Milli Devlet ve 11 Eylül saldırılarının bir silah gibi kullanılması

11 Eylül 2001 tarihinde New York‘un Manhattan Bölgesi‘nde yer alan meşhur ikiz kulelere terörist bir saldırı gerçekleştirildiği hepinizin malumlarıdır. Bu saldırılar sonucu ABD‘nin terörizme açtığı savaş, dünya gündemine oturmuş bulunuyor…

Milli Devlet ve 11 Eylül saldırılarının bir silah gibi kullanılması
Yayınlanma: Güncelleme: 22 okuma

11 Eylül 2001 tarihinde New York‘un Manhattan Bölgesi‘nde yer alan meşhur ikiz kulelere terörist bir saldırı gerçekleştirildiği hepinizin malumlarıdır. Bu saldırılar sonucu ABD‘nin terörizme açtığı savaş, dünya gündemine oturmuş bulunuyor. Soğuk savaş döneminden beri terörü ve terörizmi destekleyerek dünyada hâkimiyet kavgası veren ABD inşallah Bumerang gibi kendine dönen terör belasının nedenleri üzerinde tekrar değerlendirme yapacaktır.

Bu olup bitenlerin sonunda, küreselleşme adı altında Güney ülkelerinin kaynaklarını, Kuzey ülkelerine özellikle de ABD‘ne transfer etmeye çalışan süper devlet, haksızlığa uğrayanların tepkisinin bir gün kendisini de vuracağını anlamış olmalıdır. ABD sürekli olarak, Sovyetler Birliği‘nin çözülmesinden sonra RAND Corporation‘ın elemanları tarafından, özellikle de Fukuyama gibi Füturist olarak tanıtılan misyonerlerin marifetiyle Milli Devletlerin yok edilmesi doğrultusunda yoğun bir propaganda bombardımanı yapmıştır.

Bu suretle milletler parçalanacak, etnik ve mezhep ayrılıkları üzerinden siyaset yapılarak yerel otoriteler oluşturulacaktı. Ancak terörizmi körükleyenler, böyle bir sonuçla karşılaşacaklarını hiç hesap edemediler. Yerel güçler içinde beslenen teröristlerin uluslararası bir hüviyet kazanmasına neden olacak “Milli Devletlerin otoritelerinin sarsılması suretiyle yerel güçlerin ve terörizmin desteklenmesi, uluslararası finans-kapitalin dünya hâkimiyetini getirecektir” tezini savunan ABD bu son olayla hayal kırıklığına uğramıştır. Milli Devlet ve otoritelerin önemi, 11 Eylül günü yapılan bu saldırı ile bir kere daha ortaya çıkmış bulunmaktadır. 11 Eylül sonrası dünyada oluşacak yeni dengeler ve Türkiye‘mizin durumu ile ilgili düşüncelerimi bir başka yazıma bırakırken, sessiz sedasız bir biçimde Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nden geçirilen Anayasa değişikliklerine ait kanaatlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bilindiği gibi, Anayasalar geleneksel bir ifade ile hangi ülkeye aitse, o ülkenin elbise ölçüsü gibidir. Bugün 1982 Anayasası‘nın 2001* yılı insanına göre dar bir beden ölçüsüne sahip olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. 57. Cumhuriyet Hükümeti‘nin huzurlarınıza getirdiği 37 maddelik değişiklik paketinden daha önce de, Anayasamız’da bir takım değişiklikler yapılmıştır. Ancak bu değişikliklerin hiçbirisi çözüm olmamıştır. Zira Anayasa bütünüyle değiştirilmeden yukarıdaki ifade ile bir beden ölçüsü ortaya konulamamaktadır.

Bugünkü haliyle 1982 Anayasası, bir yamalı bohça görüntüsü arz etmektedir. Neredeyse bütünlüğü ortadan kalkmıştır. Demokrasinin beşiği olarak bilinen İngiltere‘de Magna Karta‘dan beri yazılı bir anayasanın olmadığı, Amerikan iç harbi sonrası hazırlanan Amerikan Anayasası‘nın 5 maddelik olduğu ve nihayet Kıta Avrupası Anayasaları’nın genellikle 40- 50 maddelik metinlerden oluştuğu hatırlanacak olursa, elimizdeki Anayasanın neden her 5-10 yılda bir ihtiyaçlara cevap veremez hale geldiğini anlayabiliriz.

Biz genellikle yasalarda belirtilmesi gereken hususları Anayasamızda ifade etmeye çalışıyoruz. Bu fiili durum ise, uygulamanın tıkandığı yıllarda Anayasa değişiklikleri olarak gündeme gelmektedir. O bakımdan devrini tamamlamış ve yamalı bohça haline gelmiş olan 1982 Anayasası’nı, tarihin yargısına terk ederek yeni sivil bir Anayasa hazırlanıp yürürlüğe sokulmalıdır. Anayasa değişiklikleri ile ilgili görüşlerimi ifade ettikten sonra, 57. Cumhuriyet Hükümeti tarafından Meclis gündemine getirilen 37 maddelik değişikliklerle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.

Değiştirilen Anayasanın 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti; toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” şeklindeki ifade kısaltılmış, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir. Bayrağı şekli kanunda belirtilen ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.” şeklindeki Anayasanın 3. maddesine ise “Dili Türkçe’dir.” yerine “Resmi Dili Türkçe’dir.” ibaresi eklenmiştir.

Her iki maddede de Anayasanın “Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez.” maddeleridir. Bu iki maddenin değiştirilmeye çalışılması gayreti; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin niteliklerini tartışmaya açmak ve etnik grupların federasyon talebine varan bir takım isteklerine zemin hazırlamak değilse, çok büyük bir gaf yapılmıştır.

Milli bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kendi içinde etnik ve mezhep kimliğine dayalı bir ayrılığı kabul etmez. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, Türk Milleti’dir.” diyen büyük Atatürk’ün bu veciz ifadesiyle Türk Milleti bölünmez bir bütündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin dili Türkçe’dir.

57. Hükümetin Anayasamızda gerçekleştirdiği bütün madde değişikliklerinin gerekçesi olarak, Avrupa Birliği’ne girişin hukuksal alt yapısını sağlamak için bu değişikliklerin yapılmasının zorunlu olduğu ifade edilmektedir. Kıbrıs sorununda ve Ege Denizi ile ilgili problemlerde Türkiye’ye askeri harekât yapma tehdidinde bulunanlar, Avrupa Birliği ordusu kurulurken Türkiye’ye karar alma süreçlerinde yer vermeyeceklerini açıklamışlardır. Bu durum bizi olduğu kadar iş başındaki hükümeti de rahatsız etmekte midir? Bu konularda hangi girişimlerde bulunulmaktadır? Doğrusu bu konuda Dışişleri Bakanımızın kamuoyuna açıklama yapmasını bir vatandaş olarak talep etmekteyiz.

Devletimizin temel niteliklerini de içeren 37 maddedeki çeşitli değişiklikleri gerçekleştirmeye çalışırken, tek gerekçe Avrupa Birliği‘ne giriş talebi olmamalıdır. Tam tersine; bu değişikliklerin Türk toplumunun sosyal talepleri, siyasal talepleri ve nihayet iktisadi taleplerinin hayata geçirilmesi maksadıyla yapılması gerekir.

İktisadi bir zorunluluk ya da sosyal bir talep var ise, bir siyasal değişiklik teklifi anlamlıdır. Ancak halkımızda böyle bir talep oluşmamış iken Avrupa Birliğine giriş bahane edilerek Milli devletin niteliklerini değiştirmeye çalışan bu girişimlerin ciddiye alınması mümkün değildir. Jakoben yaklaşımlarla milletimize yeni bir elbise giydirme gayretinden vazgeçilmelidir. Bugün milletimizin birinci meselesi açlık, yokluk ve gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Türk parası dünyada dolaşan 214 para birimi içerisinde sonunculuğa, yani 214’üncülüğe düşürülmüştür. Yüce Türk Milleti milli değerlerine yabancılaşan ve Jakoben dayatmalar karşısında beyaz bayrak çekenlere güvenemez hale gelmiştir. İmparatorluklar kurmuş bir milletin topyekûn bir şekilde Mozambik veya Uganda gibi ülkelerle birlikte değerlendirildiği bir iktisadi ortama getirilişine isyan etmektedir.

Milletimiz kendisini daima çağdaş ve iktisaden güçlü Batı ülkeleriyle kıyaslamak istemektedir. Milletin tepkisi, uygulanan politikalar sonucu ülkemizin geri kalmış Afrika ülkeleriyle kıyaslanır hale getirilmiş olmasınadır. Hem siyasi hem de iktisadi manada acilen yeni tedbirler alınarak içinde bulunduğumuz iktisadi kriz ortamından çıkmak zorundayız.

İktisadi krizin tam ortasında bulunduğumuz sırada IMF ve Dünya Bankası’nın başarısız reçeteleri ile çiftçi, esnaf, dar gelirliler ve ücretliler perişan halde iken; meclis gündemine getirilen bu paketin hangi ülke sorunlarına merhem olacağının açık ve net bir biçimde ifade edilmesi gerekmektedir.

Bahsi geçen Anayasa değişiklikleri yapılırken ülkemizin içinde bulunduğu durum karşısında neden farklı gündem yaratılmaya çalışılmaktadır? İşsiz sayısı 3 milyon 274 bini buldu, her gün fabrikalar kapanıyor. Esnaf kepenk indiriyor.

Çekler geri dönüyor. Üretimden vazgeçen, resmi rakamlarla % 11,1 küçülmeyi öngören istikrar programının millete izahı nasıl yapılacak? Halkı inim inim inleten Dünya Bankası ve Para Fonu‘nun acımasız reçetelerini yerine getirme anlayışına son verilmedikçe bu krizden çıkmak mümkün değildir. Dayatmacılara değil millete dönülmeli, fakir milletin ızdırabına kulak verilmelidir. Bu bir mecburiyettir. Bunu yapmayanları bu millet asla affetmeyecektir.

Bu konuyu üstat Yahya Kemal’in şu sözleri ile tamamlamak istiyorum; “Türk olmak için Türk doğmak yetmez. Türk gibi düşünmek ve Türk gibi yaşamak gereklidir”.

Cengiz Aldemir

*Yazının yazıldığı tarih: 2001

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.