Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik, Faşizmin Mi Yoksa Neyin Göstergesi? -1

Son AB Parlamentosu seçimlerinde, Fransız Marine le Pen‘in Ulusal Birlik Partisi başta olmak üzere “aşırı sağ” olarak adlandırılan partilerin Avrupa çapında önemli oy artışı sağlamaları, “demokrat”, “ilerici”, “sol” Avrupa çevrelerinde..

Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik, Faşizmin Mi Yoksa Neyin Göstergesi? -1
Yayınlanma: Güncelleme: 198 okuma

Son AB Parlamentosu seçimlerinde, Fransız Marine le Pen‘in Ulusal Birlik Partisi başta olmak üzere “aşırı sağ” olarak adlandırılan partilerin Avrupa çapında önemli oy artışı sağlamaları, “demokrat”, “ilerici”, “sol” Avrupa çevrelerinde ve aynı düşünce ve siyasetlerin bizdeki yansımalarında ciddi bir kaygıya ve telaşa yol açtı. Yabancı düşmanlığı yanında faşizmin, ırkçılığın yeniden yükselişi yorumları, çeşitli dönemlerde sık sık tekrarlanan, tornadan çıkma, kalıplaşmış ifade ve tepkilerle dile getirildi.

Ne ilginç bir çelişkidir ki, 1945’lerden sonra dünyadaki bütün faşist/faşizan siyaset ve uygulamaların, Pinoşe’lerin, 12 Eylül ve FETÖ darbecilerinin arkasında ABD olduğu halde, faşist nitelikteki ABD derin devlet çetesini aklayan Batı kaynaklı bu haber-yorum ve değerlendirmelerin gerisinde de çoğunlukla ABD güdümlü neoliberallerin, “demokrat”, liberal sol yazar ve siyasetçilerin yer aldığı görülüyor.

Geniş bir sol kesimi avlayıp Amerikancı liberallerin peşine takan oltanın ucundaki yem nedir? ABD siyasetlerini belirleyen tekelci “şahinler” çetesini faşist darbeci suçlamasından kurtaran o yem, 1980‘lerden sonra “yumuşak güç” olarak büründüğü sahte “insan hakları”, “demokrasi” ve “özgürlük” maskesi ve söylemleriydi. Çekirdek, aynı zorba emperyalist, saldırgan, yayılmacı, komplocu-darbeci, müdahaleci çekirdek. Cılası ise, sanki kızılımsı, devrimimsi, “militarist değil radikal”, “sivil” bir maske… Yani, ABD-İngiliz tekellerinin bir kolu, üretim dışı, asalak spekülatif mali sermayenin mafyalaşmış biçimi, Sorosçu para düzenbazı, tefeci kodamanların finanse ettiği yeni darbe biçimlerinin kılıfı “turuncu devrim.”

Bu sahte sivilci, demokrat maskenin çoktan düştüğünün son örneğini de daha dün yaşadık. Bolivya‘da, ABD‘nin neoliberal dayatmalarına karşı, kamucu-planlamacı uygulamalarla büyük başarılar kazanan, toplumda ciddi bir ekonomik istikrar ve güven ortamı yaratan sosyalist Eva Morales‘e karşı yapılan ve halkın ayaklamasıyla püskürtülen darbe girişiminin arkasında da kesinlikle ABD vardı. Sadece bu bile, -ki bundan önce Venezuela başta bir çok bağımsızlıkçı ve halkçı/toplumcu girişimlere karşı benzerleri yapıldı-ABD’nin 80’lerden sonra takındığı, “darbe karşıtı”, “sivil”ci, “demokrat”, “özgürlükçü” maskelerinin ne kadar sahte, iki yüzlü olduğunu kanıtlamaya yetiyor.

***

Görünen değil, ama görünmeyen temeldeki büyük gerçek bu iken, pek doğal olarak bizdeki ilerici, solcu yazar ve siyasetçilerin çoğu, en geniş anlamda milliyetçi / ulusalcı ve emekten yana duyarlılıklar ve tepkiler içeren Avrupa‘daki bu dalga karşısında telaşlı şaşkınlıklar gösterdiler, temelsiz, çağın gerçeklerini doğru okumaktan uzak, çelişkili yorumlar yaptılar. Üstelik bu yeni durumla ilgili çağın yeni ve özgün olgularına dayanan toplumbilimsel doğru bir analiz zahmetine katlanılmadan hazır neoliberal ideoloji ve siyasetin tavır ve söylem kalıpları tekrar edildi.

Sanki Türkiye, siyasal, toplumsal, kültürel koşulları ve sorunları aynı olan bir AB ülkesiymiş gibi, aradaki bir çok temel farklılık atlanıp sığ ve ezberci yorumlar yapılıyor. Sanki, Avrupalı emperyalist devletler, başta İngiltere, 2. Dünya Savaşı‘ndan sonra dünya egemenliğini ABD ve Sovyetlere terketmemişler ve ayrıca aynı ABD‘nin Nazizmin bütün silah ve yöntemlerini devralmamış gibi. Ve en önemlisi de, sanki, Sovyetlerin dağıldığı 90‘lardan bu yana dünya güç dengeleri ve uluslararası stratejilerde, hatta ideolojik ve kültürel mücadelelerin seyrinde çok köklü değişiklikler olmamış gibi…

Marine le Pen02

Üstelik sanki Avrupa ülkelerinin 2. Dünya Savaşı‘ndan bu yana hala ABD hegemonyası altında vasal devletler topluluğu değilmiş ve bunların ulusal kimlik ve değerlerini savunma hakları, milliyetçilik hakları yokmuş gibi… Sanki, Avrupa‘nın küreselleşme öncesi Sosyalist, Komünist vb partileri, işçi hareketleri aynı niteliklerini, aynı güçlerini ve işlevlerini koruyormuş ve bu sol, sosyalist, komünist siyasetlerin dayandığı emekçi sınıflar tarihin buzdolabında dondurulmuşlar… Yerlerine, uzaydan getirilmiş, hafızasız, tarih bilincinde yoksun, komünist-sosyalist deneyim ve ilkelerden bihaber emekçiler konmuş da, bilinçsizce ve cahilce, güncel siyasetlerde kendi güncel taleplerine cevap verecek en yakın partilere yönelmek zorunda kalmışlar!…

Bütün bunların derinindeki asıl nedenlere kafa yormadan, çoğunlukla ezberlenmiş, kalıplaşmış ve sığ değerlendirmeler yapılıyor, tavırlar açıklanıyor. Sanki, 80‘lerden bu yana neoliberal küreselleşme projesi ve yalanlarıyla modern çağın ulus/ulusalcılık, özgürlük, demokrasi, bilim, akılcılık, insan hakları, etik, estetik, sanat vb bütün değer ve kavramlarının içleri boşaltılıp sahte içeriklere dönüştürülmemiş gibi…

Özellikle ABD merkezli Küresel Karşıdevrimle birlikte, ulusal devletlerin, ulusal bütünlüklerin, yani ulusal kimliklerin, ulusal kültür ve değerlerin sonunun ilan edildiği, sosyal devletin ortadan kalktığı, üretim kültürünün yerini tüketim kültürünün, üretici vatandaş ve sorumluluk ahlakın yerini tüketici, asalak, sorumsuz tüketim manyağı yapılmış bireyin, sınıfsal ve toplumsal mücadelelerin yerini etnik, dinsel-cemaatsal ve cinsel-eşcinsel vb kimliklerin aldığı, artık sağır sultanın bile bildiği bir gerçektir. Bütün ulusal, toplumsal, kültürel dokunun altüst olduğu, bütün ilerici, devrimci, sosyalist, komünist değer ve kavramların sahteleştirildiği böyle bir dünyada ve Avrupa‘da eski kalıp ve ölçütlerle ilerici-gerici yapılanmaları, siyasetleri analiz etmek ve tanımlamak ne kadar mümkün ve gerçekçidir?

Peki, at izinin it izine karıştığı, bütün emperyalist ideologların, neoliberal yardakçıların, yani sosyalizm düşmanı gericilerin aydınlanmacı, sosyalist, devrimci içerikli kavram ve değerleri maske olarak kullandığı böyle bir Avrupa‘da hangi düşünce, tavır ve siyaset emekten yana, toplumcu ve ilerici, hangisi değil, nasıl bulacağız, bunun ölçütü nedir? Bu durumda, çoğu çürüme, çöküntü ve dağılmanın belirtisi birçok yeni ya da yeni imiş gibi görünen olayın labirentinde, bütünlükten kopuk, köpüksü, günübirlik, tekil olaylara bakarak doğru bir analiz yapmak mümkün mü?

Önümüzde iki seçenek var: Ya, temel belirleyici niteliğini koruyan, ulusların ve ulusal devletlerin birincil özne olduğu, bütün toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel, sanatsal yapı ve kurumların sınıflar ve sınıf mücadeleleri temelinde şekillendiği akla ve bilime dayanan modern çağın ilke ve değerlerini esas ölçüt alacaksın. Ya da, ulusal kimlik ve değerlere karşıt, bütün toplumsal gelişme ve ilerlemelerin motoru sınıfsal temelde saflaşmayı ve mücadeleyi yok sayan, siyaseti etnik, cemaatsal, cinsel farklılıklara dayandıran bir düşünce ve siyaseti benimseyeceksin. Dahası, çürümenin tipik göstergesi eşcinsel kimlikçiliği, resmileşen, eşcinsel evliliği doğal ve meşru gören, “tarihin sonu”, “ulusların sonu”, “toplumların sonu” teorileriyle bir ulusun vatandaşı olmayı değil “dünya vatandaşı” olmayı, vatansızlığı yücelten sahteleşmiş bir “ilerici”, liberal “demokrat”, “sol” bakışı yücelteceksin!

***

Dünyanın bugünkü gerçekliğinde faşizmi güncelleyerek tekrar tanımlayalım. Kısaca sınıfsal ve siyasal karakteri üzerine tekrar bir kaç vurgu yapmak gerekiyor. Ulusları ve ulusal devletleri tasfiyeyi temel hedef alan neoliberal küreselcilik, her türlü antiemperyalist tutum ve siyasetin amansız düşmanı olduğu için her türlü devrimci, bağımsızlıkçı ve milliyetçi tavır ve siyasetin de yeminli düşmanıdır. Bu nedenle, faşizmin ana kaynağının 1945‘lerden bu yana, Nazilerin bütün taktik ve yöntemlerini devralan ABD emperyalizmi olduğu olgusunu çağımızın en büyük gerçeği olarak kabul etmek zorundayız. Bütün ciddi toplum ve siyaset bilimcilerince saptandığı halde, bu büyük gerçek, 80‘lerden sonra emperyalizmin ideologları ve devşirme aydınlarınca bilinçli olarak ve binbir yalan ve düzenbazlıklarla gizlenmeye çalışılıyor. Bu gizleme ve yalan operasyonlarıyla, Nazilere özgü şeytanca manevralarla, ABD‘nin, demokrasi ve özgürlüklerin kalesi, neoliberalizmin ve piyasacılığın da özgürlük ve demokrasinin amentüsü olduğu masalı ya da zokası insanlığa yutturulmaya çalışıldı.

Dün nasıl Naziler, sosyalizmin yüksek saygınlığının arkasına gizlenip kendilerini “Nasyonal Sosyalist” olarak yutturmaya çalıştılarsa, Bugün de onun mirasçısı ABD, Sovyetlerin dağılmasından sonra yükselen değer demokrasi, özgürlük ve insan haklarının arkasına saklandılar. Bu nedenle ulusal devletleri baş düşman ilan eden küreselleşme projesi ve neoliberal siyasette milliyetçilik ile faşizm arasındaki bağ kopmuştur. Dahası, küreselci gerici stratejiye karşı milliyetçilik / ulusalcılık, demokrasi ve özgürlükçü değerlerle bütünleşmeye başlamıştır. Bu tanımlara göre, günümüzde faşizmin asıl kaynağı, milliyetçilikler değil, -içinden geçtiğimiz süreçte savaş kışkırtıcılığının da kaynağı olan-ABD’li neoconların neoliberal açgözlü düşünce, strateji ve siyasetleridir.

Marine le Pen03

Bu nedenle faşizmle ilgili esasa ilişkin bütün tanım ve analizlerin adresi ABD emperyalizmini gösteriyor. Çünkü Faşizm, tekelleşmiş kapitalist şirketler için daha yüksek kâr hırsıyla geri ülkelerin pazarlarının ele geçirilmesi ve hem tekelleşmiş pazar olarak kullanılması hem de ham madde için doğrudan veya dolaylı yolarla işgal edilmesi, yağmalanması demektir. Dolayısıyla faşizm, bir ülkedeki burjuva sınıfının bütün kesimlerinin değil, iyice azmanlaşmış daha dar ve aç gözlü bir tekelci kliğin diğer burjuva kesimleri baskı altına aldığı, burjuva demokrasisini de oradan kaldıran bir zorbalık sistemidir. En önemlisi faşizm, yeni pazarlar ele geçirmek ve yayılmacılıktır, başka ulusları köleleştirmeyi amaçlar. Bu açıdan sonuçta faşizm kaçınılmaz olarak savaş demektir. Faşizmi orta sınıfların muhafazakar ve tepkisel ideolojisi olarak gören mantık, geri bilinçteki işçinin patronu değil ustabaşını ya da müdürü baş düşman olarak görme mantığıdır.

Bu tablodan şu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz: Avrupa‘da geçmişten kalma veya onun geleneksel devamı ırkçı faşizan eğilimler elbette vardır. Ancak bütün bunlar, asıl kaynak ABD hegemonyasına bağlı dayatmacı bir siyasetin ögesi, uzantısı olduğu zaman bir anlam taşıyor.

Kritik soru şudur: AB Parlamento seçimlerinde “aşırı sağ”a giden oylar, öncelikle, Avrupa tekelci burjuvazisinin çıkarlarını ve ABD‘ye bağımlılığı mı yansıtıyor ya da güçlendiriyor? Yoksa, ABD merkezli küreselci-neoliberal proje ve siyasetlerle yok edilmekte olan ulusal kimlik ve değerlere sarılmayı ve daha çok Avrupa kapitalizminin ucuz işgücünü sağlayan ve kendi yurttaşı emekçilerin iş ve ücret olanaklarını sınırlayan yabancı işgücüne tepkiyi mi ifade ediyor? Nesnel olarak bakarsak, bizim ülkemizde de çok önemli bir sorun olan yabancı işgücü, yurttaş yerli işgücünün iş olanağını elinden alıp ücretlerinin kısıtlanmasına yol açıyorsa, elbette her ülkenin emekçisi buna karşı çıkar.

Buradaki, eşeği değil semerini dövmeye yol açan yanılsamayı iyi görmek gerekir. Özetle, Nazi ırkçılığı nasıl orta sınıflara mal edilerek ırkçılığın ve yayılmacı savaş kışkırtıcılığının asıl sahibi Alman tekelci burjuvazisi aklanıyorsa, bugün de ABD‘nin silah, petrol başta olma üzere Uluslararası (haydutlar çetesi) tekellerinin ırkçılığı ve saldırgan amaçları gizleniyor ve aklanmış oluyor. Devrimci, yurtsever tutum, bu yanılsama ve tuzaklara düşmemek demektir.

Mehmet Ulusoy

Haziran 2024

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.