Bazı sosyalist arkadaşların“Vatanseverlik Milliyetçiliği de içermiyor mu, ayrıca milliyetçilik vurgusuna ihtiyaç var mı?” anlamındaki sorusu, günümüz antiemperyalist ve devrimci siyasetler açısından hâlâ önemli bir tartışma konusudur. Sorun, özellikle 2000’lerin başından..
Bazı sosyalist arkadaşların“Vatanseverlik Milliyetçiliği de içermiyor mu, ayrıca milliyetçilik vurgusuna ihtiyaç var mı?” anlamındaki sorusu, günümüz antiemperyalist ve devrimci siyasetler açısından hâlâ önemli bir tartışma konusudur. Sorun, özellikle 2000’lerin başından beri tartışma gündemindeki yerini koruyor. O nedenle 2012’deki aynı başlık ve içerikteki makalemi aynen yayınlamayı konunun önemi açısından yararlı görüyorum.
***
Sol gazetesinde (22 Aralık 2012) Metin Çulhaoğlun’un, “Şu ‘ulusalcılık’ meselesi” başlıklı yazısı, ulusalcılık ve yurtseverlik ilişkisi üzerine önemli bir tartışmayı gündeme getirdi. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiğimiz 68’liler Birliği Vakfı Kongresi konuşmaları da aşağı yukarı aynı sorun üzerinde yoğunlaşıyordu.
Çulhaoğlu, Türk ulusunu başka uluslardan üstün gören saldırgan, ırkçı-faşizan nitelikteki milliyetçilikten kendini ayıran ve “Türkiye’nin, emperyalist dış projelerin aleti, halkın da bu projelerin kurbanı olmasına karşı” çıkan ulusalcıları anlayamıyor. Ulusalcıların vatanseverlikle ilgili tutumunu ise, “komünistlerin sahiplendiği” bir değer olması nedeniyle daha mesafeli bir tavır olarak değerlendiriyor. Özetle, Çulhaoğlu, madem antiemperyalistiz, yurtseverlikte birleşiyoruz, ayrıca bir de ulusalcılık vurgusunun ne gereği var demek istiyor.
“Eğer gerçekten böyleyse, ‘ulusalcılık’ gibi şeyleri hiç karıştırmadan kendilerine ‘yurtsever’ diyemezler miydi? ‘Yurtseverlik’ kavramı yukarıda özetlenen duyarlılıkları kesmemekte midir?” diye soruyor. Çulhaoğlu’na göre, yurtseverlik, antiemperyalist, tam bağımsızlık yönündeki “duyarlılıkları” karşılamakta, yani “kesmekte”dir ve yeterlidir.
Oysa sorun, bazı duyarlılıkları, duyguları, ya da özlemleri en iyi “kesen” (tatmin eden) kavramları bulmak, tartışmak mıdır? Yoksa, gerçekliğin doğru tanımını yapmak ve ona uygun çözümler, siyasetler üretmek midir? Kuşkusuz sorun bir duyarlılık tatmininin ötesindedir. Bu nedenle, kuşkusuz, “duyarlılık”, “kesmek” (tatmin olmak) gibi nesnellikten uzak, öznel, psikolojik tepkiler ölçüt olamaz. Sorun, ancak nesnel, bilimsel analizler yaparak çözülebilir. Üstelik, hem vatanın bağımsızlığının, hem de ulusun bütünlüğünün büyük, hatta olağanüstü büyük tehdit altında olduğu günümüzde.
Toplumların geçirdiği değişimlere bağlı olarak sözcüklerin anlamları da büyük ölçüde değişime uğrayabilmektedir ve uğramıştır. Örneğin, “millet” ve “ulus” sözcükleri bu içerik dönüşümünü yaşamıştır. O nedenle kökensel anlamları ne kadar farklı olursa olsun; millet ile ulus nasıl aynı gerçeği ifade ediyorsa, milliyetçilik ve ulusalcılığın da, Türkiye’nin bugünkü toplumsal-siyasi gerçekliğinde karşıladığı anlam aynıdır. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi ile doğan Türk Milleti gerçeği, 1930’larda dilde sadeleşme sonucu, içeriğinde hiçbir değişiklik olmaksızın, Türk Ulusu olarak da ifade edilmiştir. Daha sonra günümüze kadarki süreçte bazen millet/milli, bazen ulus/ulusal vb kullanıldı. Amerikancı gericilerin “Milliyetçiliği”, halkçı ve ilericilerin “Ulusalcılığı” kullanması ise, 1945’lerden sonraki “Küçük Amerika” sürecinde gerçekleşen “Batıcı-laik” ve “Doğucu-muhafazakar” biçimindeki çarpık kamplaşma ve çatışmanın ürünüdür.
Atatürk, Altı Ok’a Milliyetçilik’i koyarken kuşkusuz toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği sözcüğü dikkate aldı. Atatürk Altı Ok’taki Milliyetçilik yerine vatanseverliği de koyabilirdi. Neden koymadığı, aslında, tartışmamızın da özünü oluşturuyor.
Bütün bu nedenlerle, milliyetçilik-ulusalcılık ayrımı yapaydır, özneldir, biraz da psikolojiktir, yani aynı gerçeğin öznel yorumlanmalarıdır. Ancak iki farklı maddi, toplumsal gerçekliğe dayanan iki farklı milliyetçilik olduğunu inkar etmek de mümkün değildir: Emperyalizm güdümlü gerici milliyetçilik, antiemperyalist ve halkçı devrimci milliyetçilik. Diğer bir deyişle, emperyalist ulusların, saldırgan, ırkçı milliyetçiliği ile ezilen ulusların, başka ulusların eşitlik ve özgürlüğüne saygılı antiemperyalist, devrimci milliyetçiliği. Kurtuluş Savaşımızda ve Çin, Vietnam, Mısır, Cezayir ve bütün Ezilen Dünyanın kurtuluş savaşlarında bayraklaşan milliyetçilik, devrimci milliyetçilikti.
Peki, küresel karşıdevrimin ideologlarının ve devşirme liberal solcuların 30 yıldır bıktırırcasına tekrarladığı, “ulusal devletin ve ulusun tarihini miadını doldurduğu, gericileştiği, artık yıkılması, tasfiyesi gerektiği” biçimindeki, bugün çoktan iflas etmiş yalanlarına inanarak milletten ve milliyetçilikten vaz mı geçeceğiz? Ya da, emperyalizmin küreselleşme projesinde hedef tahtasına koyduğu ulusal devleti ve ulusu, geçmişten daha da çok ısrarla savunmak için, ulusalcı-ulusal bağımsızlıkçı bir mücadele stratejisi mi benimsemeliyiz? ABD (ve AB) emperyalizmi, özellikle Yugoslavya’da, Büyük Ortadoğu Projesi ile Irak’ta, Libya’da, Suriye’de ve bütün bölgemizde ulusal bütünlükleri etnik ve mezhepsel boğazlaşmaları kışkırtarak parçalamaya yönelmekle, yurtseverlerin, sosyalistlerin yıllardır tartışıp netleştiremediği görevleri bir bakıma netleştirdi. Düşman, bütün pratiğiyle bizlere, vatan savurmasının, ancak ulusun birliğini ve egemenliğini sağlamakla gerçekleşebileceğini dayatmış durumda.
Demek ki vatanın bütünlüğünü savunmakla ulusun birliğini savunmak arasında hem sıkı ve zorunlu bir bağ vardır, hem de bunlar, farklı içerikteki görevlerdir. Bunu bilmez ve anlamazsak, ikisini de gerçekleştiremeyiz. Güçlü bir vatanseverlik olmadan ulusun birliği sağlanamayacağı gibi, güçlü bir milliyetçilik olmadan da vatanın bağımsızlığı mümkün değildir.
Aralarındaki farklılık nedir? Vatan da tarihsel bir kavramdır. İlkçağlarda, hatta ortaçağda vatan/yurt çadır/ev, köy ve kentti; büyük imparatorluk toprakları kralın, sultanın mülküydü; vatan değildi. Çağımızda ise toplumsal özne ulustur; vatan da ulusun yaşadığı topraktır. Demek ki vatan/yurt herhangi bir toprak parçası değildir. Bir yerde ulusal bir devlet varsa, o ulusal devletin koruduğu bir vatan vardır. Yani ulus ve vatan et ve tırnak gibidir. Üzerinde yaşayan ulusu yok sayarak, ya da onu, aralarında bir birlik bağı ve ortak irade olmayan şekilsiz bir kalabalığa, topluluğa indirgeyerek yurtseverlikten, yurdu savunmaktan sözetmek ne kadar samimi olur? İçeride toplum bölünmüş, iç çatışmalara sürüklenmişken, ulusun birliğini ciddi olarak hedeflemeden yurtseverlikten sözetmek, içi boş bir gevezelik, bir fantazi olmaz mı? Türkiye denen coğrafya, Türk milleti ve Misak-i Milli sınırları içindeki topraklar, bunlar birbirini zorunlu kılan bütünlüğün temel unsurlarıdır. En çarpıcı örnek kendi tarihimizdedir; Kurtuluş Savaşı’nda vatanın düşmandan temizlenmesi, iç isyanların bastırılarak milletin birliğinin sağlanmasıyla mümkün olmuştur.
Kafamızdaki Avrupa merkezli kalıplardan, şablonlardan kurtulmak zorundayız. Aslında her şey çok basit. Türkiye olarak isimlendirilen bir vatan/yurt var. Bu yurt ciddi tehdit altında; emperyalizm parçalayıp sömürgeleştirmek ve zenginliklerini yağmalamak istiyor. Peki, kim savunacak? Elbette üstünde yaşayan insanlar. Peki, bu insanlar birlik olmazsa, gerekirse ölümü göze alan bir direniş göstermezse vatan nasıl savunulacak? Bütün bu topraklarda yaşayanların çok sıkı kenetlenerek güçlü bir direnme iradesi yaratmaları gerekmiyor mu? İşte bu birliğin ve iradenin adıdır ulus.
Bu vatanın sahibi, adı Türk olan milletin/ulusun, etnik ve mezhepsel bölünmeler, Türk-Kürt, Alevi-Sünni çatışmaları yaratılarak birliği baltalanıyorsa, hatta bir kısım etnik gruplar ve tarikatlar emperyalizmin maşası olmuşsa, ulusun birliğini savunmada, bunun gereği ulusal duygu ve iradeyi yaratmadan yurtseverlikten sözetmek, sadece palavra olur.
Çulhaoğlu’nun göremediği ikinci önemli bir etken, Türkiye’de uluslaşma sürecinin henüz tamamlanmamış olmasıdır. Dolayısıyla yurttaşlık bilinci de yeterince gelişmedi. Çulhaoğlu ise, Türkiye’yi gelişmiş kapitalist bir Avrupa ülkesi olarak görmekte ve milliyetçiliğe de, onun saldırgan, ırkçı bir niteliğe dönüştüğü Avrupa’nın gözlüğü ile bakmaktadır. Oysa, Avrupa ülkeleri kapitalizmin gelişip olgunlaşmasıyla uluslaşma süreçlerini tamamlarken, ezilen dünya ülkeleri, emperyalizmin müdahalesi ve içerideki ortaçağ kalıntıları ile işbirliği nedeniyle, ortaçağ ilişkilerini tasfiye edemediler ve bağımsız ulusal ekonomilerini kuramadılar. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’ni uygulanmaya koyarken, hiç kuşkusuz, bu coğrafyadaki ulus öncesi etnik, aşiretsel, mezhepsel bölünmüşlüğe dayanıyordu.
Bu olgu, ulusalcılık/milliyetçilik vurgusunun aynı zamanda içsel boyutunun da varlığını gösterir. Çünkü, bugün AKP iktidarı deneyimi ile somut olarak yaşadığımız Türkiye gibi Ezilen Dünya ülkelerinde, ortaçağın toplumsal-kültürel ilişkileri temizlenip, dinsel, aşiretsel, etnik kimlikleri ulusal kimliğe dönüşmemiş, kulluktan yurttaşlık bilincine yükseliş tamamlanmamıştır. Yani demokratik devrim programı hedefine ulaşmadığı için uluslaşma tamamlanamamıştır. Bu nedenle emperyalizm ortaçağ güçlerini yeniden hortlatarak kolaylıkla bölücülüğü, iç yıkıcılığı kışkırtabilmektedir.
Bağımsız bir ulus yoksa bağımsız bir vatan da yoktur. Bağımsız bir vatan da, uluslaşmış bir toplumda bağımsızlığı namus meselesi yapmış, uğruna ölebilen yurttaşlarla var olabilir. Mithat Cemal Kuntay’ın dediği gibi, “Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Ulus, işte bu vatan için gerekirse ölecek Mehmetçiklerin toplamıdır. Mehmetçik yoksa, yani Türk ulusu yoksa vatan da yoktur.
Mehmet Ulusoy
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.