Herkesin gözü ve kulağı haberlerden, dizilerden, reklamlardan çok, hava raporlarında… Yarınki yazgımız kara kış mı, yoksa ılık hava mı olacak? Dersaadete ilk defa gelen bir yabancı, Sefiri Kebir Cevdet Paşa‘ya,..
Herkesin gözü ve kulağı haberlerden, dizilerden, reklamlardan çok, hava raporlarında… Yarınki yazgımız kara kış mı, yoksa ılık hava mı olacak? Dersaadete ilk defa gelen bir yabancı, Sefiri Kebir Cevdet Paşa‘ya, “İstanbul’un iklimi nasıldır paşam” diye sormuş.
Hazretin verdiği cevap mesel haline gelmiştir:
“O hiç belli olmaz ekselans” demiş. “Poyraz eser kış olur, lodos eser yaz olur.”
Bir bakıma iyi ki de eser. Ya maazallah esmese, rüzgâr yoksulu Ankara‘dan daha da pis olurdu dört milyonluk şehrin havası.
Hüseyin Rahmi Gürpınar üstadımızın “Gul Yabani” adlı romanında, iki hayta, parasına ve evine konmak istedikleri varlıklı bir kadını ve iki kalfasını deli etmeye karar verirler. Eşasların üzerine çıkıp, megafonla seslerini büyütüp cin kılığına girerek akılları zaten teyel ipliği ile iğreti duran zavallıları, acayip bulmacalar sorup sınarlar. Bunlardan biri şöyledir:
“Alemdağı’nı Yeşilköy’e, Çamlıca’yı da Kuruçeşme’ye getirseler Kızkulesi ne tarafa düşer?”
Buna benzer uyumsuz tekerlemelere eski Rahmetli meddah anlatılarında da rastlanılır. Dostum Refik Halit Karay, kim bilir belki de bunlardan esinlenip, muhayyilesini Marmara haritası üzerinde gezdirmiş olmalı ki, şu varsayımda bulunurdu:
“Uludağ şimdiki yerinde değil de Çamlıca’nın yerinde olsaydı siz seyreyleyin İstanbul’un iklimini,” derdi. “Cannes’a, Nice’e, Riviyera’ya taş çıkartan ebedi bir bahar yaşardık.”
İyi mi olurduk acaba? Pek sanmam. İstanbul‘a, bu Bizanslı fettaneye, günü gününe uymayan o kaprisli hali daha yaraşmaz mı? O öyle bir fettanedir ki, pisliği, rüküşlüğü bile yakışır haspaya… Güzelliğine, inceliğine halel getirmez.
Onu seven ona karşın sever. Büyük sevgililer gibi… Bu arada iklimini de seve seve sineye çeker. İster yaz ortasında beklenmedik ahmak ıslatanı ile bizi nezle etsin, ister kış ortasında da mavi göğü ılık güneşi ile bize yazdan bir öpücük iletsin.
İklim, iklim diyoruz. İklim sözünün özgeçmişini kazırsak karşımıza Latince klimatis; Yunanca klima kökenleri çıkıyor. Klima, küre üzerinde belli bir yerin güneşe kıyasla meylini belirten bir kelime imiş ilkin. Bugün ise daha başka verileri kapsıyor. O belli yerin rutubeti, basıncı, rüzgârları, ısısı, kuruluğu, çevrenin topografyasına göre açık ya da kapalı oluşu, denize yakın olup olmadığı, yüksekliği ve bunların oluşturduğu hava koşullarının tümü… Bu koşullara göre, iklimler, nordik iklim, sıcak iklim, Akdeniz iklimi, yayla iklimi vb. gibi etiketler alır olmuşlar.
İklim kelimesi giderek coğrafi bir deyimi de aşıp daha genel bir anlam kazanmış. Biri “Ben bizim dairedeki ruhi iklimde verimli olamam” dediği zaman André Maurois “Aşk gelişmek için yumuşak ve ılık bir iklim ister” dediği zaman ruhi çevresinin de kişiye fizik iklimi kadar etkili olduğunu kasteder.
Yurdumuzun sayısız nimetlerinden biri de aynı anda dört mevsim iklimini içermesidir. Batı sahillerimiz başka, güney bölgemiz başka, Marmara başka, Trakya başka, Karadeniz başka, doğu illeri başka başka iklim şarkıları söylerler. Birinde ilkbahar, öbüründe yaz, bir başkasında kara kış yaşarsınız. Emektar payitaht, mikrokozmosunun, mikro kliması olarak her telden çalmayı belki bundan ötürü benimsemiştir. Kadıköy ve Anadolu sahili onun Riviyera‘sdır. Adalar Caprisi; İschiyası, Okmeydanı, Etiler ya da Kireçburnu rüzgârlara açık Kuzey Kutbu…
Kireçburnu dedim de, rahmetli Ömer Seyfettin‘in bir hikâyesini hatırladım. Birinci şahıs üzerine yazılmış bu hikâyede yaşını başını almış artık uslanması gereken bir hikâye kahramanı –o tarihte bu yaş kırk beşmiş, bakın dünya nereden nereye geldi– evet böyle bir zat, haline bakmaz, on sekiz yaşında adalar güzeline âşık olur. Nerdeyse evlenmeye kalkacak. Yakın dostu Camisap –Ali Canip herhalde– onu bu bahar çılgınlığından kurtaramayacağını anlayınca, bir hafta kadar Kireçburnu’na gidip din- lenmesini, meseleyi bir kere daha düşünmesini salık verir. Bir hafta boyu, duvarlarda, pencerelerde buuu… diye öten Karadeniz poyrazının karşısında istihareye yatan kahraman, aynı dost kendini yoklamaya geldiğinde eski coşkulu âşık değildir artık. Romatizma sancılarının ortasında her yeri ağrıyan, yaşının olanca ağırlığını duyan bir yarı ihtiyardır.
Böyledir insanoğlu, bir ayaz, bir buzlu rüzgâr, bir yağışlı hava onun içini de kapar, yaşlandırır, ama bir sıcak köşe, mavi bir gök ve odaya güleryüzlü bir konuk gibi giren güneş ışığı onu birden ada güzellerine âşık ediverir.
Le Verrier adındaki ünlü Fransız meteorologun hikâyesini bilir misiniz? Üstat, asık bir yüzle ertesi günkü meteoroloji raporunu yazıyormuş. “Rüzgâr kuzey ve kuzeydoğudan şiddetini daha da artırarak esecek, hava sıcaklığı eksi ikiye düşecek, tüm bölgeleri içine alan yağışlı hava sulu kara dönüşecek.”
Babasının omzu üstünden yazdıklarına göz atan kızı hüzünle dudaklarını büzmüş :
“Ne yazık,” demiş, “yarın benim yaş günüm babacığım. On sekizime basıyorum.”
Le Verrier, durmuş sonra rapora şu cümleyi eklemiş:
“Zaman zaman güneş de açacak…” Güneşli günleriniz çok olsun sevgili okurlarım.
Olmasa bile içiniz güneşli olsun.
11 Mart 1971
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.