Söz Konusu Adaletse…!!

Günlerden Cuma’ydı. Diğer Cumalardan farklı olarak, nispeten daha kalabalık görünüyordu cemaat. Bunun tek bir nedeni vardı: Derman Dede. 45-50 yaşlarında saçına sakalına kır düşmüş heybetli görünüşüyle girdi caminin kapısından. Tanıyanlar..

Söz Konusu Adaletse…!!
Yayınlanma: Güncelleme: 100 okuma

Günlerden Cuma’ydı. Diğer Cumalardan farklı olarak, nispeten daha kalabalık görünüyordu cemaat. Bunun tek bir nedeni vardı: Derman Dede. 45-50 yaşlarında saçına sakalına kır düşmüş heybetli görünüşüyle girdi caminin kapısından. Tanıyanlar şaşkınlığından mı, saygısından mı bilinmez… Yol açtılar önünde. O ise sakin adımlarıyla girişe göre sağ ortada kendine boş bir yer bularak bağdaş kurup, buda heykeli gibi oturdu. Oturur oturmaz da cemaatten birçok kişinin yaptığı gibi şapkasını ters çevirdi. Bir kişinin, bir ortamı tek başına nasıl etkilediğinin açık bir örneği yaşanıyordu. Hayat durmuş, saatler çalışmaz olmuştu sanki. Bu nasıl olmuştu? Nasıl olmuştu da koca caminin havası bir anda değişivermiş, frenine basılmıştı zamanın? Söz konusu Derman Dede’yse…! Mesele özgül ağırlıktı ve de fiziki boyutların aşıldığı bir zaman dilimine girilmişti.

Aralarında geçen bir iddia üzerine, arkasında Cuma namazı kılmaya gelmişti imamın. Bu ayrıntıdan kimsenin haberi yoktu. Girişiyle yaşanan küçük çaplı bir kaynaşma sonrası, görenler görmeyenlere onu işaret ediyordu. Hayretten gözleri açılan cemaat gördüğüne inanmakta güçlük çekti bir an. Gerçeklikle hayal arasında soluksuz kaldılar. Şöyle bir dalgalandıktan sonra, şeytan girdi içlerine: “İyi hoş da acaba abdesti var mı, yok mu sorun bakalım!” diye fısıldadılar birbirlerinin kulaklarına. Ona buna uyup, soran ve tartışan oldu aralarında. “Olsun!” dedi içlerinden biri. “İster abdestli olsun ister olmasın, onu Allah bilir! Onun evine namaz kılmaya gelmiş ya, daha ne isteriz?” Doğru söylüyordu; pişmanlık arasında susuverdi o soruyu soranlar. “Dede camiye geldiğine göre yakında bütün Aleviler sökün eder!” diye düşündü bir kısmı. “Kıyamet alameti olmalı!” diye yorumladı bir ikisi salavat getirerek.

İlk şaşkınlıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi namazını kılmaya başladı cemaat. Dede de katıldı onlara. İmam da mihrabın önündeki yerinde ilk sünnetini kıldı namazın. Tam bitirmişti ki içindeki şeytan dile geldi: “Bu, senin imam olarak kıldırdığın son Cuma namazı, unutma!” diyordu. Sırtında bir ürperti hissetti. “Beni vesveseye düşürme lanet şey, git başımdan!” dedi içinden. Tedirgin olmuş, hafiften kafası karışmıştı. Şöyle bir panik dalgası geçti içinden. Orta şiddetli bir depremdi yaşadığı; hasarsız atlattı. “Bu da neyin nesi şimdi?” diye düşündü. Aklına, arkasında namaza duran Dede, onunla yaptığı konuşma ve verdiği söz geldi… Fakat bu kadar çabuk gelebileceğini kestirememişti Dede’nin. Belki de unutacağını düşündü. Bundan gurur mu duysun, yoksa kaygı mı duysun bilemedi. Puan olarak kime yazması gerektiğini de… Müezzin ikinci ezanı okuduktan sonra yerinden kalktı ve cemaatin arasından minbere doğru yürüdü. Atlattığını sanarak devam etti… Minberin girişinde sessizce duasını okurken şeytan, kulağına aynı sözcükleri tekrar fısıldadı… “Fesuphanallah!” diyerek basamakların ilkine bastı.

Cebinde yazılı bir metin olsa da, hutbeyi irticalen sunmayı tercih ederdi çoğu kez. Ezberinde hazır birkaç hutbe vardı; bu konuda kendine güvenirdi. Fakat basamakları dua okuyarak çıkarken tedirginliği arttı. Hutbeden önceki giriş sözcükleri, ağzından alışılmış haliyle düşerken kesin kararını vermişti: Hutbeyi hazırdan okuyacaktı. Cemaat için fark etmezdi nasıl olsa; her yemi yedikleri gibi, koyun gibi dinlemeye de alışıktı onlar. İçlerinde kestirenler bile olurdu, kısa anın karıdır diyerek.

Elini yavaşça sağ cebine sokunca boş olduğunu fark etti. Hemen sol cebine attı öbür elini; orası da boştu. Cübbesinin içindeki ceket cebini yoklayacak kadar zamanı da yoktu; uygun da olmazdı. Şimdilerin, “her derdin devası” olan cep telefonları çıkmamıştı henüz. Yeni bir paniğe yer bırakmadan toparlandı, “Muhterem cemaat!” diye başladı söze ve aklına gelen ilk konuya bodoslama giriverdi: İçkinin haramlığı ve zararları. Önce helal, haram konularına değinip, Kur’an’dan ayetler göstererek başladı konuşmasına. Arkasından da içkinin zararları konusuna girecekti.

Derman Dede geldi tekrar aklına. Nedense peşini bırakmıyordu. Aralarında geçen konuşmayı ve ona verdiği sözü hatırladı. O’nu arkasında namaz kılmaya davet edince, Derman Dede de “Senin arkanda namaz kılarım Hocam, eğer sen de benim soframa oturmaya söz verirsen!” demişti. İmam da “Tamam söz veriyorum: Sen benim arkamda namaz kılarsan ben de senin sofrana oturup senin rakından içeceğim!” demişti. İçine bir tereddüt düşse de, söz sözdü, yerine getirmeliydi. Sonrası Allah Kerimdi; affederdi. Dede boş adam değildi Kur’an mealini baştan sona birçok kez okumuştu. İçkiyle ilgili ayetleri de ezbere biliyordu.

Hoca tam içkinin zararlarına gelmişti ki, farkında olmadan, içkinin yararları sözcükleri, bir günah gibi dökülüverdi ağzından. “Şeytanı lain” görev başında olmalıydı. Dökülen dökülmüş, toplama imkanı yoktu… Stoktan aldığı yeni sözcüklerle devam etti konuşmasına. Bir süre sonra zarar yerine yine yarar çıkmasın mı, “mübarek” ağzından… Neydi bu y, z’nin it dalaşı mı? Anlayamadı. “Sınır kavgası herhalde! Silaha sarılmasalar bari…!” dedi içinden. “Şeytan iş başında yine…” diye düşünerek gülme krizini çabuk atlattı. İşin komikliğini bir yana bırakarak, stoktan aldığı takviyelerle tekrar düzeltti konuşmasını. Ama iki kez tökezlemişti. Bir kez daha tökezlerse, Alimallah minberden tepe üstü giderdi de kimseler kurtaramazdı O’nu. Öyle dualarla filan da ikna edilemezdi yer çekimi. Bir daha da çıkarmazlardı oraya.

Aslında Kur’an’ın bir ayetinde, içki ve kumarın yararlı ve zararlı yanlarının olduğu, fakat zararlarının daha fazla olduğu yazılıydı. Lakin şimdiye kadar hocaların hiç biri içki ve kumarın yararlarının ne olduğundan bahsetmemişti. Haşa içkinin yararı mı olurdu? Peygamber efendimiz bile “Her kötülüğün anası içkidir!” dememiş miydi? Gerçi “Her kötülüğün anası faizdir!” diyen de vardı ama hangisinin doğru olduğuna kafa yoran yoktu nasıl olsa; ümmet her söylenene kafa sallamaya alıştırılmıştı. Din adamları da çizgiden çıkamıyorlardı. Aksini söylemek “zındıklıkla” eş değerdeydi ki, kafir ilan edilmek an meselesi olurdu sadece. İcabında kelleler bile giderdi bu uğurda. İmam işin aslını biliyordu, fakat bu güne kadar, o da söyleyememişti…

Cemaatten fark eden olsa da yapacakları bir şey yoktu. Onların umurlarında bile değildi bu konu. Yarar, zarar fark etmezdi onlar için; içen içer, içmeyen içmezdi; yeter ki Hoca çabuk bitirsindi… Onları dışardaki kar- zarar işleri bekliyordu; şu namaz bitse de işlerimize baksak havasındaydılar. Hem çoğunun hoşuna da gitmişti, Hocanın dil sürçmesi. İçlerinden, “Keşke bu kez de içkinin yararlarından bahsetseydi Hoca!..” diyen epeyce cemaat vardı içerde. Ama fesatçı tetikteydi: “Çoluk çocuğu imam diye gönderirsen işte böyle olur; helalı-haramı, zararı-ziyanı birbirine karıştırır… Tövbe estağfurullah!…”

Kendini şöyle böyle toparlayarak hutbesini tamamladı İmam. Usulüne uygun olarak, bazılarını sesli bazılarını ise içinden okuduğu dualarla indi minberden. Cuma namazının farzını nasıl kıldırdığını, arkasından sünnetleri nasıl kıldığını fark etmeden bitirmişti görevini. Buna rağmen, görevini yapmanın rahatlığı yoktu üzerinde. Aksine kendini kötü hissediyordu. Ne oluyordu ona? İçindeki şeytan da nereden çıkmıştı? Neden kıldırdığı son Cuma namazı olacaktı? Derman Dede’nin sofrasına oturacak olmasından dolayı mı..? Tarih sayfalarındaki halifeler geldi aklına; münafıklık koca koca çadırlarda yazlamış, devasa saraylarda kışlamıştı. Birçoğunun içki içtiğini, hatta birinin sarhoş haliyle imamlık yapmaya kalktığını da okumuştu kitaplardan… “Bunu yapamam işte!” dedi içinden. “Hem oturup içki içeceğim, hem de kalkıp imamlık yapacağım… İşte, bu olmaz! Her şeyi yazar ama bunu yazmaz benim kitabım!” dedi kendi kendine.

Akşama kadar karmaşık düşüncelerle döndü durdu evinde, tek başına Cemal Hoca. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. “İyi ki bekarım da bu durumumu kimse görmedi…” diye düşünüyordu. “Tamam, İmam Hatibi babamın zorlamasıyla okudum, imamlığı da yine onun yönlendirmesiyle kabul ettim diyelim. Ama bundan rahatsız olduğumu söyleyemem. Sonuçta baba mesleğiydi ve kutsal bir görev yaptığımın bilincindeyim.

“Günaha girmek aklımın ucundan bile geçmez. Fakat bazen içimden bambaşka düşüncelerin geçtiğini, yepyeni planlar yaptığımı da inkar edecek değilim. İçimdeki doğruyu açığa vurmaktan korksam da gün geçtikçe imamlığın bana uygun bir iş olmadığını düşünmeye başladım sık sık. Münafıklar arasına ben de mi giriyorum yoksa? Bizim meslektaşlara bakarsak şeytana teslim olmakla eş anlamlı bir durum bu. Bana kalırsa özgür olmak gibi bir şey. Özgür olmakla şeytana uymanın nasıl bir ilişkisi olabileceğini doğrusu anlamış değilim henüz. Bu konu üzerinde kafa yordum bir süre; ama işin içinden çıkamadım. En azından bizim hocalardan farklı düşündüğümü anlamıştım. Onlara kalırsam, şeytan bu noktadan girmişti kafama çoktan? Zayıf tarafımı yakalamış dalmıştı duygularıma. Vay anasını!.. Demek böyle oluyordu şeytanla insanın karşılaşması. Çok basit yani…

“Bu böyle olmayacak deyip kimliğini sorgulamaya başladım şeytanın. Kimdi, neydi, neyle meşgul olurdu…? İn miydi cin miydi? Var mıydı yok muydu? Nerede oturur, nerede kışlardı? Aklımıza nasıl girip çıkıyordu?… Bizimkilere göre insana secde etmeyi reddederek Allah’a itaat etmekten kaçınan, bunun üzerine de Allah’ın lanetlediğine inanılan bir tür melekti. Güya Allah’ın emrine bütün melekler uyup insan karşısında secde etmiş bir şeytan etmemişti. Ayrıca bu varlık insanın yaptığı bütün kötülüklerin de anası olasıymış. Anası oysa babası kim acaba? O kadar sorunun arasına bir de velayet sorunu çıktı şimdi. Aldın mı başına belayı? …iyi de Allah bütün meleklere benden başka hiçbir varlığa secde etmeyeceksiniz dememiş miydi? Doğru; öyle de bir durum vardı…

“Ne olacak şimdi? İşte, oldum olası kafam bu tür konulara yatmamıştı. O nedenle imamlığa soğuk bakar olmuştum. Sonunda bunların hepsi rivayetten ibaretti ve inanmakla ilgiliydi ve sınırlıydı. İçinizden inanmak geliyorsa, din adamlarının söylediği her şeye he demeye başlarsınız. Bu işin kolay yanıdır. Yok, işin aslını merak etmeye başlarsanız da konuşmaya yeni başlayan çocuklar gibi her şeyi sorgularsınız. Burada bir şeytan aramanıza gerek yok; her şey siz olursunuz… İyinin de kötünün de kaynağı sizsinizdir. Boşuna, “İnsan insanın kurdudur!” dememiş düşünür. Türkçesi de insan insanın baş belasıdır, herhalde. İşte ben bu noktadaydım.

“Bir görev olarak yapıyordum imamlığı. Ağzımdan çıkan sözcüklerin birçoğuna cemaat gibi ben de inanmıyordum. Yaptığım iş anlamsız bir ritüelden öte gitmiyordu. Vaizlerin saatlerce yaptığı konuşmalar içi boş baloncuklar gibi uçup gidiyor o görkemli camilerin yüksek yüksek kubbelerinde sönüyordu. O cami duvarlarında çınlayan güzel öğütler, cilalı sözcükler ve de cemaati etkilemeye çalışan tepeden bakışlar; yüzyıllardır tekrar tekrar kılınan namazlar, tutulan oruçlar, gerçekleştirilen hac görevi, toplumlarının temel sorunlarına merhem olmuyordu. Zulüm alabildiğine yayılıp bütün dünyayı sarmışken din adamlarımız uzaktan selamlar hale gelmişti onu. Birçoğunun hak adalet gibi bir dertleri hiç olmamıştı; bunlar bir aksesuardan ibaretti duvarlarda. Oysa işin özü buydu… Adaletin olmadığı yerde ne din kalırdı ne iman, ne insanlık kalırdı ne de vicdan! Bizzat kendisi dindi adaletin. Bunu kavrayamamışsak gerisi boştu. Atıver gitsindi…! Bunlar bilinmesine rağmen, ne yazık ki yüzlerce yıl, binlerce yalan uyduranlar ellerindeki ‘altın fırsatı’ kullanmaktan kaçınmışlardı. Ne uğruna…?”

Sadece bunlar değildi hocanın kafasını karıştıran; görev yaptığı Sekiler köyünün katkısı da vardı elbette… Hem de oldukça fazla… Burası, Alevi ve Sünni  vatandaşların birlikte yaşadığı çevredeki nadir köylerden biriydi. Kimsenin kimseye karışmadığı, herkesin inancını istediği gibi yaşadığı bir yerdi. Bunda, başta köyün ileri gelenlerinin önemli bir rolü varsa da Alevi Dedesinin konumu ve yaklaşımı yadsınamazdı. Birçoğunun gözünde, erenlere karışmış muhterem biriydi O. Yaşlı başlı olması, ayrım yapmadan herkese aynı gözle bakması, herkese elini uzatması ona olan güveni gittikçe büyütmüştü. Bu özellikleriyle çevrede de haklı bir üne sahipti: Derman Dede deyince şöyle bir dururdu insanlar.

Bu özellikleriyle ilgisini çekmişti Cemal Hocanın. Babadan, çocukluk ve gençlik çevresinden taşıyıp getirdiği önyargıları olsa da onunla tanıştığı ilk gün etkilenmişti… Soylu duruşu, zengin ve hoş sohbeti boş adam olmadığını gösteriyordu O’nun. Her haliyle iyi bir “ocaktan” çıktığı belliydi. Yanında çocuğu gibi kalması bir yana, fazlasıyla cahil de bulmuştu kendini..

İnanç ve ibadet eksenli sohbetleri ayrıca oldukça derindi. Hoşgörü ve samimiyet üzerine olan düşüncelerinde bir imamı kıskandıracak kadar anlamlar yüklüydü. “Böyle birini bugüne kadar niye kazanamamışız, tüh bizim din adamlığımıza Müslümanlığımıza!” sözleriyle suçluyordu meslektaşlarını Cemal Hoca. Ve ileriki günlerde bu konuyu zamana yayarak gündemde tutmaya karar verdi. Kafasına koymuştu: Derman Dedeyi cemaatine katacaktı. “Onu kazanırsam köydeki bütün Aleviler arkamda saf tutar! İşte o zaman birlikte ‘uçarız’, ” diye düşünüyordu. Belki bu vesileyle, pek çok yönüyle gereksiz ve yetersiz bulduğu görevine önemli bir anlam katar, içinde bulunduğu derin açmazdan da kurtulabilirdi.

xxx

Derman Dede sözünde durmuş, camiye gelip Cemal Hoca’nın arkasında Cuma namazı kılmıştı. O günün yadsınamaz gerçeği buydu. Atomun parçalanması ancak bu kadar ses getirirdi… Yılların Dedesi nihayet “imana” gelmişti. Köyün tarihinde bir milattı bu olay. Herkesin dilinde bu vardı; ağızlardan çıkan sözcükler, köyü baştan sona şöyle bir dolaşıp bu konuya geliyordu. Sonunda da herkes, becerisinden dolayı Cemal Hoca’yı kutluyor, ona taşıyamayacağı sıfatlar yükleniyordu. Cemal Hoca ise sırrının altında kalmışlığının ezikliğiyle, oldukça mütevazi davranıyor, “Bunda benim zerre kadar bir katkım olmadı, Derman Dede’nin içinden gelmiş, canı bizimle bir Cuma namazı kılmak istemiş… Hepsi bu! Abartacak, olağanüstü bir olaymış gibi yorumlar yapacak ve sonuçlar çıkarıp pireyi deve yapacak bir durum yok!” deyip geçiyordu.

Oysa sıra kendisindeydi; verdiği sözü yerine getirmeliydi. Erteleyemeyeceği, inkar edemeyeceği ve üstüne yatamayacağı bir sorumluluktu bu. Başından savamadığı gibi, zamana da yayamazdı. Ayrıca başkalarıyla paylaşabileceği bir konu da değildi… Tek başına karar vermiş, üstesinden de tek başına gelecekti. Sırtına aldığı büyük bir kaya kütlesiydi… Ya altında kalıp ezilecek ya da kendi başına kaldırıp atacaktı. Verdiği sözün bilincinde ve arkasındaydı; pişmanlık duymak aklının ucundan bile geçmiyordu.

Hafta sonu hep bu konuyu düşündü; o yana koştu, bu yana koştu, duvarlara tırmandı; eğriyle doğru arsında gidip geldi… Oldu, olmadı derken, aradan sıyrılarak kararını verdi: Çarşamba akşamı Derman Dedenin sofrasına oturacaktı. İçindeki ses ”Nihayet birlikte bir yemek yiyeceksiniz, dünyayı değiştirmeyeceksiniz ya…!” dedi. Sonunda hayatı değişecek bile olsa, verdiği karar onu rahatlatmıştı. İmamlık görevini eksiksiz yapmaya devam etti. Hiçbir şeyden haberi olmayan cami cemaati onu kutlamaya devam ediyor, onda olmadık kerametler arıyordu. Bir kerameti olmasa Derman Dede durduk yere niye arkasında namaz kılmaya kalksındı…? Hem de Cuma namazında…! Bunda bir hikmet olmalıydı… “Hocada fark edemediğimiz bir derinlik var, vesselam!” diyordu köyün çokbilmişlerinden biri.

Sünni cemaat bunları konuşurken Alevilerin kafası bayağı karışmış, Derman Dede’nin bu davranışından bir anlam çıkarmaya çalışıyorlardı. Her sözünde derin bir anlam, her hareketinde üstün bir özellik aramak adet haline gelmişti onlarda. Onu sorgulamak kimsenin haddi değildi. Çok iyi biliyorlardı ki, Derman Dede bir şeyi rast gele ve laf olsun diye yapmazdı. Yaptığı her şeyin arkasında ağırlıklı düşünceler vardı. Bildikleri bir şey daha vardı ki, o da gösterdiği bu davranışın kimseye zarar vermeyeceği, aksine yıllardır koruya geldikleri birlikte yaşama iradelerine katkı yapacağıydı.

Cemal Hoca, Pazartesi günü ikindi namazından sonra, Derman Dedenin evine doğru gitti gezerek. Amacı, hem arkasında namaz kılıp sözünü tuttuğu için teşekkür etmek, hem de kararını bildirmekti. O’nu, evinin arkasındaki bahçede karısı, gelini ve torunlarıyla patates ve soğan sökerken buldu. İleri yaşına rağmen, o çapayla patatesleri topraktan söküyor diğerleri sepetlere topluyordu. Malum mevsim sonbahardı ve bugünlerde köylünün çoğu ürün toplamakla meşguldü. “Kolay gele, bereketli ola Derman Dede!” diyerek evin köşesinden seslendi bahçedekilere. Güneş arkasında kaldığı için yüzü seçilmiyordu gelenin; tanıyamadılar bir süre. “Benim ben, Cemal Hoca!” demese, yine de tanıyamayacaklardı.

Derman Dede elindeki çapayı bırakarak konuğuna doğru yürüdü, “Hoş gelmişsiniz, ocağımıza şeref vermişsiniz Cemal Hocam diyerek. Derman Dede’nin, elindeki çapayı yere atıp ona doğru hareket ettiğini görünce, “Hiç rahatsız olmayın, işinize devam edin ben şöyle bir uğramıştım!” dese de onun dediğine bakan yoktu. Cemal Hoca Derman Dedenin daha yaklaşmasını önlemek için ileri atılarak onun ellerinden tuttu ve işinin başına dönmesini istedi. Yardım etmek amacıyla da yerdeki çapayı alıp patates sökmeye başladı. Dedenin müdahalesine aldırmadan devam etti işine.

Derman Dede, Cemal Hoca’nın bu ziyaretinin nedenini anlamıştı hemen. Rahatlaması ve içinde biriken ağır sorumluluğu hafifletmesi için, bir süre patates sökmesine izin verdi. Onu izlerken girdikleri bahisten dolayı içten içe pişmanlık duyduğunu hisseder gibi oldu. İyi biliyordu ki, Cemal Hoca da aynı duyguları taşıyordu şüphesiz. “Çocuğu haksızlık mı ettik acaba? Daha çiçeği burnunda bir imamken yanlış mı yaptık? Ama ilk teklif ondan geldi: ‘Arkamda namaz kılar mısın?’ diyen oydu. Ben de ona uyup karşı önerimi söyledim… Ama yine de içim rahat değil. Çocuklar gibi davrandık galiba…” diye düşündü.

“Gel, gel! Bu kadar yardım yeter Hocam! Ben yeterince yoruldum, seni de yormayalım! Gel biz çardağın altına geçelim; kahvelerimizi içerken de hem dinlenir hem de laflarız” diyerek Cemal Hocanın kolundan tuttu. Onlar çardaktaki minderlere otururken gelin de kahveleri pişirmek için eve giriyordu.

Kahveler içilene kadar havadan sudan, patatesten, soğandan, biraz da köy işlerinden konuştular. Kahveden son yudumunu alan Cemal Hoca tam ağzını açacaktı ki, Derman Dede elini kaldırarak onu durdurdu ve “Ne diyeceğini biliyorum Hocam! Önce beni bir dinle, söyleyeceğini ondan sonra söylersin!” Cemal Hoca sessizce kabullendi söyleneni. “Biliyorum aramızda bir konu geçti; sen bir teklifte bulundun ben de karşı önerimi yaptım. Sonuçta bir konuda anlaştık. Şimdi sen içinden diyorsun ki, Dede sözünde durup gereğini yaptı, ben de yapmalıyım… Ve bunun bir borç ve bedel olduğunu düşünüyorsun. Öyle değil mi? Öyle..!” Cemal Hoca sessizce dinliyor Derman Dedenin lafı nereye getireceğini merak ediyordu.

Derman Dede az soluklandıktan sonra devam etti konuşmasına: “Her şeyden önce ikimiz arasında geçen bir konuydu bu. Bizden başka bilen var mı? Yok! Düşünüyorum da ikimiz de çocukça hareket ettik; her şeyden önce böyle bir konuda iddiaya girmemeliydik. İlk teklif senden gelmiş olsa da, iddianın kapısını açan bendim. Bu işin buraya geleceğini düşünmeden boşboğazlık ettiğimi düşünüyorum. Seni buna ben zorladım. Senin baban yaşındayım; sana uymamalıydım. O nedenle diyorum ki, sen tamamen serbestsin bu konuda, Gel benim soframa otur; başım gözüm üstünde yerin var, lakin benimle içmek zorunda değilsin! Diyeceğim bu…”

Cemal Hoca afallamıştı; bir süre ne diyeceğini, nasıl bir yanıt vereceğini bilemedi. İçinden bir ses “Ne susuyorsun? Buraya niçin geldiğini unutmuş gibisin!” deyince kendine geldi. “Derman Dedem samimiyetinizi, dürüstlüğünüzü yakından bilen biriyim. İnsanlığın temel değerlerinden birçoğunu, şuraya geleli sizden öğrendim. Önyargılarımın birçoğunu burada sayenizde kırdım; geçmişe yönelik düşünce ve davranışlarımdan utanç duyduğum anlar oldu. İnanın kendimi burada buldum. Sizlere borçlu olduğumu düşünüyorum.

“Derman Dede, ben kararımı verdim; sen nasıl sözünü yerine getirdiysen, ben de yerine getireceğim. Bundan dolayı herhangi bir sıkıntım yok. Kimin ne diyeceği ne düşüneceği umurumda bile değil. Bedeli de ne ise ödemeye hazırım. Her ne yaptıysam, her ne yapacaksam yaradana sığınmasını bilirim. Siz hiç merak etmeyin içim rahat; bugüne kadar kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Sizce de uygunsa Çarşamba günü yatsı namazından sonra ziyaretinize gelip sözümü yerine getirmeyi düşünüyorum” sözleriyle bitirdi konuşmasını.

Derman Dede gözlerini kırpmadan ve ayırmadan ona bakmış ve söylediklerini can kulağıyla dinlemişti. “Bu çocuğa ne oldu böyle? Bu kararı vermeden önce kendi içinde büyük kavgalara girmiş olmalı. Bu onun için yepyeni bir hayata doğru kayış demektir. Eminim aldığı bu zor karar onu daha da büyütecektir. Yeter ki dönülmez pişmanlıklara düşmesin… Bu çocuk düşündüğümden de dürüst ve ahlaken kendini aşmış… Yazık olacak…!” dedi içinden. Konunun konuşulacak tarafı kalmadığını ikisi de anlamıştı. Belirlenen günde görüşmek üzere vedalaştılar.

xxx

Beklenen gün ve saat gelmiş, Cemal Hoca, çilingir sofrasına oturmak üzere Derman Dedenin evine gitmişti. Heyecanlıydı ama huzursuz değildi. Verdiği kararın doğruluğuna inanmıştı ve dönüşü olmadığını çok iyi biliyordu. Ayrıca dünyanın sonu da değildi; daha yaşayacağı yıllar, göreceği günler vardı. Tadacağı lezzetler ise şöyle dursundu… Hoşbeşten ve hal hatır sorduktan sonra odanın ortasındaki yer sofrasına karşılıklı bağdaş kurarak oturdular. Sofrada da, odada da ikisinden başka kimse yoktu. Böylesinin daha uygun olduğunu düşünmüştü ev sahibi. Bu sırrı ikisinin dışında bir de Dedenin karısı Atike Ana biliyordu. Malum, sofrayı hazırlayan oydu; konuğa hoş geldiniz dedikten sonra çekilmişti…

Her şey büyük bakır siniye önceden konmuştu. Tulum peyniri, yanında ceviz içi; yoğurt, ısıtılmış az kavurma, yaprak sarma, yöresel meyvelerden ve ev ekmeğinden oluşan iki kişilik mütevazi bir sofraydı bu. “Daha önce hiç tadına baktın mı bu meretin Hocam? Bakmadığını tahmin ediyorum ama yine de sorayım dedim…” “Köyde, düğünlerde gençlerden içen olurdu, biz de uzaktan seyrederdik ama hiç kısmet olmadı. O zaman çocuk sayılırdık tabi… İmam Hatip’e gittikten sonra da, ‘baş düşman’ belleyerek tamamen uzak durmaya başladık. Lakin okudukça bunun haramlığı konusunda tereddütlerimiz oldu. Yine de çevre baskısından ve de yaptığımız işin hassasiyetinden tadına bakmak aklımıza bile gelmedi.”

“Diyeceğim şu ki, rakı denen bu içki oldukça serttir; idareli içmezsen adamı çarpar ki maymuna dönersin. Bunun ilk şartı usulüne göre içmeyi bilmektir!” diye başlayan öğütleri ara ara devam etti Dede’nin. Bir iki lokma bir şeyler yedikten sonra Derman Dede kadehlere önce iki parmak rakı, üstüne de su koydu. Bardaklardaki sıvı anasonun etkisiyle bembeyaz olmuştu. Rakının sırlarından birisi buydu. Elbette saymakla bitmeyen başka sırları da vardı; onu da içtikçe öğreniyordu tiryakileri.  “Soframıza hoş gelmişsin, sefa getirmişsin Cemal Hocam!” diyerek kadehini kaldıran Dede, usulüne uygun olarak konuğunun kadehine vurdu. Sonra da ilk yudumlarını yuvarladılar.

Cemal Hoca, Dede’nin dediği gibi yudumunu ağzında hiç tutmayarak hemen gönderdi midesine. Boğazında bir gıcık hissetse de öksürmeden atlattı. Üstüne bir yudum su içince de her şey normale dönmüştü. Hafif acımtırak ve tatlımsı, yabancı bir tat kalmıştı sadece damağında, bugüne kadar tattığı hiçbir tada benzemeyen… Derman Dede ona bakıyordu merakla… “Nasıl, bir şeye benziyor mu?” dedi. “Henüz tam olarak anlamış değilim Dede, ama çok farklı bir tadı olduğundan eminim,” yanıtını verdi Cemal Hoca.

İkinci kadehten sonra başında bir hoşluk, rahatlık; üzerinde bir gevşeme hissetmeye başladı İmam. O zaman başka bir sırrını çözmeye başladı rakının. Çenesi daha bir açılmaya başladı… Havadan sudan, köy meselelerinden başlayan muhabbet memleket meselelerine doğru kaymaya başladı. Derman Dede duramadı hafiften güldü. “İşte şimdi olduk Cemal Hocam işin memleket meselelerine gelip dayanması rakının tadına vardığımızı gösterir. Gülmem o ki, az sonra da ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ diyeceğimiz kesinleşmiştir. Karşılıklı gülüştüler bir süre. Daha önce bu konularda epeyce dertleşen iki dost ilk kez, yaş farkına aldırmadan birbirlerine arkadaşlık, kardeşlik düzeyinde kaynaştıklarının farkına vardılar.

Gecenin ilerleyen saatlerinde Derman Dede, Cemal Hoca’nın durumundan kaygılanarak, içme faslına son vermenin zamanının geldiğini düşündü. “Cemal Hocam, istersen bu faslı burada bitirelim, malum sabaha az kaldı, namaza böyle gitmesen iyi olur…!” diyerek uyarma ihtiyacı duydu. Cemal Hoca gülerek “Derman Dedem, benim için İmamlık faslı bitti; artık cemaatin önüne geçip de namaz kıldıramam. Bazıları bunu yapsa da ben yapamam, benim ahlak ve görev anlayışım buna izin vermez. Her şeyden önce buna vicdanım dayanmaz… Sen hiç merak etme! Ben kendime yeni bir yol çizmeye karar verdim. Caminin anahtarını da ‘müftülükten izin aldım,’ diyerek, akşam namazından sonra muhtara teslim ettim,” yanıtını verdi. Sonra da dudaklarından, “Söz konusu adaletse gerisi…!” sözcükleri tespih taneleri gibi dağılıverdi.

O anda Derman Dedenin içi cız etti. “Ben ne yaptım, sen ne yaptın be çocuğum? Bir can kazanalım derken iyi bir dostu kaybettik desene?” diye dertlendi içinden. “Emin misin Cemal evladım? Bu kadar katı olmak zorunda mısın? Sabah namazını biri kıldırır sen de öğlen veya akşam namazını kıldırırsın olur biter. Bunun gibi ara çözümler olduğunu sanıyordum ben. Ayrıca bu sofradan ikimizden başka bir de bizim hanımın haberi var. Onun dışında bilen olmadığı gibi duyanın da olmayacağından emin olabilirsin! Unutma, bu akşam, ölene kadar, aramızda bir sır olarak kalacaktır.” dediyse de Cemal, “Estağfurullah Derman Dedem, o nasıl söz! Güvenmesek bu sofraya oturur da sizinle derin konulara girer miydik? Benim meselem başka! Başından beri İmamlığın bana göre olmadığını düşünüp duruyordum! Belki de bu bir fırsat oldu, kim bilir…? Allah büyüktür kusurumuzu affeder inşallah!…” sözleriyle gerçek durumuna açıklama getirdi.

Cemal Hoca, o gece sabaha doğru Derman Dedenin bir yakınının arabasıyla köyden ayrıldı. Ayrılış o ayrılıştı; bir daha da oralarda görünmedi. Herhangi bir yerde imamlık yaptığını duyan da, gören de olmadı. Ne mi oldu? O yıl üniversite sınavlarına girdi ve Hukuk Fakültesini kazandı. İlk adımda, hak – hukuk kavramlarını, gerçek anlamıyla kavramanın tadına vardı. Yetmedi; bilgi, bilinç ve inanç üçlemesiyle yepyeni bir kişilik kazandı. Kendinde, kendi gerçekliğiyle buluştu. Şimdilerde memleketinde Avukatlık yaparak adalet dağıtımında hizmet veriyor. Dilinden, “Adalet, dinin olmadığı yerde de vardır, lakin Adaletin olmadığı yerde din de yoktur!” sözlerini bir dua gibi tekrar ettiği söyleniyor. Sizin anlayacağınız hoş sohbetiyle akşam sofralarının, bilgi ve gönül zenginliğiyle adliye koridorlarının aranan adamı oldu Cemal Hoca!

 Celal ULUSOY 12 Ocak 2022 Çayyolu ANKARA

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.