Bilime Çalım Atmak, Vatana Çalım Atmaktır

Vatan, üstünde istediğin haltı yiyebileceğin kuru, boş, ruhsuz bir toprak, taş yığını mıdır? Vatan, mirasyedi Osmanlı sultanlarının; Anadolu’nun değeri ölçülemez tarihi hazinelerini, petrol ve yer altı zenginliklerini yabancılara keyfince peşkeş..

Bilime Çalım Atmak, Vatana Çalım Atmaktır
Yayınlanma: Güncelleme: 23 okuma

Vatan, üstünde istediğin haltı yiyebileceğin kuru, boş, ruhsuz bir toprak, taş yığını mıdır? Vatan, mirasyedi Osmanlı sultanlarının; Anadolu’nun değeri ölçülemez tarihi hazinelerini, petrol ve yer altı zenginliklerini yabancılara keyfince peşkeş çekebildiği, Kapitülasyonlarla, Düyunu Umumiye ile her türlü yağmaya açtığı “babalarının malı” mıydı? Vatan, uğrunda Türk halkı cephelerde canını verirken, içeride hakça paylaşmaya gelince, savaş kaçkını asalak ve hırsızların, emperyalizm piyonlarının, işbirlikçilerin, mafyalaşmış rantçı, vurguncu kodamanların aslan payını aldığı, malı götürdüğü al takke ver külah yağma sofrası mı? Vatan, arkada kurtla yiyip, önde sahte “vatan, millet” palavraları sıkan, “yerli ve milli” masalı anlatan zübüklerin ve bilimum yalakaların, şaklabanların soytarılık, maskaralık sahnesi mi?

Vatan, en ilkel, en basit ve sıradan ihtiyaçlarımızı giderdiğimiz, üstünde yiyip içip yatıp kalktığımız, ondan aldıklarımızı yerine koyma kaygısı duymadan, sonrasını düşünmeden zevkle ve sorumsuzca yağmalayıp tükettiğimiz, sadece masallarda geçen bitip tükenmek bilmez bir hazine değildir asla. Organik olmayan, gübre niteliği taşımayan, kağıt, naylon, en önemlisi kimyasal ve radyoaktif atık ve bütün kirletici, zehirleyici pisliklerimizi attığımız ve hoyratça kullandığımız bir çöplük de değildi hiç bir zaman.

Aksine vatan, bütün yüce değerlerin mekanıdır, zarfıdır. Cennet de cehennem de ondadır; içimizdeki cennet ve cehennem ile vatandaki cennet ve cehennem aynıdır. Özcesi vicdanımız vatanın ve vatanseverliğin aynasıdır.

Vatan en başta anadır; evet bizi, bütün insanlığı doğuran, vareden “tabiat ana”dır, “anavatandır.” Sadece doğurup süt verip beslemez; sevgi verir, sevginin her türünün kökenini, canlı, somut karşılığını onda buluruz ya da onda sınarız. Sevginin, güzelliğin, dostluğun, yiğitliğin, vefanın, sadeliğin ve dürüstlüğün her yönde derin ve zengin imge ve betimlerini sağlayan dili vatan, doğa, toprak ana emzirir. En yüksek duygu ve düşüncelerimizin, ruhsal bütünlüğümüzün, yüksek duyarlılıklarımızın, vicdanımızın ve bütün insani değerlerimizin oluşumunda toplumsal tarihimizle kuşaktan kuşağa aktarılan değerlerle birlikte kucağında yaşadığımız, bize beşiklik eden doğa, yani vatan/yurt vardır.

Vatan bize, doğadaki bütün canlılara sevgi ve saygının, insanca yaşamanın temel bir koşulu olduğunu anımsatır her an. Alçak gönüllülüğün, özverinin, paylaşmanın, dayanışmanın, vericiliğin her biçiminin toplumsal anlamının şifrelerini, bütün bitkilerin her bahar kendini yenilediği gibi durmadan yenileyerek, güncelleyerek işler ruhumuza ve davranışlarımıza.

Daha da önemlisi vatan, her türlü gereksinimi için üstünde üretim yaparak, onunla bazen sevişip bazen kavga ederek durmadan değiştirirken kendini de toplum olarak değiştiren, güzelleştiren, yetkinleştiren insanlarla, ulusla bütünleşir. Bu bütünleşmeyi ruhunda, duygu ve davranışlarında hissetmeyen, duyumsamayan kişi eksiktir, kusurludur, sorunludur. Bu ruhsal dengesizlik ve iç çatışmanın dışavurumu ise, düşünce ve eylemde vatan hainliğine kadar giden bir dizi siyaset ve tavırlarda gözlenebilir.

Biz farkında olsak da olmasak da, vatan, sevgimizi, aşkımızı, tutkularımızı, ülkülerimizi, dost ve arkadaşlarımızı, türkülerimizi, destanlarımızı vb her türlü manevi değerlerimizi yeniden ürettiğimiz topraktır, mekandır. Ondan gelir ona gideriz. Gönül dünyamızın dışımızdaki maddi karşılığıdır. O maddi gerçeklik; bütün o doğa yücelik ve güzellikleri, bin bir çeşit hayvanıyla, bitkisi ve çiçeğiyle bizim bir parçamız değil midir? Onlarsız hayal kurup, düş görebilir miyiz, şiir, roman yazabilir miyiz; sevinç ve umutlarımızı yeşertebilir miyiz?

***

Peki bütün bu, bize can veren, ruh veren, sınırsız esin kaynaklarımızı oluşturan, hayal ve imge dünyamızı, romantik duygularımızı, aşk şarkılarımızı, sevda şiirlerimizi süsleyen nitelik, zenginlik ve güzellikler neler olabilir? Toprak ananın bağrındaki türlü çeşitli madenlerin, minerallerle yüklü suların hayat verdiği ve böylece besinini alıp gökyüzüne yükselen bin bir çeşit bitki ve hayvan türü olmadan gerçekleşebilir mi bütün bunlar?

Bu nedenle, yer üstü zenginliklerimiz ne kadar değerliyse, yer altı zenginiklerimiz de o kadar değerli değil midir? Kısacası bütün bu yer üstü ve yer altı doğa varlıkları, bizim bir parçamızdır; yani doğa da, vatan da biziz. Düşünsenize, her gün TV beslenme programlarında döne döne vurgulanan demir, bakır, karbon, magnezyum, manganez, kalsiyum, potasyum, fosfor, azot, oksijen, klor, flor, iyot, selenyum, krom, çinko vb, içtiğimiz su ve süt, et, meyve ve sebzelerle vücudumuza girmiyor mu? Yaşam kaynaklarımız kirlenip zehirlenirse, bu topraklar yaşanamaz hale gelirse sonuç ne olur, hiç düşündük mü?..

Kendi günübirlik çıkarını düşünen sözde “bilgili” okumuş cahil takımı, çokbilmiş hödük, fırıldak, zübük, anasını ve vatanını üç kuruşa satacak karakterdeki ahlaken çürümüş kişilikler, laf canbazlığıyla görünüşe, vitrine oynayarak, vatandaşı nasıl kazıklarım ve uyuturumla meşguller. Köylülükle bağlantılı sıradan cahillik diye bir şeyden söz edemeyiz artık; ki onlar saflık, temizlik ve dürüstlüğün çocuksu bilgisizliğine sahiptiler. Çünkü herkes okuma yazma biliyor, aradığı bilgiye ulaşabilme olanağı var, herkesin bir cep telefonu ve evinde TV’si var ve bütün bu en basit bilgilere ulaşabilir. Hödük fırıldakların yalanlarla sarmalanmış bütün marifetleri, geri plandaki asıl büyük soygun ve talan gerçeğini gizlemektir. Ve bugün emperyalist haydutlarla işbirliği içindeki iktidar mevkilerine yamanmış, rant kapma kuyruğuna girmiş bu kesimin siyasette ve egemen medyadaki bütün söylem ve algı üretim hünerleri sözkonusu büyük talan ve yağmayı gizleme amaçlıdır.

Perde arkasındaki, ülkemize yönelik dış ve iç işgal, yağma, hırsızlık plan ve projelerinin, onlarla bağlantılı kumpas ve yalanların en önemli unsurlarından birisini, doğamızı, yer üstü ve yer altı kaynaklarımızı yağmalama oluşturuyor. Daha utanmazca ve alçakça olanı ise, çok değerli madenlerimizi çıkarıp götürdükleri topraklarımızı, radyoaktif atıklar dahil bütün doğa düşmanı çöplerini boşalttıkları bir çöplük olarak kullanmak istemeleridir. Türkiye’nin büyük borç batağında yaşadığı, Doların değerinin durmadan yükseldiği bu çöküntü ve iflas koşullarında, doğaya/vatana ihanet etmek gibi bir etik sorunu aklına bile getirmek istemeyen, üç kuruşluk rüşvet karşılığı çöp dökme kahyalığı yapacak bir çok kurum ve kişi vardır ve bunlar hızla çoğalmaktadır.

***

Yüzde 80’i ABD-Kanada, yüzde 20’si Türk (taşeron) uyruklu Anagold firmasının işlettiği Erzincan/İliç altın madeni faciasıyla ortaya saçılıp dökülenler, yukarıda çizmeye çalıştığım tablodaki çok önemli bir gerçeği güzümüze sokmaktadır. İliç’te olduğu gibi, çoğu ABD, Kanada menşeli yabancı şirket, sermaye ve teknoloji üstünlüğüne dayanarak, devleti derin bir borç batağına sokmuş ve beş paraya muhtaç hale getirmiş iktidar aracılığıyla yerli işbirlikçiler, kahyalar bularak, vatan topraklarını tam bir yağma alanına çevirmiştir. Balıkesir, Çanakkale (Kazdağları), Eskişehir, Artvin, Ordu, Aydın (Akbelen), Kütahya vb’de, doğayı zehirleyen çok daha büyük yıkımlara gebe faaliyet, vatan kalesinin işbirlikçiler eliyle içeriden ele geçirildiğini göstermektedir. Görünenler, halkın bilgisine ulaşanlar, büyük peşkeş-ihanet buzdağının sadece küçük bir parçasıdır.

TEMA Vakfı’nın araştırmalarına göre, ortaya çıkan rakamlar turpun büyüğünün heybede olduğunu gösteriyor. Son 15 yılda verilen 386 bin maden ruhsatı ve şu anda 5 bin 375 maden arama ve 9 bin 947 işletme ile, 3 binin üzerinde endemik tür tehdit altındadır. TEMA’nın 24 ilde yaptığı araştırmalara göre bu illerin topraklarının % 63’üne maden arama ruhsatı verilmiştir. Hem siyasi hem özel kişilerin paylaştığı rüşvet, peşkeş ve yağmanın büyük tablosunu, AKP iktidarı döneminde tamamen emperyalist ve yerli işbirlikçilerin azami kâr amacı ve istekleri doğrultusunda gerçekleşen maden kanunundaki 15 kez değişiklik açıkça göstermektedir.

TEMA Vakfı’nın raporuna göre, “24 ilin ortalama ruhsatlılık oranı % 63. Yani illerin yüz ölçümlerinin yarısından fazlası maden ruhsatlarına bölünmüş durumda. Bu illerde bulunan ormanların ortalama %60’ı, tarım alanlarının ortalama %57’si, meraların ortalama %55’i, korunan alanlarının ortalama %57’si, potansiyel koruma alanı olması gereken alanların (Önemli Doğa Alanı, [Milli Park alanları]) ortalama %63’ü madenlere ruhsatlı. Bu sonuçlar; Türkiye’nin doğal, ekonomik ve kültürel olarak her türlü değerinin, madencilik faaliyetlerinin inisiyatifine bırakıldığını gösteriyor.”

Vatanı savunmak, sadece, yabancıya, her şeyiyle açık işgalci dış düşmana karşı sınırları korumak değildir. Eğer bir ülkede işgalciye hizmet edecek, onunla işbirliği yapacak yeterli sayıda insan yoksa o ulusun teslim alınması zordur. Ama toplum bölünmüş, inanan-inanmayan, Alevi-Sünni, laik-dindar, Türk-Kürt ayrımları kaşınarak birleştirici değerler tahrip edilmişse, düşmanla işbirliği yapacak yeteri kadar potansiyel hain oluşmuş demektir. O nedenle, vatanı savunmanın, sınırları, toprak bütünlüğünü korumanın temel koşulu, iç çatışmalar yaratmayı amaçlayan plan ve tertiplere karşı milletin bütünlüğünü sağlayan anlayış ve siyasetlere büyük önem vermektir. Bölünmeye zemin hazırlayan sorunları, akraba, eş-dost, yandaş hiç bir kişi ve çevreyi kayırmaksızın hukuk temelinde adaletle çözmek ve böylece iç cepheyi sağlamlaştırmaktır. Atatürk bunun önemini, “milli bağımsızlığın güvencesi, ekonomik olarak güçlü olmaktır” diyerek vurguladı.

***

Bütün bunları sağlamanın biricik yolu ise, bilimin ve laikliğin ilkelerine sıkısıkıya sarılmaktır. İhvancı iktidar, Cumhuriyetin aklı ve bilimi yol gösterici klavuz kabul eden, “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir, fendir” diyen felsefesini ve kuruluş ilkelerini esastan reddettiği ve ülkeyi sahte İslamcı hurafe ve “nas”larla, tarikatlarla yönetmeye kalktığı, “keşke Yunan kazansaydı” diyen hainlere devletin en tepesinde danışmanlık verildiği için ülkemiz bir uçurumun kenarına getirildi. Atatürkçü, aydınlanmacı kamuoyunu yanıltmaya yönelik akla ve bilime çalım atma taktiğinin ya da uyanıklığının pek tutmadığının farkına varsalar da, ABD merkezli büyük projenin taşeronları olarak Siyasal İslamcı ideolojik ve stratejik hedeflerinden elbette vazgeçmiş değiller ve bu saatten sonra da vazgeçmeleri mümkün görünmüyor. Çünkü, bilime ve çağdaş hakikatlere düşman, doğa karşıtı uygulamaların ve mafyatik rantçı, vurguncu çeteler koalisyonunun arkasında, Cumhuriyetimizi “darül harp” gören İhvancı-Vahabici ideolojik ve kültürel zihniyet vardır.

Ancak ne yapılırsa yapılsın, hangi yalan, hile ve düzenbazlığa başvurulursa vurulsun artık mızrak çuvala sığmıyor. Başlangıçtaki ABD icazetiyle oluşturulan, çağın ve ülkenin gerçeklerine, bilime, akla karşıt nitelikteki stratejik yığınağı, “çağdaşlık”, “vatanseverlik”, “milli ve yerli”lik maskeli günlük taktiklerle, algı oyunlarıyla, hurafe masallarıyla, din sahtekarlığı ve yalanlarla değiştirmek ya da üstünü örtmek olanaksızdır. Niceliksel birikimler, niteliksel değişikliklere dönüşmenin patlama eşiğindedir.

Ama şu da acı bir gerçek ki, sandık demokrasisi ile bilimin bu kadar karşıt rol oynadığı bir ülke ya da bir dönem belki de hiç yaşanmadı. Sandık demokrasisi, cehaleti ve liyakatsızlığı iktidar yaptı. Cehalet, hödüklük ve liyakatsizlik altın çağını yaşamakta bugün. Bilim karşıtı, İhvancı, yobaz zihniyet, bugüne kadar biz yanlış yaptık, bilime karşı çıktık, bundan sonra bilime bağlı kalacağız diyebilirler mi, diyemez; çünkü bir ideoloji, inanç, dünya görüşü öyle elbise değiştirir gibi değiştirilemez; üstelik temsil ettikleri vurguncu-mafyatik, kamu kaynakları soyguncusu sınıfsal-ekonomik çıkarlarla iç içedirler.

Hele büyük ve çağdaş bir Cumhuriyet ülkesini, her konuda bilime, bilim insanların, bilim kurumlarının önerisine göre yönetmek, bilimin temel koşulu olan bütün kural ve yöntemlere uymak ve bütün bunları gönülden benimsemek zorunluluğu sözkonusu iken… Yarım bilimle, bilime çalım atarak, sözde bilimsellik taslayarak, örneğin yüksek zekalarıyla (!), binlerce kez kanıtlanmış Evrim Kuramını sinsice eğitimden çıkararak, matematikten integral kaldırılarak bu Atatürk Cumhuriyeti, bu vatan yönetilemez, ancak yağmalanıp yıkılır, yok edilir.

***

Bilim, İslamın özündeki vicdanla, ahlaki, insani, paylaşımcı değerlerle, bilimi-bilgiyi, adaleti, dürüstlüğü yücelten düşünce ve inançla çatışmaz, bağdaşır. Ancak İslamın ruhuna, özüne ihanet eden, onu egemen feodal, aristokrat efendilerin, ağaların, derebeylerin egemenliğini meşrulaştırma aracına (ideolojisine) dönüştüren Emevici sahte İslamla, işlerine öyle geldiği için “kullara” dayattıkları “Şeriat”la, “nas”larla, dogmalarla, çoğu uydurma sünnetlerle, sivri zekalı “hoca” ve “şeyh”lerin durmadan ürettiği hurafelerle, kadın erkek eşit olmaz vaazlarıyla bilimi uzlaştırmak mümkün değildir. İhvancı iktidarın yaptığı budur; bilimin ilke ve verilerini ideolojik amaçlarına göre kesip biçmektir.

Ortaya çıkan ise ne deve ne kuş olan bir ucube bilimdir, yani yarım bilimdir. Yarım bilim ise asla bilim değildir, bu hayatın en önemli gerçeğidir. Nasıl yarım hamilelik, yarım şoförlük, yarım pilotluk olmazsa, yarım bilim de olmaz. Olduğunu düşünen ve savunan varsa denesin!.. Ama dört yanımız, önce hırsızlık yapıp arkasından da namaz kılıp Allahı adatmaya çalışan, yarım Müslüman dolu.

Bilime karşı çıkmak, bilime çalım artıp onunla oyun oynamak doğaya, yani doğanın yasalarına karşı çıkmaktır, akan suyu tersine çevirmek ahmaklığıdır. Ya da yüz ton taşıyacak bir yere 200 ton yığarak, doğanın yer çekimi yasasına çalım atma dangalaklığıdır. Bunu yaparsan, elbette doğa da öyle veya böyle mutlaka intikamını alır, dersini verir. Aynı zamanda bilim, belli bilimsel bilgileri, şablonları ezberlemek değildir; bunun başka bir anlamı bilim yobazlığıdır. Bu ruhsuz, içi boş bilimciliğin gerçek bilimle hiç bir ilgisi yoktur. Bilim, “bilge güneşi gösterir, budala parmağa bakar” özdeyişinin anlatmak istediği gibi, parmağa (yani lafa, biçime) bakıp onu tekrarlamak değil, güneşi ve bilimin anlatmak istediği gerçekliği ve onun hareket yasalarını, yani özü, içeriği kavramak ve uygulamaktır.

Nasıl, depreme hazırlık konusunda bir çok bilimsel ve kesin veri ve öneri ortadayken, müteahhit, emlakçı ve siyasetçilerin sivri zekalı uyanıklıklarıyla bilimin emrettiği en kritik kurallara çalım atılarak büyük vurgunlar vuruluyorsa, aynı büyük oyun, maden aramalarında da yaşanıyor. Bilime çalım atmakla vatana ve ulusa çalım atmak aynı şeydir. Bilime çalım atmak, ulusun bugün ve geleceği içeren maddi ve manevi kazancını, mutluluğunu, insanca yaşam hakkını alçakça ve günlük kişisel çıkar uğruna feda etmektir.

Böylece, gerek konutlarda ve dönüşümlerde gerekse maden arama ve çıkarmalarda maliyeti yüksek ve vurgun rantını düşüren uygulamalarda, doğayı ve insanı koruyan bilimsel ilkelere çalım atılıp bir kısmı uygulanmayarak, görmezden gelinip kamuoyu yalan bilgilerle uyutularak vatan toprakları ve doğa zenginlikleri yağmalanıyor ve üstelik zehirleniyor.

Bilime bağlılık ve onun ilke ve kurallarına uymak, doğaya yani doğanın yasalarına bağlılık ve saygıdır, ona uymak zorunluluğudur. Bu, aynı zamanda doğanın bir parçası olan insanlığa ve onun bir parçası olan ulusa/halka bağlılık, onun temel haklarını, yaşamını, mutluluğunu, refahını esas almaktır.

Doğayı, insanlığı ve halkı sevmek, bütün iyi, güzel ve doğru şeylerin gerçek yaşamda, bu dünyada aranması ve gerçekleştirilmesi demektir. Bütün dinlerin ve İslamın doğuşunda insanseverlik, insancıllık vardır. Dinlerin birinci ilkesi budur; insanlara karşı sorumluluktur, insanın insana borcunu ödemesidir esas olan. Bu, aynı zamanda bireyin topluma, halka karşı sorumluluğudur. Sahte, bencil dincilikte ise, ne kadar iyilik yapmaktan, zekattan söz edilse de, öncelik bireyin kendini öbür dünyada kurtarmasındadır. Bu nedenle bu dünyaya, topluma ve insanlara yönelik bütün yapılması gerekenler biçimseldir, yürekten değildir. Ya da toplumu, yurttaşları inanan inanmayan diye ayıran, “inanmayan”a aynı iyiliği yapmaktan kaçınan ikiyüzlü bir davranıştır.

Çünkü yobaz dinciliğe, İhvancılığa göre bu dünya önemsizdir, geçicidir, aslolan öbür dünyadır; yani bu dünyada bütün yaptıkların cennete gitme amacına göredir. Topluma hizmet mi, öbür dünyaya hazırlık mı önceliklidir sorusunun yanıtı ikincisidir. Onlara göre, bu dünyada mutluluk verici iyi, güzel, kalıcı, yüce şeyler yapmak, öbür dünya hazırlığını baltalar.

Bu mantığın arkasında Vahabi-Selefi düşüncesi vardır. Bilindiği gibi bu düşüncede, cami, mezar, türbe vb bir dikili ağaç bile dine zarar verir; o nedenler Vahabiler Hz. Muhammed’in türbesini yıktılar. Onlara göre kutsal Arap toprakları, çölü, bu dünyadan Cennete yolculuğun kutsal mekanıdır. Bu nedenle kimi “idealist” dinciler ölmeden önce Mekke ya da Medine’ye yerleşirler ve oradan öbür dünyaya göçmeyi tercih ederler.

Özetle, Siyasal İslamcıların bilincinde ve bilinçaltında Arabı ve Arabistan çölünü kutsallaştıran ve dünyanın en güzel doğalarından birine ve büyük tarihsel hazinelere sahip Anadolu’yu tahrip etmekta bir sakınca görmeyen şartlanmışlık ve takıntıların kaynağında büyük ölçüde bu Vahabi kültür vardır.

Aynı mantığa göre zenginliğin biricik ölçütü altındır; bunu, Arabistan’nın biricik zenginlik ölçütü petrolle benzeştirebilirsiniz. Bu sakat ortaçağ kafasıyla, zannediliyor ki, hazinede altın ne kadar çoksa o kadar zenginsin, güçlüsün; bu yüzden altın arayıcıların, altından çok daha değerli doğa varlıklarını yok ederek çıkardıklarından kırıntı düzeyinde bir çeşit rüşvet olarak verdikleri altına tav olan iktidar bununla hazine açığını kapat. Burada esas büyük vurgunu aracıların, rüşvetçilerin vurduğu da unuturlmak isteniyor.

Oysa çağdaş dünyada zenginliğin, refahın insanca, uygarca ve özgürce yaşamanın ölçütü altın değildir; o sadece bir değişim aracıdır. Eğer bir ülkede sanayi yoksa, tarım çağdaş teknik yöntemlerle işlenmiyorsa, yani topraktan azami verim alınmıyorsa ve en önemlisi bütün bunları yapacak-yönetecek, bilimin ve çağın en ileri bilgilerinin ışığında düşünen, planlayan, tasavvur eden eğitimli insan gücü yoksa ve üretilenleri yurttaşların verdiği emekle orantılı adil bir biçimde paylaşılmıyorsa; ayrıca bütün yapılıp edilenler doğru-yanlış, iyi-kötü yönleriyle tartışan, eleştiren aydın ve sanatçı yoksa, o ülke asla gelişmiş, müreffah, zengin ve mutlu bir ülke olamaz. Altına altın, paraya para değerini veren işte bu, toplumun ürettiği maddi ve manevi değerlerdir.

***

Karşıdevrimin çuvallamaya, elinin ayağının birbirine dolaşmaya başladığının en çarpıcı göstergeleri, çoktandır liyakatsızlık olarak eleştirilen uygulamaların zirve yapmış hatta zırvalama noktasına gelmiş olmasıdır. Kentsel dönüşüm ve depreme hazırlıktaki yasa tanımazlık, vurgun, yandaş kayırma; ruhsat verilen çoğu emperyalist Batı uyruklu binlerce maden/altın arama şirketinin yarattığı büyük doğa yıkımı ve zehirlenme tehlikesi; akla ziyan Kanal İstanbul zırvalığı; kömür madenlerindeki onlarca işçinin ölümüne yol açan kazalar ve sel baskınları… Enflayonla mücadelede faizle ilgili ekonomi biliminin emrettiği ilke ve kuralların uygulanmasını, “faiz sebep enflasyon sonuç”, “ortada nas var nas, size ne oluyor” söylemleri, bilim karşıtlığının en somut göstergeleri olarak tarihe geçti, bilinçlere kazındı. Ne pahasına? Merkez Bankası’nın (kamu parasının) ve ülke ekonomisinin büyük zararlara uğrama pahasına.

Bu konularda, her biri belli alanlarda bilimsel yöntem ve kurallara dayanarak uzman görüşü ve öneri bildiren, asli görevi de bu olan, meslek odalarının, TMMOB, TBB, Tabipler Odası gibi kuruluşların hiç bir araştırma, öneri ve uyarısını dikkate almamak, bu İhvancı, “Nas”cı iktidarın bilim karşıtlığının tipik ve çarpıcı göstergelerinden biridir.

Bütün bu büyük felaketler, alanın ve sorunun uzmanı bilim insanı ve meslek kuruluşlarının önceden uyarılarını görmezden gelip, onları yok sayarak, akılları sıra Allahı da toplumu da aldatırcasına, zorunlu yapılması gerekenleri yapmayıp uyanıkça Allaha havale ederek, dindar vatandaşın sabrına, tevekkülüne bağlayarak gerçekleşmiştir.

Hepsinin çatısını oluşturan da hukuk bilimine çalım atarak, yasa tanımazlıkta doruğu oluşturan AYM’nin kararlarını tanımamaktır. Çünkü, yukarıda sıralanan büyük felaketlerin sorumlusu suçluları yargılamaktan özenle kaçan tutumun gerisinde, asıl sorumlu olan siyasal iktidar ve yandaşlarının yasa tanımazlığı yatmaktadır.

Mehmet Ulusoy

Mart 2024

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.