlü olandan, dörtlü olandan çok daha rizikosuz durumda oluyor. Tek başına manevra yapan bir lokomotif rahatlıklığı ile hayatını yaşıyor. Dünyaya ne yapmak için gelmişse engelsiz, parazitsiz kendini o işe adayabiliyor.
Yazımızın başında adını andığımız sevgili bekâr dostun kendini bu rizikolardan korumak isteyen dirençli tutumuna elbet bir diyeceğimiz olamaz.
Ama bunca özenlerle, önlemlerle korunmuş sağlıklı, neşeli bir olgunluk devrinin ürünsüz geçmesini, oldukça bencil bir davranış saydığımızı da belirtmeliyiz.
Esprili bir zat, “İnsan üç kere ölür” demiş. “Bir kere memur olunca, bir kere evlenince, bir kere de eceli ile.”
En olgun yaşında çevresini, toplumunu tecrübelerinden yararlandıracakken ona bir şey vermeden, sırf kendi için okuyan, gezen, eğlenen bir aydın, kendini yaşarken öldürmüyor mu?
Yararlı olmaktan bıkmayan bir bekârın –ya da evlinin, orası önemli değil– her günü, boşa giden keyifli günlerden galiba birkaç yüzbin lira daha fazla eder gibime geliyor.
29 Ağustos 1976
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.