Sanatı ve kişiliğiyle beni en çok etkileyen romancılarımızdan Sabahattin Ali’yi bu yazıdaki konuk edindim. Onu roman ve hikayecilerimizden ayıran bazı özgünlükleri var ki, çağımız gerçekliğinde özellikle değinmeden ve üzerinde yeterince..
Sanatı ve kişiliğiyle beni en çok etkileyen romancılarımızdan Sabahattin Ali’yi bu yazıdaki konuk edindim. Onu roman ve hikayecilerimizden ayıran bazı özgünlükleri var ki, çağımız gerçekliğinde özellikle değinmeden ve üzerinde yeterince düşünmeden geçemeyiz. Okudukça farkediyorum ki, onunla ilgili her araştırma, her bilgi bende yepyeni bir duyarlılığı tetikliyor; bambaşka bir derinliğin ve boyutun keşfine yol açıyor. En son tekrar okuduğum, YKY’dan çıkan “Sabahattin Ali: Anılar, İncelemeler, Eleştiriler” kitabı bu konuda oldukça yararlı bir kaynak.
“Soylu ve vahşi”; soylu, ama vahşi!… İlk bakışta, garip, çelişkili, mantıksız bir kişilik tanımlaması gibi geliyor bu çoğu insana. Bu gerilimli bütünlüğün, insanlığın son 5-10 bin yıllık ilkel eşitlikçi (kominal) toplumdan sınıflı toplumlara ve en son modern kapitalist topluma ve günümüze izlerini sürdüğümüzde hiç de garip, yadırgatıcı olmadığı görülecektir. Elbette bir koşulla bunu doğru kavrayabiliriz: Gerçek anlamda soyluluğu (erdemliliği), ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran feodal ve kapitalist efendilerin, derebeyi, ağa ve burjuvaların sadece kendilerine yakıştırdığı bir sıfat olarak almamak kaydıyla. Demek ki, bir çok noktada birbirine karşıt iki tür soyluluk var: Birincisi, ekonomik ve siyasal güce dayanan soyluluk ve ikincisi, ekonomik ve siyasal güçten bağımsız yüksek insani ve ahlaki değerlere dayanan soyluluk. Ve en önemlisi, insanlık bugün, hayatın her alanında bu iki karşıt soyluluk biçimi ve dayandıkları kültür arasında derin ve şiddetli çarpışmaların sancılarını, savaşlarla, acılarla, yıkımlarla dolu dramatik serüvenleri yaşamaktadır.
***
“Kuyucaklı Yusuf” romanının kahramanı Yusuf’ta simgeleşen, eleştirmen Berna Moran’ın söz konusu kitaptaki makalesinde “soylu vahşi” olarak tanımladığı karakter özelliği, Sabahattin Ali’nin felsefesini, sanat anlayışını ve romantik devrimci kişiliğini anlamak açısından anahtar niteliğinde bana göre. Berna Moran’ın vurguladığı gibi, Sabahattin Ali’nin estetik düşüncesinin gerisinde Alman Romantizminin ve özellikle Schiller ve Goethe’nin, onların da öncülü olan J. J. Rousseau’nun derin izleri var. Sanat anlayışını da, toplumcu gerçekçilikle romantizmin bir sentezi olan Devrimci Romantizm olarak tanımlayabiliriz.
Aslında Yunan ve Roma kültür ve yazınında, en genel anlamda “geri”, “vahşi” toplumları tanımlamak için kullanılan “barbarlık”ın Rönesanstan itibaren yeniden canlandırılmış türevleridir, “soylu vahşi” veya “soylu ilkel” tanımlamaları. Ancak Yunan ve Roma’nın “barbar” ve “vahşi” tamından nitelik olarak çok farklı bir karakterle ya da insan örneğiyle karşı karşıyayız bu yeni yaklaşımda. Çünkü, Yunan’dan Rönesansa aradan geçen 1500-2000 yıl sonra, hümanist bir anlayışın egemen olduğu bir çağda, artık toplumlar, insanlar birbirini çok daha yakından tanımakta, çok daha gerçekçi yaklaşmaktadır. Dolayısıyla Batılı tarihçi ve yazarların, yeni yeni tanımaya başladıkları Doğu toplumlarında var olan üstün insani niteliği kabul ettiğini görmekteyiz.
Berna Moran’dan dinleyelim: “Bu kavram [“soylu vahşi”] Batı’da Rönesans döneminde çıkar ortaya. Magellan’ın ünlü keşif seyahatinde aynı gemide bulunanlardan A. Pigafetta, (…) kitabında bu yolculuğu anlatırken gördükleri ilkel vahşi adamları övmüş, bu sade insanlarda, uygarlardaki kötülüklerin, ahlaksızlıkların hiç görülmediğini söylemişti. Böylece Batı dünyasına le sovage noble (soylu vahşi) kavramını sokmuş oldu. Montaigne “Yamyamlar” adlı denemesinde IX. Charles’ın sarayına gelmiş üç vahşinin davranışlarındaki soyluluğun, altın çağı öykülerinde anlatılanları bile aştığını söyler. 17. yüzyılda da uzak ülkelere yaptıkları yolculukları anlatan tüccarlar ve misyonerler, Batı uygarlığından habersiz bu ülkelerde gördükleri bozulmamış doğal adamın erdemlerinden söz ettiler hep. 18. yüzyıl boyunca da Fransız ve İngiliz edebiyatında ve felsefi yazılarında bu doğal adamı, uygarlık tarafından bozulmuş yapay adamla karşılaştırmak ve övmek geleneği sürdü.” (Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 17-35’ten aktarma)
Rousseau, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserinde “soylu vahşi”yi, kapitalizmin yarattığı bencil, açgözlü bireye karşı, ilkel eşitlikçi toplumun dürüst, samimi, yiğit, vefalı, sözünün eri, özverili, paylaşmacı vb erdemlere sahip “doğal insan”ı olarak yüceltti ve teorileştirdi. Devamında da, uygarlık öncesine dönülemeyeceğine göre, bir çözüm yolu olarak doğal insani özelliklerin, yani bireyin doğal özgürlüklerinin ve eşitliğin korunabileceğine olan inancını “Toplum Sözleşmesi” ile kitaplaştırdı.
Rousseau’nun bu düşünceleri, Fransız Devimine, onun Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik şiarına ve evrensel ilkeler olarak yükselmesine ruh verdi. Daha sonra, Marks ve Engels, Rousseau’nun düşüncelerini bazı noktalarda eleştirseler de, feodalizmin ve kapitalizmin yarattığı eşitsizliklere karşı toplumcu ve devrimci mirasına sahip çıktılar; ve bu romantik devrimciliği bilimsel bir temele oturttular.
Aydınlanma ile birlikte, yetkilerini doğa ötesi bir güçten, tanrıdan aldıklarını iddia eden toprak ve kilise aristokrasisine karşı, doğaya ve halka dönüşü yücelten düşünceler ve sanat eserleri, moden çağın devrimlerini haber veren fırtınalı büyük dalgalara yol açtı. 18. ve 19. yüzyıl edebiyatında doğayla iç içe bu “soylu vahşi” geniş olarak işlendi. Örneğin tipik bir örnek, Schiller’in “William Tell” romanıdır. İyi bir Schiller izleyicisi olan Sabahattin Ali’nin bundan esinlenmiş olması olasıdır.
***
Sabahattin Ali romanından söz ederken, kuşkusuz onun içerik olarak Türkiye gerçekliğinden, topumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerden yola çıktığı açık. Kanımca, yüksek bir estetik bilince sahip yazarımız, 1930’larda, Cumhuriyetin çağdaş, aydınlanmacı, halkçı ilkelerinin, kentlerde, kasabalarda yoğunlaşmış ortaçağ çürümüşlüğüne ve yobazlığına karşı mücadelesinin en etkili edebi/estetik biçimini bulmuştur. Sahteliklerin, iki yüzlülüklerin ve düzenbazlığın egemen olduğu bir toplumsal yapıya karşı, emeğin, alınterinin, sömürüye karşı mücadelenin hakkını veren, doğalın, sadenin, dürüstlüğün, sadakatin, yiğitliğin erdemine dayanır bu estetik anlatım. O nedenle Kuyucaklı Yusuf, o gün de bugün de, en entelektüelden en vasat okuyucuya Türk edebiyatında en sevilen ve en çok okunan romanlardan biri olmuştur.
Evet, Yusuf cahildir, okumaya, kitaplardan öğrenmeye karşı soğuktur, mesafelidir. Ama onda değme okumuş, eğitimli insanda olmayan soylu bir bilgelik, soylu bir sezgi gücü ve karakter vardır. Çünkü bu yüksek nitelikli, çaplı kişilik eğitimle elde edilmez, ya da bilgi ve eğitimin çok az etkisi vardır bunda. Sabahattin Ali burada Köroğlu gibi halk kahramanlarında görülen halk kültürümüzün, halk bilgeliğinin derinliklerindeki bir cevheri, enerjiyi açığa çıkarıyor. Ve haksızlığa, adaletsizliğe karşı boyun eğmezliğin ve başkaldırının simgesel bir örneği olarak estetize edip yüceltiyor bunu. Edebiyatımızda, başta “İnce Memed” karakteri olmak üzere, Yusuf benzeri, Sepetçioğlu, Atçalı Kel Mehmet, Çakırcalı Mehmet, Yörük Ali, Cennetoğlu Mustafa gibi çoğu gerçek olan bir çok karakter yeniden yaratılmıştır, bir çoğu da yeniden yaratılmayı beklemektedir.
Kuyucaklı Yusuf’un ana gerilim eksenini oluşturan şey, doğa ya da doğal olan ile uygarlığın yarattığı yapaylık ve sahtelik arasındaki çatışmadır. Kısaca diyebiliriz ki Kuyucaklı Yusuf, romantik estetiğin doğal-yapay karşıtlığına oturtulmuştur. Kitapta öne çıkan kasaba-doğa, yozlaşmışlık-masumiyet, ölüm-yaşam, yapay insan-doğal insan karşıtlıklar bütünlüğü bu devrimci romantik bir düşünce sistemini yansıtır.
Bu karşıtlıkları, yazarın aynı zamanda çık iyi tanıdığı Edremit betimlemesinde çarpıcı bir biçimde algılarız. Ağaçların ve bağların meydana getirdiği “çember”in içi kasaba, dışı da, tepeler, kırlar, doğadır. Çemberin içi kokuşmuşluğun, dışı ise masumiyetin, bozulmamışlığın simgesidir. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, kasaba çürümeyi ve ölümü, doğa yaşamı, yeniden doğumu, umudu, iyimserliği simgeler. Roman boyunca kasabanın dışına çıkış ya da kaçış motifi tekrarlanır, çünkü bu çemberin dışına çıkış bir tür kurtuluş anlamına gelir.
***
Peki, günümüzün emperyalizm ve ortaçağ gericiliği çemberine sıkıştırılmış bir Türkiye tablosunda Kuyucaklı Yusuf’u nasıl yorumlamalıyız? Ondan nasıl bir manevi enerji ve güç alabiliriz? Roman, çağın ve ülkemizin gerçekliğinde özellikle hangi özgün ve anlamlı toplumsal, kültürel mesajı veriyor? Çünkü bir romanın kalıcılığını ve evrenselliğini belirleyen şey, onun ana temasında odaklanan toplumsal sorunun evrensel içeriğidir ve kuşkusuz bunun estetik bir biçimde verilişidir.
Duygu ve düşünce dünyamıza şöyle biraz yoğunlaşıp dinleyelim; benzersiz doğamızı, dağları, ormanları, şırıl şırıl akan, dupduru temiz ırmak ve derelerimizi, yine insanda enginlik, ruhsal arınma, dinginlik, saflık duygusu yaratan dupduru, tertemiz, dibi cam gibi parlayan denizlerimizi, kıyılarımızı ve bütün bunları bir ölçüde simgeleştiren modern köylerimizi hayal edelim. Bir de alabildiğine kirlenen, onlarca kat beton mezarlıklara dönen, her türlü sahteliğin, ikiyüzlülüğün, hilekarlığın, hırsızlığın, yabancılaşmanın, kirlenmenin cirit attığı ve yaşanmaz hale gelen, üstelik devasa köylere, kasabalara dönüşmüş büyük kentler gerçeğini düşünelim. Üstelik kanserojen bir yapıya dönüşmüş bu kentleşme, dağları, ormanları, ırmakları, denizleri de kirletmekte.
Evet, yazarın çizdiği doğal, temiz ve insani olan ile insana yabancılaşmış, çürümüş ve insani olmayan olguların karşıtlığı bakımından, o günden bugüne aradaki 100 yıllık mesafeye karşın, özünde büyük benzerlikler var. Daha doğrusu, 1930’lardan günümüze Cumhuriyet bu ortaçağ kasaba eşraf kültürünü temizlemek için çok önemli mücadeleler verip ve değişiklikler gerçekleştirse de, Cumhuriyetin ideal ve ilkelerinin terkedildiği günümüz gerçekliğinden baktığımızda, eşitsizlik, adaletsizlik ve ahlaki çürümenin çok daha derinleştiğini görmekteyiz.
İyi de, söz konusu benzerlikler ve çok daha derinleşen toplumsal adaletsizlikler yaşansa bile, yeni bir toplumcu devrimci ruhu ateşlemede, harlamada Kuyucaklı Yusuf ve benzeri romanlar nasıl uyarıcı, heyecanlandırıcı rol oynayabilir? Bunun için Yusuf’un, halkın bugün de yaşayan ortak vicdani değerlerini yansıtan hangi ruh halini, hangi içgüdüsel, doğal tepkiyi ya da isyan duygusunu temsil ettiğini çözümlememiz gerekiyor.
Aslında Sabahattin Ali’nin Yusuf’a yüklediği başkaldırı ruhunun arkasında evrensel ve aynı zamanda ulusal bir sorun var. Yazımızda başından beri vurguladığımız gibi doğanın ve insandaki doğanın kendini yok etmek isteyen kapitalist emperyalist uygarlığa ve onun bütün uzantılarına, türevlerine karşı başkaldırısıdır bu. Bu başkaldırının toplumsal ve sınıfsal bir niteliğe bürünmesi ise, hiç kuşkusuz, kapitalizmin insanı yapaylaştırma, sahteleştirme özelliğine karşı insani doğanın özgürlükçü direnişinin toplumsal mücadeleyle bütünleşmesidir.
İşte Kuyucaklı Yusuf, bu başkaldırının, nesnel ve insani doğa ile toplumsal mücadele birlikteliğinin en ideal, en yetkin temsilcisidir. Yusuf, bütün açıklığı ve tartışmasız soylu duruşuyla, Türkiye’de, yok edilmek, kirletilmek, köleleştirilmek istenen doğal her varlığın boyun eğmez direnme simgesidir artık.
***
Şunu özenle vurgulamamız gerekiyor: Yusuf’taki soylu karakter, ne yazarın tamamen hayal gücüne ve ideallerine dayanan bir kurgusu ne de ender rastlanan türlerden bir karakterdir. Aksine, Anadolu insanında, tarihin binlerce yıllık geçmişinden kültürel genlerine işlenmiş bir özelliktir bu. Sadece Türk halkında değil başka halklarda da bunun varlığını kimse inkar edemez. Bir çap meselesidir bu, bin yılların demirci örsünde dövülmüş, şekillenmiştir. Bilgiyle, eğitimle çok az ilgisi vardır; hele ekonomik güç, para ve siyasi itibarla hiç ilgisi yoktur, tam aksine onlara karşıt olarak, onlara direnerek gelişmiş ve kendini korumuş, yetkinleştirmiştir.
Kuyucaklı Yusuf, Toplumcu Gerçekçi bir roman olarak, 1990’lara kadar bu yönüyle pek anlaşılmamış ve yorumlanmamıştır. Bugünün sosyalistleri, devrimcileri, romanın ruhunu oluşturan olguyu, yani toplumsal, sınıfsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, insanın doğal çevreyi ve yaşamı koruyarak kendi doğal varlığını koruma mücadelesiyle bütünleştiği gerçeğini görmek zorundadırlar. Üstelik ifade edilen bu haliyle görmek bile yetmez; bu bütünlüğün felsefi, etik, estetik bütün boyutlarıyla kavranması da bir zorunluluk haline gelmişti.
O nedenle, Köroğlu’nun, İnce Memed’ın, Kuyucaklı Yusuf’un dağlara yaslandığı gibi, bugün de insan olmanın olanca soylu değerlerini üslenerek ve de emperyalizm kaynaklı bütün “vahşi”, “yabani”, “terörist”, “ırkçı-şoven” suçlamamlara gülüp geçerek bu birleşik mücadeleyi yürütmek gerekiyor. Unutulmasın ki, geçtiğimiz çağda ve bugün emperyalizm ideologları ve piyonlarınca en büyük “barbar”, “terörist”, “vahşi” ve “ırkçı” olarak suçlanan Mustafa Kemal, Lenin, Mao, Ho Şimin, Tito, Kim İlsung, Kastro ve Che Guavera’nın çağımızın en soylu karakterleri olduğu kanıtlanmıştır.
Mehmet Ulusoy
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.