Dört hafta önce bu sütunlarda “Dört Emekli” başlıklı bir yazı yazmıştım ya… Hani şu genç ve dinç yaşta kapağı emekliliğe atıp yan gelip yatıp kendini uyuşukluğa bırakma heveslisi aydınları biraz..
Dört hafta önce bu sütunlarda “Dört Emekli” başlıklı bir yazı yazmıştım ya… Hani şu genç ve dinç yaşta kapağı emekliliğe atıp yan gelip yatıp kendini uyuşukluğa bırakma heveslisi aydınları biraz sarsalamak isteyen yazı. O yazı nedense çok emekliyi gocundurdu. Hâlâ dört bucaktan sitemli mektuplar geliyor.
Bence, vakitsiz olarak kendini inzivaya çekenlerden biri de ozan, yazar ve tiyatrocu dostum Suat Taşer‘di. Genç yaşta Ege‘de bir kıyı kasabasında yerleşen Taşer, neyse ki yaptığı yanlışı çabuk anlayıp yeniden onu bekleyen işlerin başına geçti. Şimdi İzmir Devlet Tiyatrosu‘nu yönetiyor, Ege Üniversitesi‘nde Tiyatro Bölümü öğretim görevlisi olarak öğrenci yetiştiriyor. Yazarlığın, ozanlığın emekliliği olmaz, ama Suat Taşer bunlar kadar da tiyatrocudur. Tiyatrocu tiyatroda gerek. Tiyatroda dışardan gazel okunmaz.
Sevgili dostum, Türkçeyi güzel konuşmak konusunda büyük bir eksiği dolduran güzel bir kitap yazıp bana da göndermiş. Çok sevdim kitabı. Çok da sevindim. Kitabın adı: “Konuşma Eğitimi”. Sade tiyatrocuların değil, herkesin gereksinme duyacağı bir konu. Çünkü dostlarım, konuşmayı bilmiyoruz. Unuttuk gitti. Ne acı.
Eskilerin hoşsohbet, meclisârâ, ağzına baktırır dedikleri kişiler vardı. Bunlar konuşmayı bir güzel sanat, bir ince müzik haline getirmişlerdi. Hem de henüz fonetiğin, boğaz tekniğinin, konuşma eğitiminin uzmanca yazılmış yapıtlarını okumadan. Çünkü iyi konuşma bir teknik işi olduğu kadar, ondan da çok, bir gönül işidir, bir içtenlik işidir, bu ölçü, bir sağduyu ve kafa dengesi ürünüdür. Açık seçiklik bir yazarın okurlarına karşı nasıl ilk nezaket borcu ise, iyi konuşma, güzel konuşma da bir konuşucunun dinleyicilerine karşı ilk saygı borcudur. Taşer, kitabındaki her bölümün başına seçkin düşünürlerin ve sanatçıların konuşma sanatına ilişkin özdeyişlerini koymuş. Bir bölümün başında, “Dil aklın ayak izleridir” diyor Francis Bacon… Ne kadar doğru. Bu hesaba göre kahve ya da meclis demagoğunun ayak izleri, burnumuza uzatılmış iki saygısız kaba nasırlı ayak izi oluyor.
Bir başka bölümün başında da Stanislawsky şöyle buyurmuş : “Düşünce + söz + ses = İşte insan.” Sokrates aynı düşünceyi daha iyi özetliyor, “Konuş, kim olduğunu söyleyeyim” diyor.
Toprağı bol olsun, Klasik Filoloji‘nin uluslararası büyük adı hocam Prof. Walter Kranz, Türkçeye vurgundu. Hem de Türkçenin tek kelimesini bilmeden. Sırf tınısı bakımından, iki kategori insanın Türkçesine vurgundu. Birinciler kadınlardı, ikinciler yaşlı erkekler. Birinciler kadınlığın uçarı akıcılığı içinde kuşlar gibi cıvıldaşırlardı Türkçeyi. İkinciler yaşın bilgeliği, dil görgüsünün ve zengin söz dağarcığının renkliliği ile huzurlu, ahenkli bir Türkçenin tadını çıkarırlardı sevgili hocaya göre.
Stefan Zweig, “Dünkü Dünya” adlı eserinde bir dili en iyi konuşanların aktörler ve papazlar olduğunu söyler. Buna radyo ve TV spikerlerini de katmak gerek. Bugün sahnelerimizde konuşulan Türkçenin en örnek Türkçe olduğu konusu tartışılmaya değer. Türk sahnesi uzun zaman Minakyan‘ın sindirdiği patetik bir tınıdan kurtulamamıştı. Nurettin Sevin-Ebert ekolü diksiyonu ise Devlet Tiyatrosunun ilk kuşaklarına yine pozlu başka bir diksiyon yerleştirdi.
Bu etki genç kuşak konservatuvar mezunlarında neyse ki yerini daha doğal bir Türkçeye bırakıyor. Türk sahnesinde pozsuz konuşmanın, Türkçeyi Türkçe konuşmanın temsilcileri yine de yarı canlı karagözcülerimiz, ortaoyuncularımız, tuluatçılarımızdı. Onların konuşması da candanlığına, sıcaklığına karşın mükemmel bir konuşma değildi. Çoğu rahmetli Dümbüllü ya da Tevfik İnce gibi, sevimli bir tempo içinde bazı hecelerin yarısını yerlerdi. Bana, sahnemizde, “Türkçeyi Türkçe konuşanlar kim?” diye sorsalar, başta Ulvi Uraz‘ı anarım. Onunla birlikte sade sahnede, “Türkçe’yi Türkçe konuşma”nın değil, “Türkçe gülme”nin, “Türkçe kızma”nın, “Türkçe davranma”nın, “Türkçe coşma” nın yollarını az mı aradık durduk yıllar boyu… Münir Özkul, sesinin eşsiz esnekliği ve tınısı ile ses yelpazesinin olanca renkliliği ile belki Uraz‘dan da etkili bir Türkçe konuşma ustasıdır bence… Doğal, pozsuz, süssüz, içten, insanca. Kadın sanatçılarımıza gelince… Bunların başında Türkçeye âdeta şarkı söyleten, dişiliğin olanca işve, naz ve kaprisine, bile bile dalgınlık, kızgınlık, sevinmişlik, şaşmışlık, mahsustan kırılmışlık gibi tüm taktiklerini sığdıran, kelimelerin arasını bazen seyrekleştirip bazen kapatan, bazen hızlandırıp bazen mahmurca yavaşlatan, hasılı Türkçesinde kadınlığın bütün duygu skalasını yansıtan Bedia Muvahhit‘imiz hepsinin başında gelir. Ama hemen ondan sonra bu Türkçenin yine öyle ustası Gülriz Sururiler, Altan Karındaşlar, Nedret Güvençler, Macide Tanırlar, Cahide Sonkular, Heyecan Başaranlar, Meral Taygunlar, hemen şimdi şu anda dilimin ucuna geliverenler… Unuttuğum daha niceleri yanında.
Siyasa alanımıza gelince Atatürk hitabet ekolü hep biliriz, Ömer Naci üslubu etkisinde idi. Bugün için artık çok demode olan bu ekolün hatiplerinin ve şairlerinin seslerini ses bantlarından dinlerken çok yadırgıyoruz.
Ben, Hamdullah Suphi‘yi de dinlemek fırsatını buldum. Konuşmasının, o zamanın koşullandırması içinde etkili olmasına karşın, doğal konuşmaya uzak olmadığı savunulmazdı. İnönü, sözlerini tartan, tam yerine oturtan bir metin ustası olmasına karşın, kulak arızasından ötürü tını bakımından biraz şanssızdı. Ama derinden gelen o ses bize çok sevimli gelirdi. Bugün de özlüyoruz. Siyasa alanına doğala yakın konuşma Menderes‘le geldi denebilir. DP muhalefette iken yaptığı bütçe eleştirileri, gerek metin, gerek sunuş bakımından bir aşama sayılabilirdi. Politikacılar arasında iyi konuşan, doğal konuşan, pozsuz konuşan, içten konuşan, inanarak ve inandırarak konuşan Bülent Ecevit, son dönem politik konuşma sanatı ustalarımızın başında geliyor. İhsan Sabri Çağlayangil‘in de kendi ekolü içinde Türkçeyi iyi konuşanlardan biri olduğu kanısındayım. Güngörmüş, sakin, yavaş, düzenli, bazen küçük bir hümur nüansının bile sindiği bir tınısı var. Feleğin çemberinden geçmiş bir vurdumduymazlığı var. Kendini hiç yormadan, paralamadan, sindire sindire bir konuşma üslubu var. Olaylara lütfen kafa yoran, satranç oynar gibi siyaset yapan, tuzu kuru bir son dönem Osmanlı veziri ya da bir sefiri kebiri gibi, apatik bir yaklaşımla olayları kendine göre, her zaman doğru olmak zorunda olmayan bir yorumlayış tarzı var. Bütün bu arada Türkçenin tadını çıkara çıkara konuşuyor. Biraz sonra tadını çıkara çıkara içeceği kahve gibi. Prof. Kranz ona yetişemedi. Yetişse onu tuttuğu durmuş oturmuş bilge konuşmacılardan sanabilirdi. İçerikte rastlayacağı boşlukların biçimde bulduğu hoşluğu azaltma rizikosu olmaksızın. Demiştim ya, Prof. Kranz Türkçe bilmezdi diye.
Laf lafı açtı. Bakın Taşer’in “Konuşma Eğitimi” kitabından konuşma nerelere geldi. Konuşmayı yerinde kesmek de bir başka sanat. Bu cümlenin noktası ile onun da hakkını verip burada duralım.
25 Mart 1979
Haldun Taner
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.